Showing posts with label dersim. Show all posts
Showing posts with label dersim. Show all posts

January 11, 2018

Minidram / Geçen Sene 6 / Kara Kızıl Bir Gölge

Rewhat'ı ilk defa Aşıkdurduran karikatürleriyle keşfettim, Instagram'da takip ediyorum. Dün çok güzel bir kısa hikaye koydu, siz de görün istedim.

A post shared by Rewhat (@rewhatarslan) on

Geçen senenin hadiselerinde mayıs ayına intikal ettik, daha önce yüz kere yazdığım üzere mayısta Nadire'nin köye gittik. İmam Amca'dan kaçıp sigara içecek yer ararken çektiğim bir fotoğrafı koyayım:


Yağmurlu bahar günleri kadar güzel ne var şu hayatta bilmiyorum. Asi bir inek olduğu için gün içinde peşine düşmek gerekiyor Zoze Gülbahar'ın. (Gülbahar adını ben ekledim, kısmen kabul gördü, isim annesi sayılırım.)

Hazır kırmızı arabamız da görünüyorken fotoğrafta, şu türbe hırsızlığını yazayım.

Küçük yerlerde hayatın temposu yavaş ve tuhaf, insanı kısa sürede içine çekiyor ve allah biliyor çok seviyorum o tempoyu. Urla'da uzunca kaldığımda da aynı şey oluyor, herkesi susturup camiden okunan selayı filan dinlemeye başlıyorum. Datça'da kazıda belediye anonslarını takip ediyorum. Dersim'de köyde de aynı şey oldu.

Çılgın bir telefon ağı vardı köyde, o ev telefonu susmak bilmedi bir hafta boyunca. Nadire tek başına gidince ben de 2-3 günde bir arayarak dahil oluyorum artık, insan aramak istiyor. Bayağı arayıp teker teker herkesi soruyorum, "O nasıl? İyi mi? Bu nasıl peki, o da iyi mi?" Bu oluyor arkadaşlar, içimizde var. Telefonlu haber ağının yanında bir de yolda gördüğünüz insanlardan topladığınız informasyon var. Türbe hırsızlığı meselesine böyle dahil olduk.

Bir gün bahçede çay içerken telefon geldi, yakınlarda bir köydeki Sultan Hıdır türbesini soymuş birileri. İlk bilgilere göre akşamüstü kırmızı bir araba yanaşmış türbeye, hastaları olduğunu söyleyip gece türbede yatacaklarını ifade etmişler. Köy halkı sabah bakmaya gittiğinde türbe tamtakırmış, kırmızı araba da basmış gitmiş. 

Buradan sonrası kaos. Çünkü arabanın plakası için önce Adana dendi, sonra Çorum, sonra Ankara; plaka değil ama gelenler Ankaralıymış, hayır değilmiş filan. Türbeden ne çalındığı konusu da karışık, çok eski şahmeran varmış duvarda, o gitmiş dediler. Çok eski bir kılıç ya varmış ya yokmuş, ya çalınmış ya da hiç var olmamış, bunu bir türlü tespit edemedik. Bir kaç gün evde otururken, yürüyüşe çıktığımızda, arabayla bir yerlere giderken durmaksızın bu hırsızlıktan bahsettik. Sonra bir gün Burhan Abi ve Görüş bizi evde bırakıp kasabaya indi, dönerken yoldan bir amcayı almışlar arabaya. O amca olaylara bambaşka bir boyut getirdi.

Hırsızlığı polise/askere haber vermişler, komutan gelmiş türbeye. Polislerden birine "Çık sandukanın üstüne, bak neler var!" demiş. Polis abi "Yapamam edemem, ben buranın insanıyım, sandukaya çıkamam!" diye itiraz etmiş. Çıkarsın, çıkamazsın, derken çıkmış sandukanın üzerine ve düşüp bayılmış. Ayıldığında ne olduğunu sormuşlar. "KARA KIZIL BİR GÖLGE GELDİ, BENİ ALDIĞI GİBİ YERE ÇALDI," diye anlatmış olanları. 

