Showing posts with label güzel yemek. Show all posts
Showing posts with label güzel yemek. Show all posts

September 11, 2020

Aşure, Kauçuk, The Boy From The Plantation

 

Kendi kendime, döke saça aşure yaptım geçen hafta. Süsleyecek bir şey de yoktu, biraz sovyet oldu estetik açısından. (Gerçi çok süse de karşıyım, üzerine mango doğrayan gördüm geçen senelerde.) (Yani ne bileyim, aşurenin güzelliği biraz da mütevazı olmasında değil mi?) Neyse, hayatımda ilk defa sevdiğim kıvamda bir aşure üretmeyi başardım. 

Biz aşureyi üç kadın toplanıp yapıyorduk, olmadı bu sene, toplanmaktan vazgeçtik. Kimse kendinden emin değil çünkü. Bireysel aşure senesi oldu 2020. Halbuki ne güzel dev tenceremle ve haşlanmış bakliyatımla gidiyordum, bütün süreci çene çalarak geçirip üçte biri aşure dolu tencereyle eve dönüyordum. 

Nadire gene kazanla yapmış aşureyi, ben mini bir tarif buldum. Böyle dört kase çıktı, hafta sonu git-gel sessiz sessiz yedik evde. Aşure dağıtım listem zaten çok kısa ve 70+ bireylerden oluşuyor, dağıtmayı düşünmedim bile. Seneye umarım gene toplanıp yapabiliriz, ben de dağıtırım. Aşure gününü çok seviyorum, o da normale dönsün istiyorum.

Bu arada, aşure tarifini bulduğum yerde bir de kapya biberli meze tarifi var, ya lütfen yapın bunu. Tarifte jalapeno biber var, ben pek acı sevmiyorum, onsuz yaptım, öyle de nefis oldu. 

Geçen hafta kendimi biraz böyle tarif denemeye filan vermişim, iyi yapmışım aslında. 2-3 gündür ruhen içe göçmüş haldeyim, iyi-güzel-dengeli olan her şeye pamuk ipliğiyle bağlı vaziyette günü geçiriyorum. Sonu hayırlı olmuyor bu içe göçmelerin, kendimi iterek ve çekerek çıkaracağım umarım bu tatsız ruh halinden. 

Evdeki ne ölen ne kalan kauçuğu budamıştım birkaç hafta önce. Budamak gibi bir alışkanlığım yoktu, tam bir gerzek olduğum için yemyeşil dalları neden kestiğimizi anlamıyordum. Biraz youtube videosu filan izleyip ikna oldum, hem çoğaltabiliyormuşuz da kestiğimiz dallardan. 

Ana kauçuktan yeni yapraklar çıkmaya başladı, kesip suya koyduğum dallardan bazıları da köklenmeye başladı, çok seviniyorum.

Şimdi kalkıyorum masanın başından, gidip kendimi meşgul edeyim. Giderken şunu bırakayım. Manic Street Preachers'ın James Dean Bradfield'i ne güzel solo albüm çıkarıverdi. Yatıp kalkıp bu şarkıyı dinleyen barbar kocama şarkının ithaf edildiği Victor Jara'nın kim olduğunu anlattım, kızıl komünist yetiştirilme tarzımın ekmeğini yiyiyorum 41 yaşımda. 

July 17, 2020

Kitaplı Mim 8

Ay gene günler ben şaşkınlıkla etrafıma bakarken geçip gidiverdi. Hiç bozuntuya vermeden kaldığım yerden devam edeyim.

"Açık düzen kitaplık sevenlerden misiniz, yoksa camekanlı ve kapaklı kitaplıkları mı tercih edersiniz?"

Valla açık düzen seviyorum ama mecbur kaldık camekanlı kitaplık almaya. Açık raflı mutfaklara da çok özeniyorum, böyle biraz çiftlik evi havası olan. İnşaatlar yüzünden mi, konut-iş yeri dengesinin bozulduğu ve trafiğin her gün biraz daha arttığı bu zavallı mahallede oturuyor olmaktan mı bilmiyorum, bu evin tozuyla başa çıkamıyoruz. Siliyoruz, 2-3 saat içinde yine toz tabakasıyla kaplanıyor her şey. Kapaklı eşyalarla yaşamaya mecburuz bir nevi. 

Yaprak bitlerinden kurtulduk ama o arada bir kısım bitki de pert oldu. Akşamsefaları herhalde sessizce ölecek diye bekliyordum, yarısı kurudu zaten, nasıl olduysa bir adet çiçek açmış.


Bir çiçek, hiç çiçekten iyidir diye kendi avuttum. Bu yaz hiçbir şey coşmadı terasta, hepsinin bir ayağı çukurda gibi. 

Manisa'nın bir köyünden ekmek sipariş ettim, kendimi tutamadım ekmeklere bakarken, çok sipariş etmişim. Gelen bütün ekmekleri ikiye kestim, yarım yarım sarıp sarmalayıp Sevda'ya götürdüm dün. Bir süre ekmek yiyeceğiz, bilmiyorum belki Kasım'a kadar filan.

Ekmekler ve bazı haşhaşlı çörekler filan:


Anası Afyonlu barbar kocam haşhaştan nefret ediyormuş, gözlerimi devirdim. Kayınvalidem sağ olsaydı ona götürürdüm, polisiye dizi seyredip yerdik birlikte. Benim kadar düzenli Hawaii Five-O seyreden tanıdığım tek insandı. 

Sevda'dan dönerken çiçekçiye uğrayıp bir demet krizantem, bir demet de adını anında unuttuğum eflatunlu bir çiçek aldım. Aylar sonra ilk defa eve çiçek getirince moralim düzeldi. Çiçekçi abi de normalde olmadığı kadar neşeliydi, eflatunların içine biraz da beyazlarından ekledi, müesseseden.

Hava parçalı bulutlu ve serince bugün, sabah sevinerek kalktım yataktan. Pek verimli bir gün olmuyor ama en azından her şeyden nefret etmiyorum, evi yakasım yok, tam bir gerizekalı olduğum konusunda kendimle tartışmıyorum filan, gene iyi.

Geçenlerde Instagram'da görünce haberim oldu, meğer Barbara Lynn diye biri varmış! Ay o kadar beğendim ki döne döne dinliyorum:


Öbüyorum, şöyle şöyle go-go girl gibi gidiyorum:


June 26, 2020

Patates, Kitaplar, Bir Belgesel

İklimin vurduğu, Koko'nun dadandığı ve bütün umudumu kestiğim patatesten az bir hasat yaptım. Son yazıdan bu yana geçen bir ayın en neşe dolu anlarıydı herhalde:


İşte böyle iki avuç filan kadar patates. İyice yıkadım, kabuklarını soymadım, irice olanları ikiye böldüm, ufak olanları olduğu gibi attım tavaya. Ezilmiş sarımsakla beraber tereyağında soteledim, biraz isot ve kıyılmış maydonoz koydum tavadan almadan önce. Terasta oturup yedik.

Sonradan ektiğim ikinci saksı patates daha normal gelişiyor, belki hasat daha iyi olur. 

Beş kitap okumuşum o arada, sevindim kendi kendime. 


Beşini de çeşitli sebeplerle beğendim. Çok üşeniyorum şu anda oturup beş kitap anlatmaya. Beni en şaşırtanı Uyanış oldu, 1899 senesinde bu kadar sade ve berrak yazılmış ve üstelik yayınlanmış bir kadın hikâyesi olduğu için. Kate Chopin'den hiç haberim yoktu, tanışmış oldum, çok sevindim. Hikâyenin sonunu kapak resmi olarak basan İş Bankası Kültür Yayınları'na da gözlerimi devirmek istiyorum yeri gelmişken. Okuma heyecanımı baltaladı o kapak resmi.

Beni Kör Kuyularda'yı daha ilk cümlesinde bağrıma bastım, bitirirken sessiz sessiz ağladım. Şu son yıllarda okuduğum en heyecan verici yazar Hasan Ali Toptaş. Çoktandır Goodreads'de kitaplara yıldız vermeyi bırakmıştım, sembolik bir törenle 5 yıldız verdim. Sonra kitabı okuyanların yorumlarını okudum biraz. Sonra çıt diye kapattım sayfayı. Ay hiç ilgilenmiyormuşum başka okuyucuların ne düşündüğüyle. Hasan Ali Bey'in anlattıklarını anlatış şeklinde beni çok derinden bir yerlerden yakalayan bir ritm var, o sanki tarih öncesi bir ağıtmış gibi tekrarlanan tekrarlanan tekrarlanan sözler içime işliyor. 

Mubi'de I Am Not Your Negro belgeselini seyrettim, yarı belgesel-biraz film. James Baldwin'in Amerika'da siyah bir insan olmakla ilgili fikirlerini Samuel L. Jackson seslendirmiş. (Yav neden eskisi gibi Youtube'daki "embed" kodunu yapıştıramıyorum ben buraya?)



