Showing posts with label güzel hayat. Show all posts
Showing posts with label güzel hayat. Show all posts

October 31, 2017

Nalet Pazarcı

Biz bu "her gün kendimizle ilgili bir bilgi yazıyoruz" şalanjında Cessie ile başbaşa mı kaldık a komşular? Ben yazmaya devam edeceğim. Düzenli yaptığım iki şey var, biri bulduğum şalanja yapışmak, diğeri de şimdilik spora gitmek. Bu ikincisinin süreceğine dair etrafımdaki hiç kimsenin umudu olmadığından bari şalanjı bırakmayayım. Bana düzen lazım.

Facebook bulup çıkardı şu fotoğrafı geçen gün, 2007'de sonbaharı Ankara'da dağ bayır dolaşarak geçirmişiz. Burası sanırım Eymir civarıydı.

Günün bilgisi: Sopalara olan ilgim o günlerde başladı.

Ya Nadire'nin elinde görüp gasp ettim ya da Nadire'de görünce bana da bulması için kendimi yerlere attım, tam hatırlamıyorum. Ama bir uzun sopam olmazsa oracıkta fenalaşacaktım.

Kendi kendime gidip doğada yürüdüğüm yok ama ne zaman iş için yürümek zorunda kalsam sopadan başka bir şey düşünemez oluyorum.

En son geçen bahar Pertek'te yürüyüşe çıktık, karayolunun kenarından komşu köye doğru. Dönerken Nadire'nin boş vakitlerinde maraton koşan abisi Burhan "Şuradan saparsak kestirme yol var ama tırmanabilir misiniz bilmiyorum," dedi. Ben "Yok canım, hayatta tırmanamayız," diye ağlaşırken Nadire kendini çalıların arasından tepenin eteklerine atmıştı bile.

Acilen bir sopa buldum. İlk 10 dakika filan söylenmeyi başardım, sonrasında 90 derece açıyla dikilen bir kayalığın ortasında bulunca kendimi, can derdine düşüp çenemi kapattım. Yol kesinlikle kestirme filan değildi, Burhan tepeye tırmanıp manzarayı seyretmek istedi bence, ben de o arada heder oldum.

Düze çıkınca biraz oturduk, sık ağaçların arasında bir açıklıktı. En son ne zaman öyle bir sessizliğin içinde oturdum bilmiyorum, sadece hafif bir rüzgar ve ağaçların uğultusu. Gözlerimi kapattım, bu anı unutmayayım diye kendime tembih ettim.

Sopa, dün Nadire'yle konuşurken bir kere daha aklıma geldi. Zaman zaman "Tarla alalım, ekip biçelim, pazarda satarız. GİT LOTO OYNA." diye musallat oluyorum. Ufukta bir alternatif var, ağaçlarımız olabilir, sabah 8'de dolmuş kuyruğunda beklemeden yaşayabiliriz hayalleri kurmazsak iyice aklımızı kaybedeceğiz diye korkuyorum çünkü.

Salondaki yeşil yapraklı benjamin bitlenmişti, bir yandan onu anlatırken bir yandan da sahte organik tarım işine ikna etmeye çalıştım. "Sana pazarcı önlüğü dikerim," dedim. Ben para sayamıyorum, kafam çalışmıyor, birinin tezgahta durması lazım.


Nalet Zeytin Çiftliği'nin temellerini böylece attık dün, sanırım tezgahta durmaya da ikna oldu. Size ilaçsız zeytinlerden ayırırım, merak etmeyin. Gerçek doğal organik zeytin.

January 29, 2017

(13) Üstüme Tavuk Atın

Valla günlerimin bir kısmını Ankara'dan nasıl da gitmişiz ve nasıl da sakin bir hayatımız var diye hayal kurarak geçiriyorum. Nankörlükten de değil, gerçekten seviyorum Ankara'yı, iyi insanlar buldum burada ama yıldım biraz. Ben de yıprandım, şehir de yıprandı. Bir de kışından bıktım buranın, ben böyle soğuk iklim insanı değilim. (Hala duymayanınız kaldıysa "Ankara şehriyle ünlü bir soğuktur" esprisini de yazayım buraya.) (Tabii memlekette Kars filan yokmuşçasına ağlaşmak da ne güzel.)

10 sene sonra daha ılıman yerlerde görmeyi arzuluyorum kendimi, genel olarak şöyle hayallerim var:


Milkşeyk kalp kalp kalp.


















Bunlar hiç kolay şeyler değil, onu da biliyorum. Ben mecbur kalarak öğrenebilen biriyim, kendi kendime bir adım yol almam ama atın beni tavukların içine, düşe kalka beceririm. Bir yandan da 15 senelik filan dağ başları kazı-kamp hayatı tecrübeme güveniyorum. Oralardan nispeten sağ döndüysem, küçük ölçekli çiftçilikte de bir şansım olabilir.

Eski fotoğraf ayıklarken şunu buldum:


Bu bir tuvalet. Bizimkiler bundan daha da zavallıydı, bu Göbeklitepe'nin sahra tuvaleti. Aslında kendinizle başbaşa kalıp hayatı sorgulamak için harika yerler bunlar, ben hep "Allahım çoban gelecek sürüyle, göz göze geleceğiz" paniğiyle yaşadığım için iyi hatırlamıyorum.

Neyse işte, böyle hayaller. Gitmeden küçük bir notum var:

Bilimsel teorilere inanılmaz; bir inanç nesnesi olmadığı gibi "teori" diye adlandırılmış olması da her yoldan geçenin çürütebileceği manasına gelmez. Bilimsel teori, hipotez değildir

Eski ve çürümüş olduğu iddiası da ne güzel, koskoca hükümet sözcüsüsün, söylersin. Ne yapacaklar, senden şüphelenip internete girecekler de makale mi okuyacaklar?