Kara kızıl gölgenin ortaya çıkmasıyla yeniden dahil olduk türbe hırsızlığına, o arada Nadire de başka bir türbe ziyaretimiz sonrası çarpılıp kaynar suyla haşlanmıştı, bundan başka bir şey konuşamaz olduk. Derken başka bir kaynaktan daha eski bir türbe hırsızlığıyla ilgili bir tanıklık ulaştı bize. 

20-30 sene oluyormuş, hırsızlar köyden bir genç adamla anlaşmış. Bu genç türbeden eşyaları alıp hırsızlara teslim etmiş, kendisine söz verilen parayı da alamamış hırsızlardan. Sonra ortadan kaybolmuş. Yıllar sonra birileri bu genci uzak bir köyün pazarında görmüş, AYAKLARI YOKMUŞ! Sebebini söylemeyi reddetmiş, çok pişman olduğunu ama bir faydası olmayacağını belirterek uzaklaşmış. 

Tam bu ara Hozat tarafında bir köyde cinayet işlendiği için dikkatimiz dağıldı biraz, türbe meselesini çözemeden de tatilimiz bitti, Ankara'ya döndük. Birinin bunları yazması, kaydını tutması lazım. Ben gönüllüyüm aslında ama uzakta yaşıyorum, bir sürü ayrıntıyı kaçırıyorum. Türbe soymak herhalde bütün hırsızlıklar içinde bile aşağılık bir iş, çözmesi de polise düşüyor. Orada yaşayan insanların anlattıkları o kadar ilgi çekici ki işin bu adli kısmını unutuyor insan, bayağı mitolojik bir durumun içine çekiliveriyor. 

Bir dahaki gidişimde kaldığım yerden devam edeceğim, allah bilir neler oldu kaç aydır. Haberin linkini de bırakayım, kara kızıl gölge eksiğiyle olan biten ayniyle vaki: http://www.dersim-haber.com/sultan-hidir-turbesine-hirsiz-girdi-16597h.htm

Bunu aradan çıkardığıma göre geriye Nadire'nin haşlanması, Hozat'taki cinayet ve yeşil leğen efsanesi kalıyor. Umarım yıllar geçmeden onları da yazacağım.

(Ay yahu bu 5. deneyişim, bir türlü yollayamıyorum yazıyı. İki kere elektrikler gitti, kapıya gelen giden bitmedi, bir defa daha deniyorum. Yemin ederim ödüm patlıyor bu memleketin kara kızıl gölgelerinden abavvv!) 

July 26, 2017

Bakliyat ve Tişört - Dersim 3 / Ovacık'ı Pek Göremedik

Bu blog boyunca saçma sapan alışveriş tavsiyeleri vermiş olmam içime oturdu. İyi hiçbir şey mi yok yahu diye etrafıma bakındım. Şunları buldum:


Rabbim kimseyi ayna selfiesiyle sınamasın. Neyse.

Tişört, Özgür Kazova Tekstil'den. İki sene filan oluyor alalı, hunharca giydim, bana mısın demedi. Penyesi güzel ve yumuşak, baskısı sağlam. Üstümdeki "Gezi" modeli. Bir de "Göğebakan" almıştım, onu da çok severek giyiyorum. İkisi de pek beğendiğim Sadi Güran'ın illüstrasyonları.

Şunu da yazmam lazım, ben 40-42 bedenim, boyum 1.76, üstümdekiler erkek modeli ve XXL beden. Anca normal ve rahat tişört oluyor. Kadın modellerinin beli oyuk biraz, kolları da daha kısa. Bu klasik kesimi daha çok seviyorum. Neyse, bedenler biraz küçük olabilir yani, sipariş verirseniz aklınızda olsun. Sabah bir Göğebakan daha, bir de Saz sipariş verdim. Tişörtüm kalmadı doğru dürüst, bunlarla rahat ediyorum.

Şurada satılıyor, tanesi 20 lira.

Ovacık Belediyesi'nin nohut ve fasulyelerini almadan önce biraz sordum etrafa, fasulyesini övdüler. "Ulan taa nereden gelecek, bari geldiğine değsin!" diye 9'ar kilo sipariş verdim. Zaten 3 kiloluk paketlerde satılıyor. Bütün kış tükettik. Yani bayağı kalabalık bir grup olarak tükettik o 18 kiloyu, kızlara verdim, annemlere yolladım, arada yarımşar kiloluk paketler halinde hediye ettik eşe dosta. Çok acayip bir şekilde bereketli çıktı, hala fotoğraftaki kadar fasulye var. Bir bu kadar da nohut.