Film 2016 yapımı ama metin olarak kullanılan Baldwin'in bitiremediği kitabı, mektupları filan 1970'lerden, gerçekten bir adım bile yol alınmamış Amerika'da. Yol almak filan istememişler. Ve James Baldwin ne kadar zeki, cesur ve orijinal bir sesmiş. 

Ergenken okumuş olmam lazım, annem çok sever çünkü, evde vardı kitapları. Hiçbir şey hatırlamıyorum, yeniden okuyayım. Geçenlerde çocukluk arkadaşımla mesajlaşıyorduk, polislerin George Floyd'u öldürmesinden hemen sonraki günlerdi. Laf arasında James Baldwin'in şu güzel fotoğrafını yolladı:


"Ben Türkiye'ye gelince rakı içip Target mağazası yakalım" yazmış, uzun zamandır burada yaşamıyor. Belki BİM'in camına tükürebiliriz alternatif olarak. Nasıl bir araya gelip rakı içeceğiz, onu da bilmiyorum zaten. Gelebilecek mi buraya, o da pek belli değil. 

Hiçbir şey belli değil, her şey havalarda uçuşuyor. Günler de öyle geçiyor, ne ev sporu kaldı ne "Aman yediğime dikkat edeyim"ler. Kilo aldım. Dün bakkaldan 3 çeşit Haribo aldım. Şeftali de aldım ama şeftali duruyor. Haribolardan yedim. 

Temmuz geldi neredeyse, naapıyorsunuz, iyi misiniz?

December 6, 2019

Aromalı Kahveler, Sıcak Şaraplar

Dün sabah kalkıp kahve yaptım. Bu kahve yapma işlemi aslında benim gibi biri için çok komplike, ben uyanamıyorum. Uyanana kadar feci şekilde dalgın oluyorum. Kaç sene bu halde evden çıkıp işe gittim ben, valla düşününce nasıl oldu da ezilmedim, çukurlara düşmedim bilmiyorum.

Neyse. Her sabah iki fincanlık kahve öğütüp kağıt filtreye dolduruyorum, makinanın haznesine su dolduruyorum, düğmeye basıyorum. Bundan ibaret yani bütün yapmam gereken. Dün de yaptım bunları, kahve olunca da gidip doldurdum fincana. Tuhaf bir salatalık tadı vardı kahvede.

"Allah allah?" diye içtim ilk fincanı, kendime gelemiyorum ve saçmalıyorum diye düşündüm. İkinci fincanı doldurdum, gene salatalık tadı. Böyle arkalardan arkalardan bir ekşimsi ama taze yeşil sebze tadı geliyor.

Sonra salatalıklı kahveyi unutup hayatıma devam ettim. Kargolar geldi, annem, babam, köpenkler. Akşam mutfakta dolanırken kahve makinasından sabahki filtreyi çıkarayım dedim. Filtrenin altında şundan buldum:


Ohhh allahım, sen aklıma mukayyet ol! Gerçekten yere yatıp cenin pozisyonu alasım geliyor, bu gerizekâlıyı kahveyle demleyip içmişim ben dün sabah.

Bunlardan terasta çok vardı yaz boyu, hep oluyorlar. Hava soğuyunca eve doldular, beraber yaşayıp gidiyoruz. Artık olan olmdu, tek temennim ben demlemeden önce ölmüş olması. Umarım gidip kahve makinasında ölmüştür kendi kendine de ben haşlamamışımdır. Ay bayılacağım, ohhh!

Ben sabahları kendimi kafeinle doldurmadan insan sıfatına bürünemiyorum, o kafeini tedarik edene kadar da gerçekten bir maceralar denizi oluyor hayat. Böcekli kahve tabii, en çılgın tahminlerimin ötesinde bir macera oldu.

Biraz önce okuduğum polisiyeyi bitirdim, Lucky'ye başlayacağım, biraz heyecanlıyım. Gelişmeleri yazarım. Saat 17:18, sıcak şarap yapmak için çok uygun bir saat. Yapması da çok kolay.

Bir şişe sek kırmızı şarabı tencereye döküyoruz. İçine, ne kadar tatlı sevdiğinize bağlı olarak, 2 ila 4 yemek kaşığı arası toz şeker ilave ediyoruz. 2 adet çubuk tarçın, 8 adet karanfil, 2 adet yıldız anason, 1 adet yuvarlak dilimlenmiş portakal da ekleyip 15- 20 dakika kısık ateşte ısıtıyoruz. Şeker filan eriyor o arada, hafifçe karıştırabiliriz. "Yıldız anasonu nereden bulacağım bu saatte?" diyorsanız siz de haklısınız. Yıldız anasonsuz da olur, her türlü olur. Yeter ki biraz şeker, bir çeşit kış meyvesi, bir çeşit de odunsu baharat atın içine.

Sonra kupalara doldurup içiyoruz çünkü neden içmeyelim, buralar hep üzümün ve şarabın binlerce yıllık geçmişi olan topraklar.

Böcekli kahvenin üzerine sıcak şarap tarifi de verdiğime göre gidebilirim. Hepimizden nefret eden apartman görevlimiz nihayet işten ayrıldı, aşağı çöp indireceğim, dün akşam indirdiğim mama kaplarını toplayacağım, yenilerini bırakacağım. Çünkü hava çok soğuk Ankara'da.

Öbüyorum yanaklarınızdan, iyi hafta sonları hepimize.

June 23, 2018

Vesayeti Koruyamadım / Liberté İnşallah / Buzlu Çay (Az Sürahi)

Aman yarabbi bir apartman toplantısı oldu ki evlere şenlik, beni evden "Statükoya destek ver, vesayeti koru!" diye yollayan barbar kocam, hadiseleri dinleyince benimle gelmediğine pişman oldu. Her seçim önce coşup gaza geldiği için enerjisini boşaltacak yer arıyor, kavgalı toplantı çok uygun bir mecra olabilirmiş.

Apartmana yeni taşınan nifak tohumunu orta yaşlarda bir adam diye hayal etmiştim, emekli bir çift çıktılar. Adam televizyonda her gördüğünüzde saç baş yoldurtan tartışma programı yorumcusu gibi biri, kadın da Bayan Çavuşesku çıktı. Ben hayatımda bu kadar provakatör ve manipülatif iki insan görmedim. Adam beş kere filan "TABİİ BEN KÖYLÜYÜM! NE ANLARIM BEN? KÖYLÜYÜM BEN!" diye bağırdı. Canlandı mı gözünüzde? Kimse adama köylü filan demiyordu, zaten bir süre sonra "BEN 32 BİN KİŞİYİ YÖNETTİM!" diye de bağırdı, bilmiyorum ne 32 bini, ne biçim bir işi vardı adamın, merak da etmedim.

Yazmaya inanılmaz üşendiğim, inanılmaz saçmalıkta şeylerden avaz avaz kavgalar çıktı, bu ikisi baş rollerdeydi genelde.

Adam toplantıdan çıkarken özür diledi bağırdığı için, özrü yazıyorum size: "Kusura bakmayın bağırdığım için, özür dilerim. Genel Kurul'a saygım sonsuz. Tabii birbirimizi tanımıyoruz, biz yeni geldik, zamanla tanışırız ve iyi anlaşacağımızı umuyorum. Tabii bize hoşgeldiniz diyen olmadı, kabahat bizde, biz size gelip hoşbulduk demeliydik. Yapmadık, kusurumuza bakmayın. Peygamberimizin de dediği gibi...."

Bu tabii ki özür filan değil, bu "SİZİN BAŞINIZA BELA OLMAYA GELDİK!" demenin dolaylı bir yolu. "Huzur bulamadığımız gibi, huzur da vermeyeceğiz."

Üç saat sürdü bu, biter bitmez tüydüm. Apartmanın önünde bir sigara yaktım, yağmur yağıyordu, eve kadar öyle yürüdüm yağmurun altında. Allahım her şeyin bir çözümü var, kompleksli cazgıra çare yok gerçekten.

Tutanağı yazma işi bana düşmüştü, temize çekip emailledim biraz önce. Aslında adeta bir Antik Dönem yazıcısı gibi her alınan nefesi, uçan kuşu, vızıldayan sineği filan bile yazmıştım dün gece. Onları kırpıp standart tutanak haline getirdim, halbuki benim versiyonum daha heyecanlı bir okuma vadediyordu.

Biraz önce şunu gördüm:


Bu memleketin esprili, vicdanlı, özgürlük ve eşitlik talep eden, barış içinde yaşamak isteyen insanlarına güvenim tam. Bir yerlere geldik, umarım daha iyi yerlere çıkarız buradan. Ay böyle demeç verir gibi yazdığıma bakmayın, okuduğum her birazcık umut kırıntısı barındıran tweet'e ağlıyorum iki gündür, videolara ağlıyorum, burnum akıyor. Sanırım buraya kadar tutabildim kendimi, buradan sonrası sinir krizinin eşiğindeki kadınlar.

Buzlu çay yaptım.