Okullarda hem evrim teorisi hem de din kültürü okutulabilir, ne mahsuru var? Ben lisede İslam Tarihi'ni seçmeli alıp 95 ortalama getirmiş insanım, ayılar gibi çalışmıştım oturup. Tarih öğretmenimiz Neriman Hanım normal hayatında başörtülü, okul sınırları içinde başörtüsüzdü, 1990'lardan bahsediyorum. Üniversite sınavından sonra okula gidip "Arkeoloji kazandım ben" dediğimde gözleri dolu dolu beni göğsüne bastıran tek öğretmendi aynı zamanda. Dinler tarihi, insanlık tarihidir ve okunması da gereklidir. Evrim teorisi de öyle. 

5 sene önce yerin dibine soktuklarının bugün sözcülüğünü yapan birine güven duyamıyorum. İşletme ve iktisat eğitimi almış birinin biyoloji konusunda atıp tutmasını da tuhaf buluyorum.

10 sene sonra bütün bunların gündemimizden çıkmış olmasını da bütün kalbimle arzu ediyorum.

January 5, 2015

Yılbaşı, Ganzınrozıs, Bir Yeni Yıl Kararı

Yılbaşı gecesi pek ne yapacağımızı bilemedik, bir ara Ankara'nın Bağları çalınca ilk ayağa fırlayıp oynamaya başlayan olmama hala inanmakta güçlük çekiyorum. Hayatımın büyük kısmını İzmir'de geçirdim, şimdi "Ah Ege ah, şevketibostan, çiğdem, klorak" falan diye ağlaşsam bana kim inanır?

Annem müziği çok gürültülü bulduğunu beyan etti, barbar kocama gözlerimi belertip "Kıs, sesi kıs, anneme fenalık geldi" dedim. "E ama annen senin arkanda dans ediyor, anlamadım ki?" diye cevap verdi. Annem gizli gizli şuna dans ediyormuş:



Babam "Ganzınrozıs" dedi. "Evet" dedik. Bu arada, bu ikisine "Akşamüstü gelin, 7 gibi gelin" dedim, 5'te kapıya dikildiler, kucaklarında bir kase sigara böreğiyle. Bornozla karşılamak zorunda kaldım. Arkalarından barbar kocamın abisi ve iki yeğen, bir arkadaşımız, ilerleyen saatlerde bir arkadaşımız daha geldi. Kudi herkese ayrı ayrı karşılama töreni tertip etti. Bir ara kapıyı açık görünce şüphelendim, Kudi'yi üç kat aşağıda, tanımadığım iki ergen oğlanla sarılıp öpüşürken yakaladım. Hızını alamamış salak.

Biz de hızımızı alamadık, saatler 12'yi gösterdiğinde kalkıp öpüştük. Böylece başladı yani 2015. Senden hiç beklentim yok 2015. Bak beş gün olmuş, aynı 2014 gibisin, değişik hiçbir şey yok. Olmayacak da büyük ihtimalle, o yüzden kendimle uğraşmaya karar verdim. Hemen izah edeyim.

İyi şeylerin havada süzülerek geldiği falan yok, yeni yıldan sağlık mağlık dileyebilirdim. Ama sigara içiyorum. Ama düzenli egzersiz yapmıyorum. Yani 35 yaşımın -artık ne kadarı kaldıysa- dinçliğinden yiyiyorum, hazırdan yiyiyorum. Yine 35 yaşın tecrübesiyle biliyorum ki sırf yeni yıl geldi diye sabahları yoga yapmaya başlamayacağım, yayvan biriyim, disiplinli değilim. İki hafta yapar, sonra sallarım.

Bu ahval ve şerait içinde et yemeyi nasıl bıraktım mesela? Hayatımda hiçbir şeye göstermediğim dikkati buna gösteriyorum, hiçbir alanda sağlayamadığım istikrarı bu konuda sağladım ve sebebinden çok emin değilim. Galiba vicdanımı yaralayan bir durum olmasından kaynaklanıyor. Zaten elimde sadece vicdan ve nereye musallat edeceğimi bilemediğim bir öfke var. Teşekkürler Türkiya!

Neyse yani, mıy mıy söylenip duruyorum, bari biraz icraat olsun dedim, 2015 boyunca hiç kıyafet almamaya, kendimi sınamaya karar verdim. Şuursuzca alıyorum, dükkanlardan alıyorum, internetten alıyorum ama nedense sürekli aynı 3-5 parçayı giyiyorum. Bir insanın kaç kot pantolona ihtiyacı var? Kaç tişört lazım? "Ay çok ucuaaz!" diye diye almışım, elimi attığım yerden tişört çıkıyor, aklımı kaçıracağım. Şu anda evde 6 tane palto, 3 tane deri ceket, 8 tane yağmurluk, 3 tane kot ceket, 2 tane pardesü var. Bir kısmını kardeşim burada bırakıp gitti ama insaf yahu. Sürekli aynı paltoyu ve aynı yeşil yağmurluğu giyiyorum; bu nasıl bir manyaklık bilmiyorum.

Ben bu hislerle kendimi yerken şöyle bir blog gördüm, almadim.blogspot.com.tr , yazarını tanımıyorum ama biraz cesaret verdi bana. Onunki daha kapsamlı bir "almama" macerası, benimki biraz daha korkak bir karar.

Şunları almamaya karar verdim; çorap ve don da dahil olmak üzere her tür giyim eşyası; toka moka, takı, güneş gözlüğü dahil olmak üzere her tür aksesuar; çanta ve ayakkabı. Var çünkü bunlar, allah biliyor ki birkaç kişiye yetecek kadar var. İncesinden yünlüsüne 60 civarı eşarbım var, 30'a yakın bez çantam var. Ayakkabılardan bahsetmek bile istemiyorum; bu ayakkabı-eşarp-bez çanta üçlüsü elele tutuşup çığrından çıkmış vaziyette.

Şunlara müsaade var; örmek, dikmek, eldeki kıyafetlere tadilat yapmak-yaptırmak, değiş-tokuş.