Tam olarak kaç paraydı kilosu hatırlayamıyorum, 7-9 lira arası bir şeydi. PTT ile ödemeli yolluyorlar, teslim alırken ödüyorsunuz yani parasını. PTT de bir miktar taşıma ücreti alıyor. Bizim mahallenin marketlerindeki bakliyattan ya ucuza geldi ya da onlarla aynı fiyata, üstelik Ovacık'ta çocuklara okul bursu oldu. Ve çok güzel nohut, çok güzel fasulye. Fasulye nohuta göre inatçı çıktı, pişmesi daha uzun sürüyor fakat nefis ikisi de.

Annemin arkadaşları da satın almak istemiş, bir türlü cevap alamamışlar, "Lanet olsun böyle komünizme!" dediler. O süreç biraz zorlu olabiliyor, çünkü bakınız sistem şu:


Ben erken davrandım, sabrettim, fasulyesizlikten ölmeyecektik nasıl olsa. 4 Ekim'de email atmışım belediyeye, 17 Kasım'da "Emaillerde aksaklık oldu, kusura bakmayın, bize telefon numarası verin" diye cevap yazmışlar. 24 Kasım'da da elime ulaşmış paketler. Tertemiz bez torbaların içinde geldi üstelik.

Demek istediğim, bu alışverişleri tabii ki destek olsun diye yapıyorum ama verdiğim paraların karşılığını da alıyorum, kuru kuru Ovacık fanatikliğinden değil. Gezi'nin de gazıyla "Yürü be patronsuz Kazova Tekstil!" furyasına hepimiz dahil olduk, iyi de yaptık, ne güzel tişörtler üretiyorlar. Kim, hangi şartlarda çalışıyor biliyoruz. Bayağı evlerine ekmek götürüyorlar.

Neyse, bekliyorum hasat yapılsın, gene kışlık fasulye ve nohut alacağım posbıyıklı başkandan.

Ovacık'ın merkezi bir avuç bir yermiş. Etrafında nefis köyler var, içlerinden gürül gürül su akıyor. Yüksek dağların arasında uzanan tepsi düzlüğünde bir ovanın ortasına kurulu Ovacık. Toprak da taşlı bayağı, geçerken "Oha kesin eski göl tabanı burası" dedik, taşçı toprakçı insanlar olduğumuz için. Şunu da yaptık tabii:


Nadire eliyle rabia yapmıyor, nüfusa dördümüzü ekliyor. Burhan Abi bir türlü yakına gelmedi, eline tutuşturduğumuz ipadden de nefret etti. Şu karenin 80. versiyonunu çekerken "EEE BESE!" diye bağırıp arabaya geri döndü.

Hatırlarsanız maceranın bir önceki bölümünde Munzur Gözeleri'nden sıkıca tuttuğumuz çişimizle ayrılmıştık. Bu sebeple koşarak Cuba Cafe'ye girip tuvaletinin önünde birbirimizi iteledik. Arkadaşlar, Cuba Cafe'nin tuvaleti unisex. Dünya birbirini döverken bu cinsiyete göre tuvalet meselesi için, Ovacık yürümüş geçmiş. Lafı bile edilmiyor. Çok yeri olmasa da şu son keşfimi araya sokacağım, Zihnin Arka Sokakları ve Bayansilvia ile güleriz sonra. Twitter'da görüp kopyaladım:


Tuvalet tertemizdi, bütün kafe pırıl pırıl zaten. Havalı bardaklar, tabaklar, kara tahtaya menü filan, bildiğiniz herhangi bir büyük şehir kafesinden eksiği yok, fazlası var. Çünkü bütün o pizzaların mizzaların yanında burada Dersim'in kendi yemekleri de var.