Çamur gibi görünüyor çünkü içinde kayısı reçeli var. Ve sadece demden yaptım, üzerine bol buz ekledim. Reçeli ben yapmıştım, çay Hopa Koop normal siyah çay. Buzlu çayı içine şeker basmadan nasıl tatlandıracağız, sırf limonla içilmez bu filan derken aklıma dolaptaki reçeller geldi. Ay kesin ilk aklına gelen ben değilim tabii, neyse, bir miktar reçeli blenderden geçirip ılık çayla karıştırdım. Yarım limon sıktım, üç dilim de içine attım. Reçelde şeker yok mu? Var tabii ama en azından ev yapımı, asgari miktarda şeker koymuştum yaparken, ne bileyim, gene biraz daha iyidir belki.

Biraz baygın oldu, daha az reçel koyabilirmişim. Artık deneye yanıla şaaparım diye düşünüyorum. Sürahim 25 lira komşular, umarım bu sürahi meselesini böylece kapatıyorumdur.

Ay sabahtan beri süründürüyorum yazıyı, yollayayım da gidip dışarda oturayım, çatıları seyredeyim. Lütfen kimsenin başına bir şey gelmeden atlatalım yarını, oy kullanmaya mı hazırlanıyoruz düşmanla mı çarpışacağız belli değil, bu kadar manyakça yaşamak zorunda değiliz. Bunu değiştirebiliriz. Valla yapabiliriz.

Pazartesi görüşür müyüz? Valla görüşürüz gibime geliyor.

March 29, 2018

Pancar Ne Güzel Bir Şey

Diş hekimine en son 2014'ün ilk ayında gitmişim, o da zaten acil durumdu. Barbar kocam bir gece "LÜTFEN ARTIK DİŞÇİYE GİT, HAPÇI OLMAK ÜZERESİN!" diye gürlemişti, o dişçi koltuğuna oturmamak için ağrı kesici yutuyordum avuç avuç. 

Dün baktı doktor dişlerime, sağı solu dürttü. Valla bu kadar kaçmaya gene fena değilmişim; diş etleri iyi, yeni çürük yok, eski dolgular sağlam filan. (Çünkü diş ipi kullanıyorum. Diş ipi çok önemli.) Dişlerimi sıktığımı, bazen uyurken gıcırdatıp barbar kocamı uyandırdığımı anlattım. "Niye gıcırdatıyorsun dişlerini?" diye sordu. "Herhalde bazenleri şıtres oluyor Süha Beyciğim," dedim. Biraz hayatımı anlattım hemen, küçüklüğümden beri var bu diş sıkma-gıcırdatma meselesi. Geçmişti, gene nüksetti, sonra gene durdu, sonra yeniden başladı. Gündelik hayatta stresli biri değilim aslında, tam tersine, bir hayli geniş biriyim. Belki de bana öyle geliyor tabii, bilemiyorum.

Ağrıyan dişte dışarıdan bir şey göremeyince beni röntgen çektirmeye yolladı. Boyundan yukarı bütün metal şeyleri çıkarmamı söylediler, ben bu hızmayı çıkarmamak üzere soktum burnuma, sokana kadar da ömrümden ömür gitmişti. Ter içinde kaldım ama sökmeyi başardım, sonra tekrar takarken de fenalık geçirdim, neyse uzatmayayım. Gitmiş komşular diş, çeneme girdiği yerde kalp şeklinde bir boşluk var (from Ankara with love), "Allah allah kemik erimesi?" deyince Süha, ne yalan söyleyeyim biraz ağlayasım geldi. 

Tekrar oturdum o koltuğa, biraz da kendisi röntgen çekti, üst arka dişlerimi pert etmişim. Bu kalpli boşluklu olan gitti gider, başka bir tanesi alarm vermeye başlamış. Slint diye bir şey için ölçü aldı, yarın gidip alacağım. Yatarken takacakmışım üst tarafa, böylece sabaha kadar değirmen gibi çalışmayacakmışım. 

Ayh tamam, kesiyorum burada bu diş meselesini. Dişlerinizi gıcırdatıyorsanız gidip bir diş hekimine anlatın, bunu demek istiyordum aslında. 

Sevda dün bir kavanoz pancarlı humus, bir kavanoz da pancar çorbası verdi. Ay o kadar güzel olmuş ki ikisi de. Şu humus:


Pancarın insana durup dururken neşe veren bir rengi yok mu? Var di mi? Hemen hemen yarısını yedim dün çeşitli şeylerin üzerine sürerek. Çorbayı da biraz önce bitirdim. 

Sarıkafa'nın da evine kedi girmiş:


Hem kat kat merdiven çıkıp zorla eve girmiş hem de Sarıkafa'yı tırmalayıp tokat içinde bırakmış. Merakla bekliyorum bu maceranın devamını.

Hava yağmurlu burada, soğuk da. Dün 19 derecelere çıkmıştı. Neyse olsun, yağmur da güzel. Çalışayım diye oturmuştum kompüterin başına, kardeşimle damat düzeltilecek metin yolladılar. Bitirip yolladım. Bari kalkıp biraz kitap okuyayım, bilemedim ne yapacağımı.

Siz naaapıyosunuz?

October 27, 2017

Zeljo'nun Köfteleri Bana Neler Etti

Kardeşim ve ecnebi damadımıza "Bana kartpostal yollarken arkasına politik şeyler yazmayın" dedim. Çünkü içimde endişeli bir teyze yaşıyor. Ay aslında o kadar da haksız sayılmam, bu iki kuduz yüzünden çeşitli anksiyeteler yaşıyor olmam bir yana, geçenlerde postanede "Artık kartlar da kayıtlı posta" dedi bana bir memur, kaç kartı hangi ülkelere attığımı yazdı bir yerlere. Göremedim de tam olarak neler oluyor, hiç anlamadım.

Ben hiç uyarmamışım gibi kart atmışlar son gittikleri yerden, Lizbon'un meşhur çinilerinin, karolarının komünist olduğundan bahsediyorlar kartta. Viva la Revolucion! diye devam ediyorlar. Mesaj yazdım hemen:


Özetle "Kart geldi. Çiniler nasıl komünist? Küba'da mıydınız da devrim sevinci yaşadınız boklar?" diye sordum. "E sen politik şeyler yaz demiştin, biz de yazdık," diye cevap geldi."Biz di pilitik şiylir yizdik," diyebildim.

Dün bir de paket geldi bunlardan, hediyelik şeyler. İçlerinde bir de şu vardı:


Elimde tuttuğum şey, bir paket peçete, üstünde "Benim sebzem et" gibi bir şey yazıyor. Komik mi? Değil. Çok acıklı aslında. Ama bunlar böyle eğleniyor.

Günün bilgisi: 5 sene sıkı bir şekilde vejetaryen olarak yaşamayı başardım. Geçen yılbaşı bir anda her şey kontrolden çıktı. Bu peçete o yüzden bana yollandı.

Yılbaşını geçirmek üzere Sarajevo'ya gidiyorduk, daha uçak kalkmadan başladı barbar kocam, "Zeljo'ya gidelim. Zeljo. Çevapi. Çevapçiçi. Gidicez di mi? İlk iş Zeljo'ya gidelim bak." Tamam dedim, ne diyeyim, ilk gidişimizde de musallat olmuştu Zeljo'ya. O köfteleri yerken ben ayran içip beklemiştim onurlu bir vejetaryen olarak.

Çantaları otele attık ve bu buzla kaplı kaldırımlarda koşmaya başladı. Ben de peşinden. Zeljo'ya girdik, yer de yok, bizi birilerinin yanına sıkıştırdılar. Zeljo şurası, Başçarşı'nın içinde:


Şurada anlatıyor kısaca nedir, nasıl gidilir diye. Fotoğrafı da oradan aldım.

Garson abi geldi, çökük çökük avurtlarıyla sipariş almak istedi. Uçaktan ineli yarım saat olmuş, hava eksi 18 derece, henüz nerede olduğumu anlamamışım, zaten bütün Boşnakçam toplam 5 kelime. Bir çevapçiçi diyemedim, iki ya da üç de diyemezdim, rakamlar kesinlikle aklıma gelmedi. Parmağımızla menüden gösterdik, abi gitti. "Kesin iki tabak gelecek," dedim, "Neyse artık, yiyebildiğini yersin."

İki tabak geldi, barbar kocam girişti. Ben tabağa baktım, baktııım, baktııım. "Ben bunu yiyeceğim," dedim. Bunu dedim. Ve yedim.

Nefes almadan yedim. Şunu yedim:


Somun içinde kömür ateşinde pişmiş köfteler, üstüne kaymak (yoğurt), hafif sotelenmiş soğan.

Sonraki günler de gitmeye devam ettik Zeljo'ya. Bir gün pazara gittik, teyzelerin kesip kesip verdiği kuru etleri, sucukları da yedim. Bir yandan da "Allahım bu kısa bir evre mi yoksa döndüm mü ben et yemeye?" diye kendimi sorguladım.