Bir diğer kalem de kitaplar. Çok merak ettiğim 2-3 kitap var, onları sipariş edip (belki de etmeyip, bilmiyorum) bu sayfayı da kapatacağım 2015 süresince. Kitap alışverişi konusunda da çok açgözlü davrandığımı düşünüyorum. Kütüphaneler var, arkadaşlarımın kitaplıkları var, kitapsız kalacağımı hiç sanmıyorum. Düzenli aldığım dergileri almaya devam edeceğim, ordan kısıntı yapmadım. Kırtasiye konusunda da biraz frenlersem kendimi ne güzel olacak, gene aynı soruya döneceğim bakın, bir insanın kaç kitap ayracına ihtiyacı var?

Kimseye bir faydası dokunmayacak ama umarım kendimi biraz terbiye etmeme vesile olacak yeni yıl kararım bundan ibaret. Hakkımda hayırlısı olsun.

Ergenliğimden beri tanıdığım bir arkadaşım var, Atıl. 14 yaşında falandık, bir süre çıktık, olmadı. Sonrasında birbirimize yapışık olarak hayatımıza devam ettik, başkalarıyla çıkıldı mıkıldı, o buluşmalara da beraber gidiyorduk ruh hastası gibi. Her gün görüştüğümüz halde mektuplaştık, bir ara kendimize birer televizyon dizisi karakteri seçmiştik, sanki o insanlarmışız gibi mektuplaştık. Zaman zaman ne kadar şizofren bir dünyamız olduğunu şimdi düşününce anlıyorum, gözümden yaş geliyor gülmekten. Biz yırtık kotlarımızla, patlak konverslerimizle falan çok alternatif yaşar giderken, Atıl'ın annesi bana okunmuş pirinç yollamayı hiç ihmal etmedi mesela. Ben de sınavlardan önce yutmayı hiç ihmal etmedim. Daha komiği, Atıl'la benden bir 10 tane falan daha vardı, sinema pasajında yaşayan bir ergen topluluğuyduk.

Atıl yeni yıl mesajı atmış, "Kaldırımlar biliyor, bir devir muhteşemdik. Mutlu yıllar!" diye. Düşündüm, ulan hakikaten hiç fena değildik. Eminim dışardan gerizekalı ergenler olduğumuz belli oluyordu ama o rakınrol kardeşliği içinde ne güzel varoldum ben. Hiçbir şeyimiz yoktu ama her şeyimiz vardı. İnternet yoktu, cep telefonu yoktu, bakın icat edilmemişti diyorum bunlar ahahhahha! Pek paramız da yoktu. Ama iki gözüm önüme aksın, hiç eksiğimiz yoktu çünkü canla başla doldurduk hayatlarımızı, hem kendimizinkini hem de birbirimizinkileri.

Kaldırımları yalancı çıkarmak istemiyorum. O, itlikten kopukluktan tek dişi kalmış "muhteşemliği" yeniden yakalamak istiyorum. Eşyalardan kurtulmak, gerçekten önemli şeylere yer açmak lazım. Bakalım becerebilecek miyim?

November 28, 2014

Son Akşam Yemeği ya da Il Cenacolo (Aferin)

Bugün, başka hiç derdimiz yokmuş gibi, geçen yaz Leonardo Da Vinci'nin Son Akşam Yemeği ile yaşadığım maceradan bahsetmeye karar verdim.

Tatilimizin 5 gününü Roma'da neşeyle geçirdikten sonra Milano'nun bir miktar dışında kalan Varese kasabasına intikal ettik çünkü barbar kocamın işleri vardı. Yani gün boyu ortalıkta olmayacaktı ve benim başımın çaresine bakmam gerekiyordu. Dediler ki "Git, Son Akşam Yemeği'ni gör. Ama nasıl bilet bulursun bilmiyoruz", internete girip tur mur aradım, en erken bilet bir ay sonrasına. Barbar kocamın, yıllardır birlikte iş yapmak vesilesiyle, tuhaf bir aile ferdi haline gelen arkadaşı Andrea dedi ki, "Sen gene de git manastıra, biletçiye ağla."

Ertesi sabah otele taksi çağırdım, taksiciyle bir gece önceki dünya kupası maçını konuştuk, biraz hayatımı anlattım, o da biraz hayatını anlattı, beni tren istasyonuna bıraktı. Bilet alıp trene bindim, Milano bir saat mesafede, açtım kitap okuyordum ki bilet kontrolü için janti bir amca dolaşmaya başladı.

Biletimi uzattım, bir şeyler dedi, "Ay İtalyanca bilmiyorum" dedim, ön koltuktan bir kız İngilizce olarak müdahale etti, meğer trene binmeden biletimi deldirmem gerekiyormuş. "Aiiyyy bilmiyordum, hay allah naapıcaz!!!" diye kıvranırken amca biletimi deldi, bir şeyler dedi. Çevirisi kızdan geldi, "Güzel mavi gözlerinin hatırına bu seferlik affediyorum". Tam "Ama gözlerim mavi değil?" diyecek oldum ki küçük flörte uyandım, yan cebime koydum, vagon sakinleri kıkırdadı.

Milano'ya indim, metroyla şehir merkezine attım kendimi. Yeryüzüne bir çıktım ki şununla burun buruna geldim. Duomo di Milano.


3-5 gün önce başka bir katedralin kubbesine tırmanırken panik-atak geçirmiş olmanın sıkıntısıyla ve biletçiye ağlamam gerektiğinden basıp manastıra yürümeye başladım.

Uzaktan kırmızı tuğlalı manastır göründü, Santa Maria delle Grazie.