Tabii ki hiçbir şeyin fotoğrafı yok, şu iki kare var sadece:



Kahve de lezzetliydi. Biraz bakınıp Başkan Bey'i görür müyüz diye merak ettik. Yan masada birini "Başkan gelir akşamüstü" derken duydum. Fakat bizim yola çıkmamız lazımdı, Burhan Abi karanlıkta gitmek istemedi, genelde pek kimse gece yolda olmak istemiyor zaten. Kahveleri dikip kalktık, Ovacık'ın kısacık ana caddesinde bir gidip geldik. Berkin Elvan Halk Kütüphanesi'ni gördüm, Belediye Binası'na selam verdik, o sırada belediye otobüsü yanaşıp yolcu indirdi. Valla insan kendini tutamıyor, "Aooooo bedava ulaşımlı otobüs!!" diye tezahürat da yaptık. Genç kızlar akşamüstü yürüyüşüne çıkmıştı, Ovacık'ta bir akşamüstü piyasası olabilir, giyinip süslenip yürüyüş yapmalı piyasa. Ankara'da görmediğim kadar crop top gördüm Ovacık'ta.

Velhasıl, Ovacık'ta bir miktar kafe, bir adet bira içilecek yer filan var, başka da bir şey yok. Bungalov otel var yalnız, orada çok gözüm kaldı, güzel görünüyordu bungalovlar, ağaçların içinde, sessiz. Bir dahaki gidişimde birkaç geceyi orada geçirip arabayla sağa sola gidebiliriz diye düşünüyorum. Çünkü sağda solda çok acayip yerler var.



Yeni keşfedilen buzul var bir de:
https://www.evrensel.net/haber/326038/munzurda-kesfedilen-buzul-ilk-kez-yerinde-goruntulendi

Bunlar hep 7 saatlik tırmanma, 10 saatlik tırmanma, bilmiyorum yapabilir miyim. Buralar olmazsa daha küçük ölçekli doğa yürüyüşleri yapmayı çok isterim. Neyime güveniyorum bilmiyorum. Hızır'a güveniyorum herhalde.

İki gün önce festival başlayacaktı Ovacık'ta:


Güvenlik gerekçesiyle izin verilmemiş, bir sürü de para harcamışlar hazırlıklar için, çok üzüldüm. Ovacık'a vakit ayıramadığımıza da üzülüyorum, o yüzden barbar kocamı da alıp tekrar gitmeyi çok istiyorum. Bir Dersim tatili yazısını daha özel güvenlik bölgesi ilanıyla bitirdiğime inanmayarak gidiyorum. Yarabbi.

July 5, 2017

Dersim 2 / "E cigeram ne etti bu insanlar sana?!"

Nadire köye en son bir arkadaşını götürdüğünde yıl 1990 filanmış, uçakta hıyar gibi sordum:

-Ay ben köye götürdüğün ilk sünni arkadaşın mıyım yoksa?
-Alevi de götürmüyorum ki.

Bu kısa konuşma benim ayrımcı hödüklüğüme vurgu yaptığı kadar Nadire'nin keçimsi karakterine de dikkat çekiyor. Gerçi bilemiyorum, telefon eden akrabaya eşe dosta "Nadire'nin arkadaşı geldi" deyince "Aovv bu zamanda geldi? Aferin valla" diyenler olmuş. Bu zamandan kasıt Dersim'in sağının solunun özel güvenlik bölgesi ilan edilmesi, yolların ulaşıma kapatılması, operasyon yapılması filan. Gene turistik tavsiye olarak gitmeden önce bu özel güvenlik bölgesi işini takip etmek gerekebilir, biz oradayken sadece Hozat, Ovacık ve şehir merkezi tarafları açıktı. Biz döndükten sonra oraları da kapattılar ama süreli şeyler bunlar, "Şu tarihten şu tarihe kadar" diye ilan ediliyor. (Sonra neden internette turizm şeysi bulamıyoruz? Ayh neyse.)

Bir yandan bu durum, bir yandan da benim kendimi ailenin en dini bütün olmayan üç evladının arasında bulmuş olmam, gittiğimiz her yerde "Bu Mina, dönmeye geldi" diye takdim edilmeme yol açtı. Ve aman yarabbi ne kadar eğlendiler anlatamam. Aldığım tepkileri ikiye ayırabilirim:

1. "Niye?"
2. "Ahahhahhhahha! Ay! (Gözünden akan yaşları siliyor)"

Ben olsam turizm broşürüne "insanları jilet gibi bir mizah anlayışına sahip" diye eklerdim, en azından benim tanıştığım herkes öyleydi, kendimi evimde gibi hissettim.