Dönüşte barbar kocama yemin ettirdim kimseye söylemesin diye. Kısmen utançtan ama çoğunlukla hayatımızı karman çorman edeceğinden. Çünkü 5 senedir vejetaryendim, herkes alışmıştı. Ona göre yemeğe gidiyorduk, ona göre yemek pişiriyorduk. Tatilde patlamışım, eve dönünce "Et yiyecek mi? Yemeyecek mi?" bunaltısı yaşayalım istemedim. Bunu bir günah gibi saklamaya hazırdım.

Saklayamadım. Telefon açıp Sevda'ya anlattım, ona da tembih ettim kimseye söylememesini. "Ben anlatırım sonra Nadire'ye," dedim. "Tamam," dedi.

Birkaç gün sonra Nadire'ye gittim, salona oturttu beni, elime çay verdi:

N: Eee nasıl geçti?
Ben: Ay işte çok soğuktu ama ne güzeldi. Konser vardı.
N: Ay boşver soğuğu, ne yedin ne içtin onu anlat.
Ben: Güzel bi kafe var, oraya gittik?
N: Ne yedin?
Ben: ...
N: Nasıl iyi miydi yemekler?

"Nooluyo ya?" diye ağlamaklı oldum. Meğer ben Sevda'ya günah çıkardıktan 15 dakika sonra tanıdığım ne kadar insan varsa mahallenin marketinde karşılaşmışlar. Oracıkta, reyonların arasında herkes her şeyi öğrenmiş. "SİZİN KONUŞACAK BAŞKA ŞEYİNİZ YOK MU?!" diye çıkışayım dedim, bir işe yaramadı.

Ve ondan sonra ben zincirlerimden boşanmışçasına et yemeye devam ettim. İşte 10 ay olmuş, duramadım. Öğlenleri yakaladığımı mahalle dönercilerine sürüdüm, "Bana lazanya yapın" diye ağladım, kıymalı pide yiyelim diye çekmediğim numara kalmadı.

Bazen Zeljo'nun facebook sayfasına bakıyorum açıp, köftelere bakıyorum. Biri köfte tabağını koyup altına "Vejetaryenlere göre değil!" yazmış, içimden acı acı güldüm. Ah güzel kardeşim, bir bilsen.

Eski halime döndüm, parça et, biftek miftek yemiyorum. Sebze yemeklerine et koymuyorum. Balığı herhalde en son 20 sene önce yemiştim, geçen Karaburun'da balık da yedim, sevmediğime yeniden karar verdim. Velhasıl şarküteri, döner möner, köfte, hamburger, ara sıra tavuk, yer yer hindi rutinine geri dönmüş oldum beş sene sonra.

Zeljo'da ağzıma köfteleri sokarken kocamın gizlice çektiği fotoğraflar da var aslında. Ve inanılmaz trajik görünüyor halim. Şantaj için kullanırım diye düşünmüştü, fırsat bulamadı. Bulamadım nerede fotoğraflar. Ayh bir de geçen bahar gidip Dersim'de dünyanın en güzel ineği Zoze'yle tanıştım, vicdan azabından büzülüyorum Zoze'yi düşündükçe.

Böyle yani vaziyet. Bilmiyorum böyle mi devam edeceğim, yoksa bir gün yeniden "Eh yeter!" der miyim.

Bu kendi çapında dev itirafı da tamamladığıma göre gideyim ütü yapayım, inekleri düşünmemeye çalışayım. Süper Loto da bana çıkmadı zaten.

October 23, 2017

Ay Lav Yu Mısır

Günün bilgisi: Patlamış mısırı çok seviyorum. Herhalde hayatımdaki en uzun, en tutarlı, en stabil ilişki mısır ile aramızdaki ilişki. Yazdı kıştı demeden evde mutlaka bulunan tek besin maddesi de bu zaten.

BİM market yolumun üstü, çöp torbası ve mısır alıyorum düzenli olarak. Bugün bir baktım ki bu küçük plastik şişelere doldurup satmaya başlamışlar.


"Mihiihih küçük şişe kalp kalp kalp!" diye aldım eve geldim. Şu anda "Ayh ne çok plastik?!" diye bozuluyorum. Mısır bitince de kesin atamayacağım ben bu şişeyi, elim varmayacak, naylon torba ve yoğurt kabı biriktiren nesillerin çocuklarıyız. Sonra 50 tanesi birikecek sokuşturduğum yerde. O arada iki buçuk sene geçecek aradan. Sonra buraya gelip ağlayacağım "Dev bir şişe problemim var!" diye.
Makineye çamaşır attım. Nane çayı içerek Gökçek'in istifa etmesini bekliyorum. Siz naapıyosunuz?

July 6, 2017

Kitaplar, Dövmeler, Leblebiler, Emayeler

Araya iki kitap ve biraz leblebi sokacağım müsadenizle.


Tunalı'da yürürken YKY'nın vitrininde gördüm bunu, içeri koşup aldım. Sanırım hiç böyle koşarak kitap almamıştım. Geleneksel dövmeler yıllardır aklımın bir köşesini işgal ediyor, biliyordum eninde sonunda biri oturup herkese ulaşacak şekilde yazacak bu konuyu, çok sevindim.

Yıllardır aklımda dediğim, tam olarak 2001'den beri, Urfa'ya ilk ayak bastığım sene. Dövmeler de dahil bir sürü şey hakkında susmak bilmediğim için annesi köyden gelince beni de çay içip kek yemeye davet etti Fatoş Abla. Artık yabancı ve kadın olduğumdan mı, bir-iki dövmem var diye mi yoksa yavşaklığım sebebiyle mi bilmiyorum, bayağı üstümüzü başımızı sıyıra sıyıra dövmelerimizi gösterdik birbirimize. Benimkiler kedi osuruğu gibi kaldı, Fatoş Abla'nın annesinin yüzündeki dövmeler bir yana, alt çenesinden boynuna, oradan da göğsüne motifler iniyordu. Ay hayatımda gördüğüm en etkileyici şeydi yemin ederim.

O gün de anlattılar, göçebeler yapardı, eskide kaldı, gençler yaptırmıyor diye. Bebekken hep hastaymış, bir kısmı hastalığa karşı yapılmış, bazısına süs demişti. Kitapta da okudum bunları.

Kitabın havası bilimsel makale gibi, bir halkbilim çalışması. Dövmenin kısa bir tarihçesi ile başlıyor; ikinci bölüm dövme sahipleri ile yaptıkları çalışmanın sonuçlarını içeriyor, kim bu insanlar, ne zaman dövme yaptırmışlar, nasıl yapılmış, neden yapılmış filan. Konuştukları biri, mürekkep yerine geçen karışımın en az bir gece beklemesi gerektiğini söylemiş, sebebi sorulduğunda da "Yıldızları görmesi lazım" demiş. Bunu okuyunca biraz aklımı kaçırır gibi oldum, allahım!

Üçüncü bölüm dövmelerin sınıflandırılması ve anlamları üzerine. Kitabın sonunda da motifler katalogu var.

Ben çok beğendim kitabı, iki şeye takıldım sadece, biri hemen hemen bütün kaynakların Türkçe olması. Ya Türkçe yazılmış ya da Türkçe'ye çevrilmiş ve bu çeviri olan kitaplar (genelde tarih ve mitoloji ile ilgili başvuru kitapları) çok güncel yayınlar değil. Yazar, kitabın başında dil sorunu nedeniyle kaynak konusunda çok açılamadığını belirtmiş, bu samimi açıklaması da hoşuma gitti. Dil sorunu olmasa o "dövmenin tarihçesi" bölümü daha kapsamlı, daha çok fikrin ve daha çok coğrafyanın tartışıldığı bir bölüm olabilirdi. Arkeoloji mesela, inanılmaz süratle güncellenen bir alan. 10 sene önce basılmış kitapta okuduklarınız bugün geçerliliğini kaybetmiş olabilir, 10 sene içinde harika yeni fikirler paylaşılmış olabilir. Türkçe'ye aynı süratle çevrilmiyor yayınlar.

Bir diğer şey de kitap boyu çok uzun alıntıların olması. Yazar kendisi anlatırken konuyla ilgili kitaplardan alıntılar sokmuş araya ki zaten bu bilimsel yazma işi böyle yapılıyor. Fakat alıntılar olduğu gibi aktarılmış kaynaklardan ve yer yer yarım sayfayı buluyor uzunlukları. Alıntı olduğu farkediliyor, tırnak içinde ve italik yazılmış, sayfanın altında dipnot var. Ama sizin niyetiniz o olmasa da bu kadar uzun alıntı intihal kapsamına giriyor uluslararası bilimsel yazı yazma işinde. İntihal olmasın diye "paraphrase" denilen şeyi yapmanız gerekiyor, kaynak kitapta okuduğunuz o fikri kendi cümlelerinizle aktarıyorsunuz. Sonra cümle sonuna dipnot verip yazarını, kitabı, hangi sayfadan alıntı yaptığınızı belirtiyorsunuz.

Bir yandan da okurken tıkıyor bu uzun alıntılar çünkü bir anda anlatım dili değişiyor, kabile kabile diye okurken bir anda boy demeye başlıyor aynı şeye. Çok büyük bir ilgiyle okudum, çok da takdir ettim, etmesem bunlara takılmazdım zaten.