İnşası 1497'de bitmiş. Böyle tarihler gördükçe, kaldırıma çöküp ağlayasım geldi bütün tatil boyu. Bu gene bir şey değil, 1099 gördüm Milano'da. Yani tabi ki yüzlerce yıl zarfında tamir-tadilat görmüş bütün bu binalar, beni esas vuran binlerce yıldır kutsal olan alanlara inşa edilmiş olmaları. Pagan tapınağı varmış, Romalılar kısmen onun da malzemesini kullanıp kendi tapınaklarını inşa etmiş, sonra Hristiyanlar ya elden geçirip ya sıfırdan başlayıp manastır yapmış, katedral dikmiş. Kültürdeki bu devamlılık ne güzel. Öyle böyle değil, NE GÜZEL! Şehir bu alanlara göre, bu alanların etrafında gelişmiş; bütün yollar katedrale çıkıyor, öyle beton apartmanların, çöplüklerin arasında boynu bükük kalmış tarihi bina aramıyorsunuz.

Neyse. Manastıra girip bilet gişesine yürüdüm. Gözlerimi kırpıştıra kırpıştıra ilk bilet ne zamana diye sordum. Abla bana biraz bakıp "Tam 4 saat sonra geri gel" dedi.

Ben: Allahım nasıl yani, bugün mü 4 saat sonra?
Abla: Si, si. Bir bilet iadesi var, sana veriyorum.
Ben: Ühühüühü çok teşekkür ederim, çok!
Abla: 15 dakika erken gel. Sakın geç kalma.
Ben: GRAZIE! GRAZIE!

4 saati sağda solda kahve içerek, yan masalara laf atarak, barbar kocama kısa mesaj yoluyla nispet yaparak geçirdim. 15 dakika da değil, yarım saat önce manastırın bahçesinde bittim. Tam hatırlamıyorum, 15 ya da 20 kişilik gruplar halinde alıyorlar içeri ve nasıl bir törenle alıyorlar.

Bizim grubun sırası geldi, biletler kontrol edildi, grubu ikiye böldüler, bir holden içeri doğru yürüdük. Arkamızdaki otomatik kapı kapanıp bizi camdan bir bölmeye hapsetti, birkaç dakika durduk. Önümüzdeki kapı açıldı, biraz yürüyüp tekrar durduk, tekrar yürü, tekrar dur. Esas salona giren kadar ısımızı falan ayarladılar resmen, ben olsam fısfısla dezenfekte de ederdim, İtalyanlar henüz o kadar delirmemiş.

Nihayet girdik küçük yemek salonuna. Bütün gruptan kollektif bir nefes bırakma fısırtısı çıktı, "Hhhhhhhhaaaaa!"



Leonardo keşişlerin yemek yediği salonun duvarına yapmış Son Akşam Yemeği'ni. Nerdeyse 5 metreye 8 metre gibi ebatları. Ve allahım, İtalya'daki her sanat eseri gibi bunun da hikayesi çok acayip.

Leonardo işi almış ama bitirmesi yıllar sürmüş. Gelip iki kaş göz boyayıp aylarca ortadan yok oluyormuş. Manastırdan biri çemkirecek olmuş, cevabını şu şekilde almış, "Çok konuşmasın, zaten Yahuda'nın yüzü için model arıyorum, keşiş efendiyi model alırım, sonsuza kadar ihanetçi Yahuda olarak kalır duvarda."

Acaba duvar resmine kapıyı bu keşiş mi açtırdı diye düşünüp güldüm içimden. İsa'nın hemen altındaki gri dikdörtgen, zamanında oraya açılmış bir kapı. Birileri Da Vinci falan dinlemeyip kırıvermiş duvarı. Herkesin ayakları görünüyor, İsa'nınkiler kapıyla gitmiş.

İlk görüşün heyecanı geçince resmin ne kadar solduğunu farkettim. Leonardo, geleneksel fresko tekniğiyle değil, kuru duvar üzerine bir takım numaralarla boyamış, tempera dedikleri yumurtalı bir boya karışımı falan. Resim zaten biter bitmez bozulmaya başlamış, bir 60 yıl kadar sonra "Tamamen mahvoldu" diye kayıt tutmuşlar manastırda. Ben aceleci keşişi suçluyorum, daha önce de yazdım, sanatçının işine karışmamak lazım. Özellikle de İtalyan olanların işine.

Velhasıl Son Akşam Yemeği bir restorasyon belası haline gelmiş; birileri fresko muamelesi çekip onarmaya kalkmış, bütün boyayı bozmuş; başka biri bu bozulmaları kazımak zorunda kalmış; birileri onarırken birkaç havarinin yüzünün ifadesini değiştirmiş, halk ayaklanmış; o arada savaşlar, bombalamalar; bir ara cephanelik olarak kullanılmış manastır, askerler havarilerin gözlerini oymuş. Yani düşünün, kendi halinizde bir keşişsiniz, zaten 2. Dünya Savaşı patlamış, şehir bombalanıyor, bir de Son Akşam Yemeği'ne bakmak zorundasınız. Kum torbalarıyla kapatmışlar sağını solunu, bir şekilde bugüne kadar gelmeyi başarmış duvar.

Son restorasyon kampanyası 21 yıl sürmüş, bugün gidip de gördüğümüz duvar resmi bu restorasyonun neticesi. Ahı gitmiş vahı kalmış anlayacağınız, gördüğümün ne kadarı Leonardo'nun boyadığı gibi duruyor hala, hiç bilmiyorum.

15 dakikamız vardı tam olarak resimle. Yanımdaki çift, cep telefonuyla fotoğraf çekmiş, üzerlerine 5 tane salon görevlisi orta yaşlı kadın atlayınca farkettim. Ama nasıl atlamak, yavrusunu koruyan şahinler gibi. Adam "Tamam kapattım telefonu" falan dedi, kar etmedi, bütün resimleri teker teker sildirdiler telefondan. Kadınları çok takdir ettim. Turistlerden nefret ediyorum, kendi turist halimi de sevmiyorum.