Eve vardık, mutfağa çöktük, Nadire'nin babası İmam Amca masanın karşısından gözünü kısıp bana bakmaya başladı. İmam Amca 70lerinde, upuzun boylu, heybetli, insan içine çıkarken üç parçalı takımını, kolalı beyaz gömleğini giyip fötr şapkasını takıyor, insanı kendi üstündeki kot ve tişörtten utandırıyor.

Kulakları iyi duymadığı için ben masanın ucundan duyuramadım sesimi, Nadire yanına çöküp benim yerime cevapladı, siz okurken herkesin avaz avaz bağırdığını hayal edin lütfen:

-Nadoo! Arkadaşın kimdir?
-Mina baba, okuldan arkadaşım. Dönmeye geldi. (Çünkü Nadire neden kaçırsın bu fırsatı, değil mi?)
-... (İmam Amca bana bakıyor sessizce.)
-Dönecekmiş baba, alevi olacakmış. (İyice kanırtsın ki olaylar patlak versin.)
-Dönecek miymiş? (Bana bakıyor. Ben ebleh gibi kafamı sallayıp onaylıyorum.)
-He.
-Anası babası kimdir?
-Anası solculuktan hapis yatmış, babası Dev-Gençli, Sinan Cemgil'in arkadaşı.
-Dev-Genç he? Sinan he? (Memnun oldu bu noktada.)
-He.
-(Bana dönerek) E CİGERAM NE ETTİ BU İNSANLAR SANA?!

İmam Amca'dan yediğim ilk fırça buydu, son da olmayacaktı. Kısa sürede ineğin peşine yollamaya başladı beni, "ZOZE NERDEDİR?" Sigara içmeme karışmaya başladı "DUFE DUFE!" İstemiyor kimse sigara içsin, çok da haklı, bir gün sıkıştırıp Nadire'yi sigaraya alıştırmamamı rica etti. Diyemedim ki ben bulduğumda fosur fosur içiyordu zaten, alıştırmayacağıma söz verdim mecburen. Ailedeki bütün kadınlar sigara içiyor ama bunu bir ninja kabiliyetiyle saklanarak yaptıkları için İmam Amca'nın haberi yok. Ben saklanmayı beceremedim, bir hafta boyunca işittiğim azarın sonu gelmedi.

Neyse, fırsat buldukça dönmek konusundaki niyetimi sorgulayan İmam Amca'ya kah konuyla zerre alakası olmayan bir deyişle, kah berbat aksanım yüzünden anlamadığı ve evden birinin tekrarlaması gereken Zazaca iki mısrayla karşılık verdim. Yakındaki bir türbeye gittik, Munzur Baba'ya gittik, her eve girişimizde Nadire'ye sordu "Naaptı? Öptü mü? Mum yaktı mı?" O arada Nadire gazladı da gazladı, "Hızır orucu da tutuyor. Aşure de yapıyor." Çoğu yalan. Aşureyi üç kişi birlikte yaptık, hayatımda herhangi bir orucu tutmuşluğum yok, oruç tutan biri değilim. İmam Amca bir türlü emin olamadı benim niyetimden, zaten kendi üç çocuğuyla beraber tam manasıyla bir kaos yaratmayı başardık bu konuda, birimizin dediğini diğerimiz inkar etti. Çocuklarını dalga geçiyorlar diye azarladı ama bana bir şey diyemedi.

Sonunda beni karşısına oturttu, önce sordu, "Sıdkı bütün müsün cigeram?" Dedim ki "Olmaya çalışıyorum. Olmak istiyorum." Sonra da dedi ki "Klem sen bunları dinleme, sen kalbin nereye diyorsa oraya git." Hayatımda bundan güzel, bundan nazik bir tavsiye almadım. Başka da tavsiyeye ihtiyacım kalmadı bence.