Tabii yazarın defalarca altını çizdiği bir durum var ki bu geleneksel dövme çalışmalarının sanırım en büyük sorunu, vücudunda dövme olan insanların yaş ortalaması 70. Arkadan gelen kuşaklar yaptırmıyor, bu gelenek yok oluyor yani. Hal böyle olunca da acilen belgelenmesi daha ağır basıyor.

Memleketin güneydoğusunun bir zamanlar gökyüzüyle olan ilişkisini, bu ilişkinin her türlü müdahaleye rağmen dövme suretinde nasıl da usul usul varlığını sürdürdüyor olabileceğini okumak çok acayipti. Mezopotamya binlerce yıldır hem kendini yiyiyor hem de durmaksızın dayak yiyiyor ama hep ilham veriyor, hala veriyor.

İkinci kitap da bu. Sevda uzun zamandır peşinden koşuyordu, nihayet yeniden basıldı, okuyup bana verdi.

Tanıtım yazılarında sürekli "Kafka akla geliyor" filan diyordu, ne bekliyordum bilmiyorum, Kafka geliyormuş hakikaten insanın aklına. Yarabbi, her yer kum, okurken beni de sanki zımpara kağıdıyla ovdular.

Bir ağustos günü bir adam böcek toplamaya gidip ortadan kayboluyor, sonrası tonlarca sıcak kum, çile, gidip gelen akıl, gece mi gündüz mü belli değil.

Kitabın tam orta yerinde kumdan derin bir çukur var, çıkılamıyor o çukurdan sayfalar boyu.

Çevirisi de düzgündü. Yani Japonca bilmediğim için bu tespitim tam manasıyla gerizekalılık tabii ama dili düzgün yani, onu demeye çalışıyorum. Okuduğuma memnun oldum, bir süre mumyalı cinayetli polisiye okuyup kendime gelmeye çalışacağım.

Son kitap siparişimi de eganba'dan verdim, güzel güzel geldi kitaplar. Fiyatlar diğer yerlerle aynı aşağı yukarı, Doğan Grubu'na verdiğim paralar yetmiştir herhalde artık diye düşünüp buraya transfer ettim kendimi.

Bu kültür fırtınasını leblebiyle taçlandırarak bitireyim. Ağın leblebisi.


Nadire bundan başka leblebi yemiyordu, Elazığ'dan aldık bir miktar, bir bildiği varmış, kısa sürede tükendi evde. Ben çok sevdim bunu, sıcak kumla filan kavruluyormuş, öbür leblebiyi yiyesim gelmiyor artık. Güvenlik'teki bir kuruyemişçide bulup aldım. Aynı dükkanda karadut kurusu da vardı, ona da bayılıyorum. Bu ikisiyle ara öğün yapıyorum kendime. Bu miktarda değil tabii, çok bu. Fotoğraf çekeceğim diye boca ettim.

Ay bu arada, bazen dönüp eski yazılarımı okuyorum, kendimden sıklıkla tiksiniyor olmamın yanında verdiğim tavsiyeler de bok gibi arkadaşlar. Şu fotoğraftaki Refikadan marka emaye kaseleri satın aldığımda yazmışım. Aradan bayağı zaman geçti, bir kere daha yazayım, ben bir daha almam Refikadan. Emayesi incecik, elde yıkadığım halde dış yüzünün siyah boyası soldu filan. Üstelik pahalıydı, şimdi baktım web sitesine, benim üçlü kase setinin aynısı yok ama daha küçük üçlü emaye saklama kabı var, 79,90 lira. Öyle üçlü bir seti marketten 19 liraya aldım ve tepe tepe kullanıyorum.

Gene buralarda övdüğüm mahalle zeytincisi de Sevda'ya küflü tereyağı satıp geri almamakta direndiğinden beri hayatı sorguluyorum. Öpüyorum. Gidiyorum.

March 14, 2017

No.

Kar yağıyor Ankara'ya, sulu biraz gerçi ama yağıyor, hava gri. 90'lar popu açtım, Ace of Base filan, bir de mavi oje süreyim dedim. Bu evde oje sürülmüyor, sürer sürmez tüy yapıştı, zaten taşırdım da yer yer. Ay neyse yani, memleketin sokaklarında portakal bıçaklanmamışçasına yazmaya devam edeceğim.

Geçen yazki tadilat sırasında gizemli bir şekilde kaybolan sandalyelerimin başına ne geldiğini anladım. Aslında oluyor bayağı anlayalı, fotoğraf çekmek yeni geldi aklıma.


Bakın orada, duvarın üstünde duruyor bir tanesi. Evdeki adamlar kırıp kapının önüne bırakmışlar, karşımızdaki apartman görevlisi/otoparkçı abi de alıp kendine oturak yapmış. Böylece vedalaştık sandalyelerimle. Aslında vedalaşamadık, her sokağa çıktığımda görüyorum şu halini, gözüm seğiriyor.

O arada sokağımıza falafelci açıldı. Dün uğrayıp bir falafel dürüm aldım, beklerken çay verdiler, genç bir çift açmış dükkanı. Akşam barbar kocamla yarım yarım yedik, çok güzeldi. Menüsünü koyayım aşağıya, bir de arancini diye pirinçten içli köfte gibi bir şey yapıyorlarmış, İtalyan yemeği galiba:


Facebook sayfaları şurada, adres telefon filan orada mevcut. Menü siparişi verince kediler köpekler için küçük bir paket dostluk maması hediye ediyorlarmış.

Ay şu haberi görünce aklıma geldi, kaç sene önce Amsterdam'dan memlekete dönüyordum, check-in yaptırayım diye görevli kıza yanaştım Şikiphol Havalimanı'nda. Eve döneceğimden çok emindim fakat kız bana "Bu uçuşta adınız yok sizin?" dedi. İngilizce dedi, çok şükür gurbetçi memurların yardımı olmadan da anlaşabiliyorum yabancılarla. Neyse yani, bayağı dönüş biletim iptal edilmiş benim, bu kadar yıl sonra hala bilmiyorum neden böyle bir şey oldu.

Üzerinize afiyet kredi kartımı da patlatmışım, kıza da öyle dedim, "Ay ben şuursuz turistim, para filan kalmadı ki yeniden bilet alayım?" Kıza babamın telefon numarasını söyledim, aradık oradan, babam duymuyor telefonunu, zira Türkiye'de gece yarısı. Annemlerin evdeki bütün telefonları zarıl zarıl çaldırarak nihayet uyandırdım ebeveynlerimi, babam bir süre anlamadı ne istediğimi. Sonunda zorla kredi kartı bilgilerini alabildim, kendime uçak bileti aldım ve bindim o uçağa. Sabaha karşı eve geldiğimde bir de kapıda kaldım, gene sesimi duyurup bunları uyandırana kadar kapının önünde sigara içip free shoptan aldığım şekerleri yedim bir süre.

Neyse yani, babam telefonu açmasa ben de orada ölecektim, anlıyorum bakan hanımefendiyi, Hollanda'da böyle şeyler oluyor. Ben sonra başka havaalanlarında da fenalıklar geçirdim, yanlış tarihe bilet almalar olsun, kendi biletimi yanlışlıkla iptal etmeler olsun filan ama allah biliyor bir 3. dünya ülkesi vatandaşı olarak her zaman bir çanta dolusu evrakla yola çıktım.


Diyor ki ecnebi damadımız, "Sırbistan'a pasaportum olmadan girmeye çalıştım." Giremedi tabii. Daha doğrusu Viyana'dan çıkarmadılar, Avusturyalılar mantıklı insanlar oldukları için buna "Hiç çıkma buradan, zaten oraya giremeyeceksin" demişler. Ben damadın temiz bir Sırp dayağı yediğini filan hayal ettim ama dediğim gibi ben 3. dünya ülkesinde doğdum büyüdüm. Üzerinde güneş batmayan imparatorluk vatandaşıysanız, bulunduğunuz ülkedeki temsilciliğinizi arıyorsunuz, telefonu hemen açıyorlar, size "Manyak mısın neden pasaportsuz seyahat ediyorsun?" demiyorlar, "Tamam bir saat içinde sana geçici bir seyahat belgesi ulaştıracağız" diyorlar. O arada havaalanında insanlar sizin için koşturuyor, acil bir vesikalığınız çekiliyor, elçiliğe emailleniyor, derken Sırbistan Dışişleri Bakanı havaalanını arayıp "Bindirin ulan o uçağa, biz alacağız sınırdan içeri!" diyor, havaalanında panik dalgası yaratıyor. Bu sefer sizi uçağa koşturuyorlar fakat biletiniz "Paşaportsuz gerizekalı" ibaresiyle iptal edildiğinden uçak siz olmadan kalkıp gidiyor. Söz verilen zamanda geçici seyahat belgeniz geliyor, bir sonraki uçağa biletinizi alıyorsunuz.


Ben panikle orada mısın, burada mısın, neredesin diye sorarken herif İrlanda barı bulmuş, orada oturuyormuş. Beyazlık, rahatlık, genişlik, ne ararsanız var.