İsa ve havarilere son bir bakış atıp çıktım, koşa koşa metroya, ordan gara, ordan Varese'ye. Varese'de taksi durağı olmadığını ve yoldan da taksi maksi geçmediğini dehşetle farkettiğim gün oldu bu. Pizzacıdan taksi durağı telefonu aldım, aradım ağladım. Kaldırıma çöküp sigara içmeye başladım, hava kararırken "Allahım acaba İngilizce anlaşabildik mi telefonda?" diye dertlenmeye başladım. Sonra uzaktan sarısını gördüm taksinin. Kapıyı bir açtım ki sabahki şoför.

Ben: Sen Varese'nin tek taksisisin di mi?
Taksici: Ahahhahhaha, evet!
Ben: Burda kaldım sandım, asla otele gidemeyeceğim sandım, hava karardı, ne biçim yer burası, yoldan taksi geçmez mi, yarım saattir seni bekliyorum?
Taksici: Yahu sana dedim telefonda, müşterim var, on dakikaya geliyorum dedim.
Ben: Duymadım ki öyle dediğini.
Taksici: Neyse. Neler yaptın bugün?
Ben: Son Akşam Yemeği'ni gördüm!
Taksici: Biz İtalyanlar ne diyoruz ona biliyor musun?
Ben: Il Cenacolo.
Taksici: Aferin.

Her koşulda aferinimi alırım.

September 10, 2014

33 Lira 25 Kuruş ve Doğal Çiçekli Özgür Taksi

İyi insanlardan bahsetmek istiyorum yoksa öleceğiz kahırdan. 

Tunalı'ya indik geçen gün, elimde "yapılacak işler" listesiyle; defterime yazıyorum artık çünkü yapmadan eve geri dönüyorum. İş kalemlerinden biri tuhafiyeye uğramaktı. 

Bir ay kadar önce bir şeyler aldım, kredi kartı uzattım, işte şifre mifre, derken pos makinasında bir sessizlik. Kartı çıkarıp tekrar soktu abla, bir daha şifre girdim, o arada arkadaşım S. uyandı "Makinada kağıt kalmamış olabilir mi?" diye. Öyleymiş. "Ay naapıcaz, iki kere mi çekti? Ay hay allah! Ay naapıcaz?" diye karşılıklı panik ataklar geçirdik, bankadan kontrol etmek üzere sözleştik, abla dedi ki "İki kere çektiysem geri gelin paranızı almaya".

Kontrol etmek aklıma 5 gün sonra geldi. İki kere ödemişim hakikaten aldıklarımı. Dükkana gitmeyi bir 10 gün sonra falan başarabildik, bir baktık tatile gitmişler kapatıp. Neyse yani, sanırım 1 ay kadar geçtikten sonra süklüm püklüm girdik dükkana, "Eee üüü hani iki kere çekmiştiniz karttan, ıcıbı hıtırlıyı mısınız?" diye.

Abla yerinden fırlayıp kasaya koştu, "Geceleri gözüme uyku girmedi, sizi bekliyordum!" diye. Bu aşağıdaki, benim 33 lira 25 kuruşum; aynı zamanda da tuhafiyeci ablanın iyi kalbi ve iyi esnaflığı.


Ceren Tuhafiye, Tunalı Hilmi Caddesi üzerindeki Aynalı Çarşı'nın içinde, 2. katta. Dikiş-nakış, düğme müğme, fisto falan her şey var. Ama sadece bebek yünleri var, aklınızda olsun.

Taksiye binelim dedik, yağmur başladı falan. Ben öne oturdum ve şu manzarayla burun buruna geldim.


Cin biberler, biraz arkada fesleğen var, bir de bu mor çiçek. Abi çiçeğin adını da söyledi, unuttum.


Özel yaptırmış bu saksıları oturttuğu yeri. Gece sarhoşlar avuçlayıp koparıyormuş dalları, çok sinirleniyormuş. "İnsan katil olur" dedim, "Olur valla" dedi. Arkadaşım S. "Geceleri durakta bıraksanız saksıları?" dedi, "Asla olmaz" diye cevap verdi. Çok takdir ettik bu tavrını, saksılar ait oldukları yerde zaten, sarhoş öküzlerin kendine gelmesi lazım.


Trafik sıkışıktı, sohbet ettik bir hayli. Bahçesi varmış Kayseri'de, emekli olup onunla uğraşmak istiyormuş, zaten oturdukları evin balkonunu bostana çevirmiş, hanım pek memnun değilmiş bundan. Lada Niva gördük bir tane, onları beğeniyormuş, bir tane almak istiyormuş, hem bahçeye gidip gelirmiş hem arabayla ilgilenirmiş, seviyormuş mekanik işlerini. Taksisi için de planları varmış, gazete dergi falan koymak istiyormuş, ıslak mendiller, bir şeyler daha. Bir de domatesten nasıl tohum alacağımı anlattı, çok memnun oldum.

Bloguma yazacağımı söyleyince kendi tarifini kendisi verdi; "Doğal çiçekli özgür taksi", Bülten Sokak 11/51, Veysel Odabaşı. Bu da telefonu 0535 203 6238.

Bir saksı fesleğen, hiçbir zaman sadece bir saksı fesleğen değil. Veysel Abi'ye çok selam, betonun ve trafiğin içinde bahçeciliğe devam!


August 26, 2014

Kımıl Kımıl Köpek ya da Yorgun Sevdam

Biri oturup hayallerimi gif haline getirmiş. Ne kadar çok sallanan kuyruk, ne kadar çok neşe! Kendimi havuzda hayal ettim ya da kenarda şezlongta oturup suya girmeyenleri ayağımla kıçlarından iterken. Bana sevinçten kendi ekseni etrafında yüzen köpeklerle dolu bir havuz verin, valla başka bir şey istemiyorum. Yüzsek yüzsek, sonra uyusak.


Arkadaşım S., son zamanlardaki çılgınca uyuma isteğini ona Urfa'dan aldığım anahtarlığa bağladı.