Munzur'dan biraz fotoğraf koyayım. Munzur Gözeleri'ne varmak için önce Munzur Vadisi'nden, sonra da Ovacık'tan geçtik. Vadi muhteşem güzellikte, çoğu zaman nehrin kenarından gidiyor yol. Milli Park aynı zamanda, girişten çıkışa kadar su alacak filan yer yok. O yüzden vadiye girmeden almak lazım.



Döndükten sonra da "Bir hafta gittin, üç kare fotoğrafla dönmüşsün!" diye fırça yedim, siz benim gibi olmayın, fotoğraf çekin. Ne bileyim yahu, etrafıma bakmaktan aklıma gelmiyor fotoğraf çekmek. Bakıyoruz fotoğrafa, ne güzel su, ne güzel ağaç tamam ama sesler, kokular, arabada çalan şarkı, nasıl güldüğümüz filan, onlar hep aklımda. Onları zaten anlatmanın bir yolunu bilmiyorum ben.

Vadinin girişine yakın Ana Fatma ziyareti var, orada da mum yaktık. Fotoğraf yok tabii.

Ovacık'a dönüşte uğrarız diye hızlıca geçtik, eve Munzur'dan su doldurup götürebilmek için beş dakika durup bidon aldık sadece. Sonra çok makbule geçti o su, evdekiler çok sevindi.

Munzur Gözeleri, Munzur'un doğduğu yer. Su küçük kaynaklardan çıkıp birleşiyor, coşkuyla akmaya başlıyor. Etrafı da yüksek, tepeleri karlı Munzur Dağları ile çevrili zaten. Oturacak yerler, gözleme ve çay var. Kendi yiyeceğinizi götürüp piknik de yapabilirsiniz. Fakat tuvalet meselesi dertli. Bir göz tuvalet var tepede bir yerde, daha yarı yoldayken tuvaletin oradan bizim gibi iki ziyaretçi seslendi bize, "AOOOO YOOOO DÖNÜN DÖNÜN! GERİ DÖNÜN! OLACAK GİBİ DEĞİL BURASI!" diye. Buradan yetkililere sesleniyorum, insani koşullarda çişimizi yapabilelim. Biz yapamadık o gün. Kimse yapamadı.


Munzur'a gelene kadar hiçbir aleviliklerini görmediğim yol arkadaşlarım nedense burada heyecanlandılar, bir taşa toprağa sevgi, bir içsel coşku içinde fotoğraftaki dağa doğru yürüdük, ilk göze o taraftaymış, oradan başlamak lazımmış çünkü. Yolda beni bir miktar itmek ve çekmek zorunda kaldılar ama vardık ilk gözeye.


Çok da güzel bir su. Zaten şişeleyip satıyorlar, Munzur Su dolum tesisleri de burada. İlk gözenin etrafından dolandık, daha da kayalık yerlerden tırmanıp hoplayıp zıplayarak düze indik, Nadire ile mum yaktık.


Kayaları da öptüm. Valla içimden geldi, en temiz hislerimle öptüm. Bir şey de dilemedim, hayat ile aramızda bir alacak-verecek yok, yaşadığımın farkındayım, en sevindiğim şey bu.

Bu muazzam güzellikteki yer kutsal olmayacaktı da ne olacaktı, zaten dünyadaki en doğal inanç sistemi bu. Kitaplı dinlerden önceki paganlığından/şamanlığından birazını bile olsa korumuş nereye gitseniz var bu, doğadan daha kutsal ne olabilir bir insan için? Seni doğup büyüdüğün toprağa bağlıyor, vallahi belki ayıp olacak ama dini vecibe için 3000 kilometre yol gidip dilini bilmediğin, tamamen yabancı bir coğrafyada dua etmek bana hep çok tuhaf gelmiştir, biraz da "endüstriyel" gelmiştir. Dersim'de dua ettiğimden de değil, ben misafirdim orada ama oralıların neden dua ettiğini anlayabiliyorsunuz. Haydi duayı geçeyim, herkes inançlı olmak zorunda değil; insanların dağla, taşla, otlarla, kuşlarla olan bağı beni çok etkiliyor. Yürürken bitkilerin isimlerini söylemeleri, mevsimleri tarif etmeleri filan, hayatta en özendiğim şey.