Ay kalkıyorum ben bu masadan, sırtım ağrıdı, 90'lar popundan da tiksindim biraz. Şunun dışında, bunu seviyorum hala biraz:

February 14, 2017

Boyoz Bence Daha Mühim

Ay ben yazana kadar Sevgililer Günü geldi, ben çok başarısızım böyle günler olsun, ne bileyim doğum günleri olsun. Bir haftada yetişip kutladıysam doğum gününü, seviniyorum. Pakistan mesela, kökten bir çözüm arayışına girmiş:


Ben size söyleyeyim bugün Pakistan'da neler oluyor; sokaklarda yatan, anca karnını doyuran kesim zaten kutlanmış mı kutlanmamış mı farketmeyecek. Bir grup azgın kuduz sağda solda kalpli yastık filan yakıp yasağı kutlayabilir. Bizim gibi Pakistanlılar "Off allahım, ne biçim ülke?" diye hayatlarına devam edecek. 5 kuşaktır Cambridge mezunu, sahip olduğu toprakların ucunu bucağını bilmeyen ultra zengin kesim de bayağı içkili miçkili Valentine's Day kutlayacak.

Suyu çıkmış, içi çürük ülke manzaraları. Çürük deyince aklıma geldi, şu yazıyı geçenlerde okudum, buraya koymak istiyorum. Bunun adı aşk değil, flört şiddeti.  Yazının ikinci yarısında listelenen hıyarlıkların bir kısmı benim de başıma geldi, bir kısmını etrafımdaki kızlar yaşadı.

Şiddet derecesi düşük ama bunaltma seviyesi yüksek bir örnek, benimle konuşurken her cümleye "Hayır" ile başlayan ayı.

Ben: "Filmi beğenmedim ben, gözümüze sokmuş her şeyi."
Bu: "Hayır şimdi sinema sanatında car car car car...."
Ben: "Ne güzel lokantaymış burası."
Bu: "Hayır lokanta deyince esas bir de şurası var vır vır vır vır...."
Ben: "Her dediğime hayır diyorsun, nasıl konuşacağız biz?"
Bu: "Hayır öyle yapmıyorum."

Benim durmaksızın yanıldığım, bunun da bayılana kadar itiraz edip beni düzelttiği bu ilişki tahmin edersiniz ki 3 ay sürmedi. Zaten farklı şehirlerde yaşıyorduk. Allah hayatındaki insanlara sabır versin, ne diyeyim.

Nasıl, içinizde kalmış üç gram Sevgililer Günü heyecanını da yok etmeyi başardım mı? Meh meh meh. Amaan allahaşkına üç günlük dünya, alacaksanız alın ayol kalpli gül, güllü kalp. Ben olsam çorap alırdım, yaşlandıkça en güzel hediye çorapmış gibi gelmeye başladı. Ya da boyoz.

Hafta sonu Gediz geldi İzmir'den ve böyle bir şey varmış, hiç söylemiyorsunuz?


Havaalanı servisinden "Bavulu görünce korkma" diye mesaj attı, gene de bunu beklemiyordum. Özenle ayırdım, buzluk torbalarına yerleştirip kaldırdım. Bir fırın da burada açacak kadar boyoz var evde. Denemek için 3-5 tane attım fırına, gayet güzel oldu.

Kaç kere geldi gitti kız, nihayet Kıtır'a oturmayı başardık. Her geldiğinde deniyoruz, hep dolu hep dolu. İnsanlar işten çıkmadan yetiştik bu sefer, masa bulup oturduk. Biz iki kişi Kıtır'a ulaşana kadar yolda kar topu gibi büyüdü grup; bir kısmını yolda bulup kolumuza taktık, Sarıkafa "Ay Kıtır'a mı gitsek?" diye aradı içine doğmuş gibi. Bazıları birbirini tanımayan arkadaşlarım tanıştı, ne zamandır bu kadar neşeli bir akşamüstü geçirmemiştim. Bira içip çerçöp ne varsa yedik. 

"Kıtır ne ayol?" diye soracaklar için ekleyeyim, benim fotoğraf çekmek gibi bir alışkanlığım olmadığı için internetlerden buldum, şöyle bir yer:


Avizeleriyle meşhur bence.

Cumartesi akşamı da önce meyhaneye, arkasından halay çekmeye götürdük Gediz'i. Halay işi felaketle sonuçlandı, sonra yazarım çünkü diagram filan çizeceğim.

Sevgi dediğin illa partnere olacak değil, (pantere de olabilir ho hoh) (ayh özür dilerim gerçekten) bunun arkadaşı var, kedisi var, köpeği var. Şöyle bir dinleyeniniz varsa daha ne ister insan bilmiyorum.


Yerinde duramadığı için flu çıkmış çocuk, Miyu bu, teyzesi sayılırım. En çok onun sevgililer şeysini tebrik ediyorum zira bugün yarın ponponlar gidici.

Günün anlam ve önemine uygun bir şarkı bırakıp gideyim, ütü yapayım, kitap okuyayım.

February 17, 2015

(23) Sevdiğim Gruptan Bir Şarkı Seçtim

Annemi göz doktoruna götürdüm bugün, babamın da gmail şifresini sıfırlamasına ve emaillerine kavuşmasına yardım ettim. Hayırlı evlatlığımın karşılığında annem yumurtalı makarna yaptı. Evde beni bekleyen iki canavarı düşündüm, annemlerin evinde koltuğa kıvrılıp uyuyasım geldi.

Kıvrılamadım tabii. Marketten bir şişe şarap, bir paket de cips alıp eve geldim. Cipsin birazını yedim, şarap içesim gelmedi, çay yaptım. Bir de armutlu kek yaptım, şu tarifin aynısını yapıyorum, çok güzel oluyor.

Köpenkler iki koltuğu da işgal etti, rüyalar içinde uyuyorlar. Galiba daha fazla tartışma programı seyredemeyeceğim. Galiba bu geceyi mektup yazıp müzik dinleyerek geçireceğim. Şunu dinliyorum şimdi, çok bağrıma bastığım bir grup The Veils, bu şarkıyı da diğerlerinden biraz daha çok seviyorum.

October 21, 2014

Yemekle İlgili Fikirlerimi De İstirham Edeyim

Bayansilvia yapmış, Zihnin Arka Sokakları bu tarafa doğru yollamış, tembellikten yerlerde sürünüyorum zaten, yemekli mimi yapacağım şimdi.

En sevdiğiniz yemek: Patatesle makarna arasında kararsız kaldım, bu ikisiyle ne yapılırsa bayıla bayıla yerim.

En sevdiğiniz tatlı: Aşure ve baklava. Kazanla getirin, kamyonla getirin, beni durduramazsınız.

Siz çocukken anneniz sizi... köftenin ineklerden gelmediğine inandırmıştı. Köftenin nerden geldiğini düşünüyordum bilmiyorum, galiba bu konuda düşünmek istemiyordum.

Çocukken de şimdi de... pişen et ve balık kokusuna dayanamam. Yıllardır sigara içmeme rağmen koku duyumun maşallahı var, metrelerce uzaktan alıyorum. Yıkansa bile içinde balık pişirilmiş tavaları ayırabiliyorum, kalamar kızartılmış yağda patates kızartıp getirdiklerinde kalbim kırılıyor.

Yemeyi sevdiğiniz ilginç şeyler: Ay bilemedim buraya ne yazacağımı. Bir keresinde Mardin'de, Cercis Murat Konağı'nda domates tatlısı yemiştim, dondurmalı. Bir türlü unutamıyorum, yediğim en güzel şeylerden biriydi, başka bir dünyadan gelmeydi.

Türk mutfağı dışında sevdiğiniz mutfak: Anadolu mutfağını her fırsatta öven, "Allahıııımm iyi ki burda doğmuşum!" diye kendini yerlere atan biriyim. Çok kısıtlı tecrübelerime dayanarak Lübnan mutfağını beğeniyorum bir de. İşin içine yemekler girince sınır mınır kalmıyor gerçi; bir humus kardeşliği varsa mesela, hemen üye olmak isterim.

Yemeyi sevdiğiniz en sağlıksız şey: Doritos cips, Eti Cin, Haribo'nun tropikal meyvelisi.

Alerjiniz: Yok. Uzun süre aç kaldıktan sonra aniden yemek yemekle ilgili bir sorunum var, kebapçıda masaya yığılmışlığım var mesela. Bir de reflüden şikayetçiyim ama yuvarlanıp gidiyoruz bir şekilde.

En sevdiğiniz meyve: Muz.

En sevdiğiniz atıştırmalık: Peynir.

En sevdiğiniz içecek: Kahve. Bir de gazoz ama ya Uludağ ya Fruko.

Asla yemeyeceğim ve içmeyeceğim dediğiniz şeyler: Her türlü et mamülü. Hiçbir zaman bağrıma basamadım, iki senedir hiç yemiyorum.

Sonsuz tane de olsa yiyebileceğiniz şey: Patlamış mısır.

Çorbaların kralı: Tarhana.