Bence en güzel anahtarlıkları Urfa'da satıyorlar.


Can havliyle çiçek ektim boş bir saksıya, aranjman yaptım diye sevinirken kocam "Belediye gibi çiçek ekmişsin aferim" dedi. Saksının yanına dev plastik dinozor heykeli dikmeye karar verdim.


Twitter'da Levent Piriştina'yı takip etmeye başladım, İzmir'de Buca Belediye Başkanı seçildi son seçimlerde.


Levent Piriştina'nın babası da başgandı. Ankara'ya taşınmış, bir başka İzmirli olan arkadaşım sarıkafa ile aynı evi paylaşıyorduk. Evde çalışırken radyodan duydum Ahmet Piriştina'nın öldüğünü, ağlaya ağlaya sarıkafa'yı aradım, duyunca o da ağlamaya başladı. Yokluğu bizim gibi iki hödüğü bile zarıl zarıl ağlatan babasını örnek alarak başganlık yapıyordur diye tahmin ediyorum.

Kitap aldım biraz, bu sabah geldiler. "Bu son, valla son" diye diye kitap almaya devam ediyorum, evdeki stokla bu kışı çıkarırım halbuki.


Kitapların yarısını şahsi merakımdan, diğer yarısını da buralarda ve instagramda falan siz okuyorsunuz diye aldım. Başka neler okuyorsunuz bu aralar?

Kitap okumuyorsanız eğer, okuyun.


Aynen böyle düşünüyorum.


April 19, 2014

İzmir Kitap Fuarı ve İyi Arkadaşlar, Bir Adet Donmuş Tavuk

Daha önce maceralarını yazdığım, kitap fuarlarının atarlı-giderli ikilisi annem ve Ayşe'si, an itibarı ile İzmir'de fuar alanında yerlerini almışlar. Sosyal medyayı hem anlamayıp hem de çok beğendikleri için burdan ilan ediyorum. Bilim ve Sosyalizm Yayınları standında sizleri beklemekteler, yanlarında ikram olarak çay ve babam da varmış, tüm kitaplar da %30 indirimli. "Ben Fermina Daza'nın arkadaşıyım" diye selamlayacaklara da hazırlıklılar, "Tamam tamam, biliyoruz bilog filan" dediler.


Dün S.'ye gittim, kahvaltı ederiz diye. Beni bununla karşıladı, Kolera Günlerinde Aşk kapakları. Teker teker bulmuş, bastırtmış, çerçeveletmiş ve bunların hepsini ben evden çıkıp ekmek-gazte-kurabiye-kediye mama alıp onun evine varana kadar yapmış. Ağladım hemen. Kahvaltı yerine güzel pembe bir şarap içtik, makarna yedik. Kolumun altına alıp eve döndüm. Yolda da gözlerim doldu biraz.

35 yaşındayım ve iki gündür aralıklarla hiç görmediğim bir adamın, üstelik de beklenen ölümüne ağlıyorum. Ne yalan söyleyeyim, kendimi biraz gerizekalı gibi de hissediyorum. Kedim öldüğünde de böyle olmuştu, kediniz öldüğü için üzülmenizle dalga geçecek insanlar her daim mevcut. En iyi ihtimalle anlamazlar neden ağladığınızı. 35 senenin deneyimiyle böyle şeyleri ortalıkta söylememeyi öğrendim. Aslında ne bu insanların düşündüğü kadar naifim ne de kedimi-sevdiğim yazarı falan dünyanın diğer dertlerinin önüne koyuyorum. Kendimi ifade etmekten çok sıkıldığımdan ama nedense her seferinde zavallı gibi kendimi bu sosyopatlara ifade etmeye çalıştığımdan ve bu huyumdan nefret ettiğimden, artık çenemi kapatıyorum. Kendimle ilgili bir şüphem yok çünkü, bu bahsettiğim insanların çoğundan daha iyi biriyim. 35 yaş ve üzeri insana böyle atar yapma imkanı veriyor, gönül rahatlığıyla yazıyorum, eksiklerimin de diğerlerinden daha iyi olduğum şeylerin de farkındayım. O yüzden de bu bahsi geçen güruhun çoğundan daha mutlu biriyim.

İnsan ırkı olarak birbirimize muhtacız, beraber çalışıyoruz, beraber karar veriyoruz. Ama işte tek tük de olsa "başka türlü" birileri var şu hayatta. On beş yıllık kedinize ağlarken bitirmekten vazgeçtiğiniz makaleniz için telefon açıp "Bak şimdi sen bir kaç gün yas tut, sonra da bitir makaleni, ben bekleyeceğim seni" diyen bir hoca var mesela. Acı çektiğinizi tahmin edip bir şeyler yapmak isteyen, esnafla itişe kakışa ve ışık hızıyla poster yaptırıp sabırla sizi dinleyen biri de var. Dünya böyle insanların sayesinde dönüyor hala.

Bence şanslı biriyim ve çoğu zaman sadece bunun için şükrediyorum. Şükretmeyi de 30'umdan sonra öğrendim. Şans derken yanlış anlamayın, geçen hafta kafama donmuş tavuk düştü buzluktan, acımdan yere oturup ağladım, alnım şişti. Ev kazalarıyla mücadelem devam ediyor. Anlaşılmaktan, olduğum gibi kabul edilmekten falan bahsediyorum. Donmuş gıdalar istedikleri kadar canıma kastedebilir, iyi arkadaşlarım var benim.

January 15, 2014

KuirFest Başlıyor Ama Her Şeyin Bir Çaresi Var


Efendim, bıkmadınız mı yani bu hayattan? Bakın herkes eşit, cinsel kimlik falan tamam ama düzelebilirsiniz. Üstelik Amerikan Shitty, ay, Shetty firması araştırmış yane.