Gözlemecilerden birine çöktük, abla çok güleryüzlü, çok tatlıydı. Gözleme söyledik, "E valla üç tane kaldı sadece, onları da yapalı çok oldu?", çay söyledik, "Ya çay sıcak değil, çok rüzgar var, soğuyor çay?" Gözlemeler taze, çay da sıcaktı; ablanın standartları çok yüksekmiş ve yani insan neden gözleme satarken bu kadar açıksözlü olur bilmiyorum. Sonra gelip sigaramızdan aldı, biraz bizle oturup çay içti. Benim için "Yabancı herhalde?" demiş, nedense "Aaa yooo! Biraz önce döndü o!" diye girişmedi yol arkadaşlarım. Sessizce oturup çay içtik, rüzgar esiyordu, yüzüm güneşten yanmıştı, gürül gürül su sesi neredeyse bir bulut gibi etrafımızı sarmıştı.

Ve çok çişimiz vardı a dostlar. Yarım saat filan oturabildik ancak, arabaya doluşup Ovacık'a attık kendimizi. Yarın yazayım artık Ovacık'ı, Küba Kafe'yi filan.



June 30, 2017

Dersim 1 / Böyle Ne Bileyim, Farklı Bir Kültürel Yapı?

Efendim, ben de herkes gibi kalkıp bir yerlere gitmeden önce oturup gugıllıyorum, şöyle bir neler var bakıyorum. Sarajevo'ya mesela, ilk gidişimizde kendimizi körlemesine bıraktık sokaklara, pek de güzel oldu. İkinci seferden önce şu blogu buldum: http://www.gezicigunluk.com/etiket/saraybosna-gezi-notlari
Ne güzel anlamış şehrin ruhunu ve ne güzel yazıyor, çok beğeniyorum. Sarajevo'dan sonra başka seyahatler için de baktım bu bloga, hep iyi fikirler verdi, güzel yerler tavsiye etti.

Neyse işte, Dersim'e gitmeden önce de gugıllayarak bir yerlere varmaya çalıştım. Varılmıyor a dostlar. Yani yolunuz genellikle dosdoğru şavak tulum peynirine çıkıyor. Çünkü sizin coşkulu turistik niyetiniz ile arama sonuçları arasında beton bir duvar gibi devletin resmi dili dikiliyor. O da şöyle bir şey:


Tunceli ilinin Anadolu toprakları üzerinde coğrafya işgal etmesini geçiyorum, "occupying space" gibi bir manada kullanmışlardır belki, bilemiyorum. Ama aleviliğe alevilik denmiyor, "farklı kültürel yapı" deniyor. Yani "Bu fotoğraftaki kadın neden kayaları öpüyor? Neden mum yakmışlar?" filan diye merak ederseniz eğer, cevap "Farklı kültürel yapı."

Aynı bağlamda (ouuvv coşarak yazıyorum, bağlam mağlam) gene herkesin kayaları öpüp mum yaktığı Munzur Gözeleri'nden de "mesire yeri" olarak bahsediliyor, Munzur Baba ve Düzgün Baba ise "yöresel halk edebiyatı" başlığı altında ele alınmış. Öyle bir insan topluluğu yaşıyor Tunceli'de, kültürel yapı farklı, mesire yerleri var, ters lale var. Yani ne bileyim, yaşamayı severler, çevreye duyarlıdırlar filan ne güzel de ben en azından "engin hoşgörülüler" yazmaya utanırdım. Neye hoşgörülüler güzel kardeşim tam olarak? 

Tabii alternatif olarak turizm broşürü okumayabilirsiniz, sinirlenmeyebilirsiniz. Ben öyle biri değilim. Fakat bir yerden sonra bıraktım peşini çünkü misafir olarak seyahat etmenin muhteşem bir konforu var; hiçbir şey için çaba göstermiyorsunuz, her şeye maruz kalıyorsunuz. Ben tam olarak öyle biriyim.

Ankara'dan Elazığ'a yan koltuğumuzda oturan ve telefonunu kapatmayan, yetmezmiş gibi teke gibi kokan oğlanla uçtuk. Elazığ'da Nadire'nin abisi ve kardeşi bizi havaalanının önünden topladılar, köye doğru yola çıktık. Tek derdim Pertek feribotuna binmekti.