Kahvaltıda tercih ettiğiniz şey: Ay çok utanç verici ama kahve ve sigara. Ancak öğlene doğru bir şeyler yemek aklıma geliyor. Peynir-ekmek-domates, bazen yoğurtla müsli, bazen yumurta.

Açken ben... normal hayatıma devam ederim. Öyle sinir basması falan olmuyor bende. Susuzluk çok daha korkunç bir şey oldu benim için hep.

Bir keresinde yemek yerken... annem beyin enfarktüsü geçirmişti. Ayvalık'ta bir pizzacıdaydık. Ambulans mambulans, Ayvalık Devlet Hastanesi, nöbetçi doktorun peşinde koşmalar, nöbetçi doktorun "gıda zehirlenmesi" teşhisi, annemin ayağa kalkabildiğini farkettiği anda bizi önüne katıp hastaneden tüymesi, İzmir'e kadar araba sürmesi, yolda bana "Eğer bana bir şey olursa fren şu pedal, ona bas" demesi. Kardeşimle iki hafta boyunca anneme doktora gitmesi için yalvarmamız, sonunda ikna olması, doktorun önünde bile "Aman işte bayılmışım ben" diye geçiştirmesi, bana sinir basması, annemin nasıl bayıldığını küçük bir piyes şeklinde doktora canlandırmam, annemin o anda beni evlatlıktan reddetmesi. Ahahhaha ay sinirlerim bozuldu hatırlayınca, neyse, o zamandır beri ilaç kullanıyor, arada kontrole gidiyor falan.

Bu enfarktüs konusunda beni ve kardeşimi uyandıran, tuhaf bir şekilde Ebru Gündeş oldu. Kameraların önünde geçirdiği o beyin kanaması büyük ihtimalle annemin hayatını kurtardı. Aynı şekilde bayıldılar çünkü, tamamen aynı şekilde. Eğer o görüntüleri izlemeseydim mümkün değil şüphelenmezdim. Gıda zehirlenmesi der geçerdik.

Yemeli içmeli fotoğraf aradım, doğru dürüst bir şey bulamadım. O yüzden hayatımızın kedisi Mi'nin bir fotoğrafını koyuyorum, insan bunu da yer.


Kazıdan dönmüşüm, bavulu açmışım, gelip yerleşivermiş. Dünyanın en nalet kedisiydi, çok özlüyorum.


September 2, 2014

Sinema ve Kapkek

Başta Saçaklı olmak üzere İzmirlilerin gözü aydın, Başka Sinema filmleri İzmir'e de ulaşmış nihayet.

Bütün yazı abesle iştigal ederek geçirdim, artık sinemaya gitme zamanı gelmiş olabilir. Eylül filmlerine şurdan bakmak mümkün. Geçen sene en beğendiğim filmler bu seanslarda gösterilenlerin arasından çıktı. Gloria hariç. Artık itiraf edebilirim herhalde, üç kadın gittik filme, ilk fenalık geçiren annem oldu, S. efendiliğinden dişini sıktı, ben dakikaları saydım. Nihayet Gloria şarkısı çalmaya başlayınca "ALLAAAHH BİTİYOR BİTİYOR HADİ ÇOK ŞÜKÜR!!" deyivermişim. Koşarak kaçtık. Pörsümüş bedenlerin birlikte devinimi, benim seyretmeye tahammül edebileceğim bir şey değilmiş. Ay çok fena.

Geçenlerde Leylak Dalı ile elele tutuşup kapkek yemeye gittik. Benim yolculuğum biraz maceralı oldu. "Ulan yaz bitiyor, üstelik kız buluşması yapıyoruz, giyineyim biraz" diye düşünerek kısa bir şort ve panterli sandaletlerimi giydim. Bir çıktım ki apartmandan, bütün cadde sağlı sollu adam dolu. Ellerinde bayraklar falan.

Geçemiyorum, bir parti havası var, polis var, sivil var. Allah için çok nazikti herkes, "Buyrun han'fendi"lerle falan yol açtılar. (Panterli sandalet etkisi bence). (Biraz da onların deplasmanda olmasının, benim ise mahallemde olmamın etkisi olabilir).

Neyse, kısa sürede uyandım ki cumhurbaşkanlığı yemin töreni var, adam caddeden geçecek. Aşağı doğru yürüdükçe yanımdan üzerinde "Özel Servis" yazan belediye otobüsleri geçmeye başladı, biraz daha adam taşıyorlardı, cadde uzun çünkü. Caddenin en aşağısında hanımlarla da karşılaştım, onlar da bayraklarıyla bekliyordu. Bunca zaman oldu, hala bu otobüsle taşıma işini anlayabilmiş değilim. Valla. Çok acayip.

Neyse, d'lish cupcake dükkanı Tunalı civarında, bu karamelli maramelli olanı çok güzeldi. Limonata da çok güzel, kendileri yapıyormuş, güzel kavanozlarda getiriyorlar. Biz bir kavanozu paylaştık, isteyene bir kavanoz-iki pipet romansı da sağlıyorlar.

Bir sonraki yazımda apartman yöneticiliğinde geldiğim noktadan bahsetmeyi düşünüyorum. Hazır mısınız?



January 13, 2014

Afganistan Sofrası

Geçen cumartesi annemlerle Afganistan Sofrası'na gittik. GMK Bulvarı üzerinde, Kızılay tarafına daha yakın, No:24/2'ymiş, binaların ikinci katlarına bakarak yürümek suretiyle bulmak da mümkün. Sanırım aşçısı eskiden Afgan elçiliğinin aşçısıymış, öyle bir elçilik bağlantısı var ama debdebe beklemeyiniz, son derece mütevazi bir yer.


Bencil bir tip olduğum için kendi tarafımdan çektim fotoğrafı. Etyemezler için bu çelav var, bir de yoğurtlu patlıcanlı badenjan burani. İkisi de inanılmaz lezzetliydi, kırıntı bırakmadan yedim. Etyerler için seçenekler daha geniş, çeşitli kebaplar mevcut. Annem karışık kebap tabağı yedi, babam baharatlı maharatlı tavuk baget. Bütün etler çok lezzetliymiş, baharatlı uzun ince bir köfte var, özellikle onu çok beğendiler. 

Sofraya ekmek gelir gelmez "AMA NAN? AMA ÇAPATİ? AMA PİDE?" diye ağladık, pide soran cahil benim, annemle babam daha havalı insanlardır. Yokmuş nan-çapati-pide, çünkü belediye tandır kurmalarına izin vermiyormuş, ikna olmayarak bozulmaya devam ettik. Bildiğimiz tırnak pide de olurdu yani, bu bakkal ekmeğini görünce kalbim kırılıyor benim. 

Tek üzüntümüz bakkal ekmeği olsun gerçi, çok memnun kaldık gıdalardan. Garson da genç bir oğlan, güleryüzlü ve sevimliydi. Yemekten sonra çay geliyor, isteyene normal siyah çay, isteyene demlikte yeşil çay.


Bu yeşil çayın Afganistan'dan geldiğinden şüpheleniyorum, sormayı da unuttum ama içtiğim en güzel yeşil çaydı, berrak ve yumuşak.

Üç kişi yiyip 40-50 lira civarı bir hesap ödedik, ben çelav ve badenjan yemeye giderim gene, yolunuz düşerse bir deneyin.

January 8, 2014

Merve, Ekmek Köşesi ve Çekçek Efsanesi

Annemin bankada işi vardı, müşteri temsilcisi beklerken bir ara elimdeki numara kağıdına bakıp alalı 40 dakika olduğunu farkettim. 20 kişi falan yığılmışız çalışan iki müşteri temsilcisinin önüne ve fakat bir yere varamamışız. Annem söylendi, annem söylendikçe bu müşteri temsilcilerinden biri bıyık altından gülmeye, masasında oturan otoparkçı kılıklı müşteriyle kikirdemeye falan başladı. Ben de bunlara bakmaya başladım. Bak Merve, adın Merve'ymiş sorup öğrendim çünkü çok gerizekalısın, nerdeyse 50 dakika süren bankacılık işlemi nedir bilmiyorum ama flört ettin resmen o otoparkçıyla, yani ya çok zevksizsin ya da müşteriyle ilgilenmeyi tamamen yanlış anlamışsın. O arada kalkıp banka içinde sağa sola koşturmalarını falan ben yemiyorum, sanmıyorum ki banka yönetimi de yesin, bayağı hımbıl, yavaş ve beceriksizsin. 60 küsur yaşında bir banka müşterisi 1 saat boyunca elinde hesap defteriyle beklerse söylenir tabi, sen kim oluyorsun da dalga geçiyorsun la bebe? Hemen arkamızda bekleyen iki kadın sen lömbede lömbede koştururken arkandan "aiiyyy bir de kocagötmüş" dedi, üstlerinden birine hakkında "terbiyesiz paçoz" diyen de benim, haberin olsun Merve. Hadi ben pasif-agresifim, bir gün aktifine denk gelirsin, o koca kafanı masaya donk diye çarparlar Merve. Mavi far sürme, çok esmersin, bir berbere git, saçlar çok yoluk Merve.