Bunu barbar kocam buldu dün akşam, hemen ilgileneceğini düşündüğüm arkadaşlarıma yolladım, aldığım cevapları buraya yazabileceğimi sanmıyorum. Bir tanesini iş nedeniyle mahsur kaldığı doğu şehrinden halıya dürüp kaçıracağıma söz verdim, biraz aklı yatar gibi oldu ama homofin kullanmayacakmış, çok istiyorsam ben çeşitli yollarla kullanabilirmişim. Kurtaramadım yani kimseyi yaşadıkları zorluklardan.

Neyse, 16-23 Ocak arası Ankara'da KuirFest var, belki Homofin stand açmak ister. Kızılay Büyülü Fener'de film gösterimleri, Tayfa Kitapkafe'de söyleşiler, atölye çalışmaları ve yine film gösterimleri var. Bakın başka bir sinema değil, Büyülü Fener, boşuna tepinmiyoruz semt sinemaları yaşasın diye. Aşağıya programı ekliyorum, büyütmeyi beceremezsem linki şurda.


17'si akşamı Kite'da Nuri Harun Ateş konseri var, Bay Kafası Karışık Kontrtenor muhteşem sesiyle hem kendi şarkılarını hem de başkalarının şarkılarını söyleyecekmiş, repertuarı için gönül tellerini titreten bir çıfıt çarşısı diyorlar. Ben ilk defa dinleyeceğim, ne zamandır da dışarı çıktığım yok, heyecanlandım biraz.

Nasıl oluyor çıfıt çarşısı diyorsanız benim gibi, aşağıya da bir videosunu ekliyorum. Cuma akşamı gelirseniz eğer biz uzun ve irice bir çiftiz, hemen farkedersiniz; ben büyük ihtimalle giyinirken vur denince öldüreceğim için lateks gıcırtılarını ve simli-parlaklı izleri de takip etmeniz mümkün. Konser 21:00'de, Kite Güvenlik Caddesi'nde eskiden Overall'un olduğu yerde, giriş 10 lira ve bir bira dahil.

SONRADAN NOT: Konser Kite'dan Noxus'a alınmış, Noxus Selanik Caddesi 78/A'daymış. Haydi bakalım.



July 25, 2013

Ramazan Pidesi

Oha resmen pide yaptım!

Leylak Dalı'nın pide macerası için buraya, tarif için de şuraya tıklayabilirsiniz.

Bayağı büyükçe bir pide çıkıyor tariften, daha önce hamurla uğraşmadıysanız bile yapabilirsiniz gibi geldi bana.

Ekmek yapmakta insana iyi gelen bir şey var.




April 25, 2013

uzaklarda bi bekah

bekah, uzun zamandır takip ettiğim amerikalı bi blogger, "a well traveled woman" diye bi adet fotoğraflı tumblr, bi adet de blog yazıyor. tumblr'ında basit ve sakin hayatlar, güzel ev köşeleri, dumanlı dağlar ve elleriyle iş yapanlar falan var. blogu daha kişisel, kendi hayatını anlatıyor.

zamanla farkettim ki tek başına bi anneymiş bekah, 2 güzel oğlu var. bi miktar da köpeği. dikiş dikiyor, hayatını öyle kazanıyor yani. oğlanların babasına kırgın biraz, bazen okurken farkediyorum.

her sabah kalkıp tavuklarına bakıyor, bahçesinden meyve sebze topluyor, odun kırıyor, ekmek yapıyor, çocuklarla yürüyüşe çıkıyor ve kendine sürekli olarak sahip oldukları için şükretmeyi hatırlatıyor. "hayat kusursuz değil ama koşmaya değer bi yarış".

"bakın ne harika bi hayatım var" diye değil de "yataktan çıkamadım sabah, yapacak ne kadar çok iş var" diye yazdığı için okumaktan hoşlanıyorum. ara ara umutsuzluğa kapıldığı için, kendine moral verdiği için, hepimiz gibi.

bazen çocuklarına mektuplar yazıp bırakıyor bloguna. bi tanesini çok sevdim, şöyle diyor:

"umarım ikinizden biri ya da ikiniz de benden dikiş dikmeyi öğrenir. belki büyüyüp terzi ya da tasarımcı olup hep dikmeyi hayal ettiğim kıyafetleri siz dikersiniz. umarım biriniz marangoz olur ve ikiniz de ellerinizle ağır işler yapmaktan hoşlanmayı öğrenirsiniz. dövmeleriniz olsun, motorsiklete binin, adrenalin delisi olun. birbirinizi, hayatı, annenizi ve tanrıyı sanki son fırsatınızmış gibi sevin.
bütün kalbimle..
not: yaşlandığımda, balığa giderken beni de almayı unutmayın. ben her zaman gelmek isterim."

kucağında hep ya bi tavuk, bi çocuk ya da bi köpek olan, elleri çamur içinde bekah'yı tanımasam da seviyorum.






March 30, 2013

panoma bi şeyler yollamak ister misiniz?

bu benim panomun acıklı hali, terzi kartvizitinin altındaki buruşuk kağıt da barbar kocamın trafik cezasıymış, şimdi farkettim.

panomu geçen ay indirip yerine bi munch reprodüksiyonu asmıştım. o zamandan beri kalemliklerin üzerinde sürünüyor. bugün yeni bi yer bulayım bari.

neyse, bunları şu yüzden yazıyorum, saçaklı'nın bi fikri var, diyor ki "hepimizin panosu var, neden birbirimize panoya asmalık küçük, güzel şeyler yollamıyoruz?", elle yapılmış olur, dergiden kesilmiş olur. yeter ki baktıkça iyi şeyler düşünelim, gülümseyebilelim. ben hemen dahil oldum, detayları saçaklı'nın yazısından okuyabilirsiniz.

sebepsiz yere elişi kağıdı almıştım, renkli kağıt bantlarım var, bi türlü atamadığım renkli dergiler birikti, bunlar hep birer işaretmiş!