A post shared by Mina (@kokobella) on

Kafamdaki bütün Dersim görüntüleri instagram'da gördüğüm fotoğraflara dayandığından feribota binmezsem ölecektim. Nadire uçakta "Aa yoo ne feribotu? Karadan gideceğiz, daha kısa yol var" dedi, ağlamaklı oldum. Eğleniyormuş benimle. Feribotu beklerken ışkın da aldılar bana, bir yandan kemirdim bir yandan gözümü feribota dikip bekledim. 

Feribotta çay içtik, (feribot feribot feribot), Pertek'e indik, ilçeden çıkmıştık ki Nadire dönüp "Telefonlar birazdan çekmemeye başlayacak, arayacaksan şimdi ara. Buradan sonrası in dı midıl of noğver" dedi. Öyleymiş hakikaten. Ve fakat telefonsuz da yaşamak mümkünmüş. Şehre, ilçeye filan indikçe hızlıca twitter'a baktım, bir iki telefon ettim. Zaten ne barbar kocam ne de anam babam merak eden insanlar değiller. Babamla ilk konuşmamız şu şekilde gerçekleşti:

-Baba naber? Yav evde çekmiyo telefon, biz bir tepeye tırmandık da aradım.
-Aaa? Niye çekmiyor evde telefon?
-Dağların arasındayız? Bilmiyorum baba, baz istasyonu yok demek ki.
-Allah allah nasıl olmaz?
-Baba neyse. Ben sana ev telefonunu vereyim, bir şey olursa orayı arayın.
-Sizin evde telefon mu var?
-Ne?
-Sen nerdesin yahu?
-Dersim'deyim baba, köydeyim. Pes. Yani gerçekten.
-Aaaaa! E dur dur, doğru evet!

Bence bana telefon lazım değil. Gerçekten. 

Eve ulaştık, sarıldık öpüştük, mutfaktaki masaya çöktük. Sandalyemin arkasından bir esinti geliyor, anlamadım, dönüp örtüsünü kaldırınca ocağı gördüm. Ocak, dünyanın en güzel şeyi.


Ocak, bildiğiniz medeniyetin merkezi. Ay bu da tam "Deyzeeem ne bişiriyon?!" fotoğrafı olmuş ama siz öyle düşünmeyin. Nadire'nin annesi kendi feminist devrimini çoktan gerçekleştirmiş, "Size her gün yufka mı açacağım? Gidin ekmek alın!" diye püskürttü bizi. Bu ilk ve son yufkaydı yani, bir kısmıyla nan e şir yaptık, kalanını da kahvaltıda yedik.  

Bugünkü yazımı farklı kültürel yapı şeysiyle bitireceğim. Bize büyük odayı ayarlamışlar, Nadire'yle birbirine paralel iki yatağa yattık, kendimi yün yorgana dürüm gibi sardım. (Ha mesela turistik tavsiye olarak, mayıs ayında geceler soğuk oluyor, polar giyilir. Gündüzleri güneş çok yakıyor. Ara ara bitmek bilmeyen sağanaklar da yağıyor. Olaylar, olaylar.) Sabah yün dürümümün içinde uyandım, manzaram şuydu:


-Nadire? Bunların üçü de mi Ali?
-Hayır yahu, ortadaki Ali. Öbür ikisi Hasan ve Hüseyin.
-Alttakiler kim?
-12 imamlar.
-Birinin yüzü yok?
-Mehdi o. Daha gelmedi.

Sonra yattığı yerden 12 imamı saydı. Ya gözleri şahin gibi ya da ezbere biliyor, emin değilim zira Nadire'nin farklı kültürel yapıyla inişli çıkışlı bir ilişkisi var. O inişi çıkışı ilerleyen günlerde görecek, görmek ne kelime dev bir tokat olarak tecrübe edecektik.  

Bir cinayet, bir hırsızlık, bir yeşil leğen, uçan bir çaydanlık, kara kızıl bir gölge, kayaları öpebildim mi, destur alabildim mi, bunları hep yazacağım. Sözlerime "Klem klem, her şeyde bir hayır vardır" diyerek son veriyorum. Bir haftalık tecrübemin neticesinde spritüel olarak vardığım yer bu.