March 23, 2013

allaaam sepet ver bana!

burası neresi acaba, bunların hepsi çok lazım bana? triportörü de alırım, terasa koyarım, o da lazım.




şurdan aldım.

February 22, 2013

hoşçakal sucuk!

et yemeyi bırakalı 1 ayı biraz geçti. zaten hiç bi zaman çok iyi olmadı aramız, bari sucuğu salamı da çıkarayım hayatımdan dedim. mızmızlıktan değil, tadını ve kokusunu sevemedim etin, yediğim bütün et mamülleri de baharat doluymuş zaten, sonradan farkettim.

etle olan ilişkimi annem yamulttu aslında. "hiç bi şey yemiyor, bari köfte yesin" diye köfte-inek bağlantısını tamamen sildi kafamdan. ya da hiç kurulmadı o bağlantı. uyandığımda kazık kadardım. çok saftirik bi çocukmuşum allahım.

deniz mahsülü yemedim hiç, arada ayıp olmasın diye yediğim toplam 3-4 balık ve nedense izmir'de değil de ankara'da alıştığım midye dışında. geriye kalanların zaten kaşları, bıyıkları ve antenleri falan var, asla yapamadım.

barbar kocam, tavuk yiyeyim diye önce haşlayıp ardından kızartıp nihayetinde de fırına falan veriyordu. bi de sosa falan bulanınca zaten tavuk olmaktan çıkıyordu. ondan sonra da sofrada yiyiyor muyum diye bakmalar, "yahu yok bunda kemik falan, nerden çıkarıyorsun" demeler, aile saadetimiz söz konusuydu.

sonra bi de hiç aklımdan çıkmayan bi hikaye var. anneannemin çiftlikteki danası. erken doğmuş, kışı çıkaramaz diye evin içine almış annaaanem. sonra da bi kediye dönüşmüş dana, gel'den git'ten anlayıp annanemi çarşıya pazara falan takip etmeye başlamış. sonra nasıl köfte yaparsın bu hayvandan?

bütün bu ahval ve şerait içinde bıraktım et yemeyi sessiz sessiz. dışarda yemek yerken zorlanacağımı düşünüyordum, çok da korkunç değil. her yerde makarna ve hatta erişte falan var. geceleri de mercimek çorbası ve kaşarlı tost var. herkes kokoreç yerken biraz bozuluyorum ama olsun.

February 6, 2013

alo necdet abi nerdesin?

ankaralı taksicilerle aram iyi çok şükür. en favori hikayem, ben arkada ağlarken hiç sesini çıkarmadan beni eve getiren, ben inerken de "lütfen üzülmeyin, hiçbi şey için ağlamaya değmez" diyen taksici. birine alan bırakmanın, nezaketin falan doruk noktasıydı.

geçen cuma çok tatsızdı ankara, tunalı'ya indik, arkadaşım S. ile buluşup yemek yiyecektik. biz buluşamadan annem aradı, "eve dönün amerikan elçiliği'ni patlattılar" diye. akabinde de bi yarım saat panik atak geçirdim, S.'nin yürüyüş rotası üzerinde çünkü elçilik. aradım açmadı, soğuk terler falan derken aradı, bi sonraki sokaktan döndüğünü, yolda olduğunu söyledi. buluştuk, eve falan da dönmedik, oturup yemek yedik. böyle konularda kaderci olduğumu farkettim, intihar bombacısıyla aranızda 1 sokak varsa yapabileceğiniz pek de bi şey yok.

ayrıca prensip olarak korkup eve kapanma taraftarı değilim.

neyse, eve dönmek için yoldan geçen bi taksiye bindik. necdet abi çıktı taksici. meğer kendi çapında şöhretli biriymiş ama biz hiç denk gelmemişiz.

şeker ikramı:


kolonya ikramı:


neşeli gözlük ikramı:


çiçekler falan hep taksinin çiçeği, bizle bi alakası yok. "ooooo bayram sabahı gibi oldu" dedik, inerken arkamızdan "iyi bayramlaaar" diye esprisini de yaptı.

son zamanların en güzel insanlarından biri necdet abi'nin kartvizitini de ekliyorum aşağıya, zarfıyla falan. şurda da hakkında yapılmış bi haber var. çok şükür hayat hep berbat değil.


January 3, 2013

yoga ile imtihanım

bunlar benim bu sabahki dizlerim.

dün akşam hayatımda ilk defa yogaya gittim. arkadaşım S. yoga yapıyor, onun fffücudunun zinde hali beni ikna etti. aslında tuzağa düştüm biraz, S. ve barbar kocam beni hep çakırkeyf yakaladılar, öyle zamanlarda "oluuur onu da yaparım, bunu da yaparım, tabi yaparım!" diye haykıran biri oluyorum.

çok güzel, ferah bi salonda tımbır tımbır müzik eşliğinde tam 1buçuk saat. şu anda oturup kalkamıyorum, varlığından haberdar olmadığım bi takım kaslarım ağrıyor. sırtım, koltukaltlarım, karnım.

ama hoşuma gitti, çok memnunum gittiğime, gene gitmek istiyorum. annemlere uğrayıp hareketleri gösterdim, köpek duruşu yaptım, kudi çok heyecanlanıp bana eşlik etti. dizlerimin hali ne olacak bilmiyorum, ara ara bepanten sürüyorum, alışırlar herhalde.

December 1, 2012

boş vakitler için

güzel bi tumblr buldum, size de göstereyim dedim. neden bu alttaki 3 fotoğrafı seçtim, bilmiyorum. küp gibi oturan tavuğa çok güldüm, kedinin gıcıklığı hoşuma gitti, dövmeleri de beğendim. güzel fotoğraflar var, güzel evler, kırlar, hayvanlar. belki bakarsınız, şurda.




November 21, 2012

zebralı havuz

güney afrika'da hayat çok acayip. "azıcık su olsun" diyen arkadaşlarım için fotoğraf ekliyorum, orijinalleri şurda.