Evet, Merve'den böylece hırsımı aldıktan sonra günlük, önemsiz meselelere geçebilirim. Bankadan nihayet çıktıktan sonra Şık Düğme'ye gittik, öyle dolanırken güllü kumaş görünce aldım. Ne yapacağım konusunda en ufak bir fikrim yok ama olsun.


Yerliydi bu ve ucuzdu çok. Çok güzel desenler var ama ithalmiş hep kumaşlar, metresi 32 liraya pazen var, memleketin kumaşçılığı da ölmüş, çok bozuluyorum.

Eve geldim, köpenkler kilimin üzerine enstalasyon yapmış gene. O ekmek köşesi nerden çıktı bilmiyorum, evde ekmek yoktu, bunların bir yerde zulası var ama bulamadım yerini. Yılbaşı takkesinden de pek hoşlanmıyorlar galiba.


Akşam barbar kayınpedro beye bakmaya gittik, yolda bir Urfa Yöresel Ürünler dükkanı görüp daldım içeri. Başka bir müşteriye bir şeyler tattırıyordu dükkan sahibi, tabağı bana da uzattı, bir parçayı ağzıma atıp "AY ÇEKÇEK Mİ BUUUAAA?" demişim. Çekçek. Yıllardır seni arıyordum.


Çekçek bu üstteki tabaktaki, üzümden yapılıyor. Nerde yedim, ne zaman yedim hatırlamıyorum ama yıllardır dönem dönem aklımı kaçırmış gibi soruyordum etrafa. Bir gece önce internette aramıştım umutsuzca, yol üstünde bulunca ağlamaklı oldum. Biraz sert bir lokum kıvamında oluyor, çok şekerli bir şey de değil ve nedense ben sapkın bir şekilde seviyorum bunları. Üzüm kesmesi de deniyor sanırım ya da onu ben uydurdum bir ara, çekçek derseniz şansınız daha çok.

Diğer tabaktakiler de dağ inciri kurusu, onlar da ufak ve tatlı incirler, kurusu da çok güzel oluyor. Abiyle biraz sohbet ettim, peynir falan tattırdı, elime kaşık verip önüme biber salçası sepetleri dizdi, kendimi evimde hissettim. "Torbaya kartvizit de bırakıyorum." dedi, koymadı yani, bıraktı kurban olduğum, çok özledim Urfa'yı.

Bu aşağıdaki de emektar kauçuğumuz. Geçen yaz terasa çıkarmıştım hava alsın diye, havalar serinleyince içeri aldım, mutsuz oldu, yaprak döktü. Baktım köküne doğru yeni yapraklar açmaya başlamış gövdesinde, çok sevindim, kel kalmıştı oralar hep.


Böyle yani vaziyetler, gideyim de yoğurtlu bir çorba yapayım. Çorbayı ilk kim akıl ettiyse çok büyük bir insan bence.

November 28, 2013

Sanatlı Mektup, Derya Apartmanı, Pasta Dükkanı

Bugün gelen postanın haddi hesabı yoktu, 9 kart, 3 mektup, bir miktar da kebapçı broşürü. Dün gece çeşitli ülkelerin posta servislerine çemkirdiğim için özür dilerim. Aşağıdaki Tuğba'dan gelen zarf, görünce küçük bir çığlık atmışım. Gelen kartlardan birinde de "The Raven"ın sözleri vardı, kağıttan küçük tesadüfler.

Dümdüz beyaz bir zarftan bu kadar güzel bir şey yarattığı için siz de görün istedim, üşenmeyip taradım.


Günün bir kısmı annemin peşinde dolanarak geçti. Annem boş binaların kapılarından içeri baktı. Bir gün başımıza bir iş gelecek, 34 yıldır bu huyuyla gerim gerim geriliyorum.


Derya Apartmanı Tunus Caddesi'nde, komünal hayaller kuruyoruz her önünden geçtiğimizde. Yıkarlarsa ağlarım. Çok da güzel bir arka bahçesi var, eski güzel Ankara apartmanlarından.


Gene Tunus üzerinde Pasta Dükkanı var, geçerken görürdüm, bugün oturalım dedik. Annemin çay içmesi gerekiyor çünkü. Açık çay.


Ne yalan söyleyeyim böyle uçuk pembeleri beyazları sevmem ben, eski ahşap severim; o çok süslü cupcake'ler falan da pek çekici gelmiyor bana. Ama bir çarşamba günü kasveti içinde şu beyaz banklara oturasım geldi çok. Pişman da olmadık. Hayatımda gördüğüm en temiz dükkandı burası, daha da önemlisi HAYATIMDA GİRDİĞİM EN TEMİZ TUVALET de burdaydı. Bakın bunu iddia ediyorum, yerlere yatılır, o kadar temiz.

Günlük pastalar, kurabiyeler falan var. Bir damla sakızlı-cevizli rulo, bir de şeftalili cobbler söyleyip paylaştık, ikisi de çok lezzetliydi.


Servis falan pek kibar; bu iki tatlı, kahve, çay ve su karşılığında 22 lira ödedik, Tunalı civarına göre ucuz bile. Salak gibi gidip durduğumuz başka bir yerde dandik bir dilim elmalı paya 18 lira verdiğimizi farkedince masayı yakasım gelmişti gaz döküp. 18 liraya küvete elma doldurur içine girerim.

Anneme bir Bob Dylan havası geldi, bahçedeki gülleri yanlış budamışlar, hemen müdahale etti. "Peçeteye yazıp gönder doğru budama şeklini" dedim, hiç üstüne alınmadı.


Hava dışarda oturmak için fazla soğuk olmaya başladı, allahtan güve gibi evde oturmaktan hoşlanıyorum. Gel gör ki annem aylar sonra Ankara'ya dönünce nükleer reaksiyona girdi, her türlü aktiviteye dahil olmak istiyor. Bugün aynı cümle içinde 8 kere AST dedi, çok korkuyorum.

November 9, 2013

Etsiz Gıdalar

"Akşama mangal yapıyoruz!" diye anons edilince dünya başınıza yıkılmasın, mangalın et yemeyenler için de faydaları var. Izgaranın bir köşesini işgal ederek aç kalmaktan kurtulabiliyoruz.


Bu tabak zayıf kalmış, son anda kalkışılmıştı mangala. Deniz börülcesi, patlıcan salatası, közlenmiş zzzebzeler ve pilavla falan çılgınca doymak mümkün. Salata da varsa daha ne olsun. Bizim ailede pilavdı, biberdi falan bunları yapması hep bana kalıyor ama belki siz daha iyi kalpli mangalcılara düşersiniz.

Ankara'da dışarda yemeye kalkınca seçeneklerden biri Cafe des Cafes, salatalar, sandviçler falan var ama esas vejetaryen hamburger yapıyorlar. Arada gidip yiyiyorum, beğeniyorum da.


Cafe des Cafes çok ucuz bir yer değil bence ama servisi çok kibar, yol kenarında bir kaç küçük masası var ve öğlen saatlerinde güneşli oluyor, bu havalarda güzel oturulur.

Dışardan yemek söylerken yeni dadandığımız bir yer var, Hoop Sandviç diye, yerleri Tunus Caddesi'nde sanırım, yemeksepeti.com'da da varlar. Yeşil sandviç ve Ege sandviç diye iki etsiz çeşitleri var. Yeşilde sote sebzeler, mozarella, zeytin ezmesi, domates falan oluyor, genelde bunu yiyiyorum. Ege sandviçin içinde taze soğan, brokoli, krem peynir, nar ekşisi, reyhan ve biraz daha sos var; peynirsizlik biraz "ekmek arası ot" havası yaratıyor ama değişik bir şey yemek isteyince bundan da söylüyorum. Galiba bir mesaj yazıp daha fazla çeşit talebinde bulunacağım.


Denk geldikçe yazarım etsiz gıda alternatiflerini, aslında evde sürekli pişi yapıyorum. Yazın kazıdaki aşçı abladan tarif almıştım, dünyanın en kolay şeyiymiş meğer. (Merhaba yanlarıma yapışan löpler!) Hamur mayalamaya üşenmemek sonun başlangıcı olabilir.

Hava güzel, iyi hafta sonları!

July 25, 2013

Ramazan Pidesi

Oha resmen pide yaptım!

Leylak Dalı'nın pide macerası için buraya, tarif için de şuraya tıklayabilirsiniz.

Bayağı büyükçe bir pide çıkıyor tariften, daha önce hamurla uğraşmadıysanız bile yapabilirsiniz gibi geldi bana.

Ekmek yapmakta insana iyi gelen bir şey var.




December 7, 2012

koko leblebi yer bazen

bugün jardzy, annesi, çağatay bey ve hanımıyla buluştuk. bi dahaki sefere daha uzun otururuz umarım, tanıştığımıza çok sevindim ben. 
bi kaç yere uğrayıp eve geldim, çorum'dan gelen leblebileri yiyiyorum ve duramıyorum, bi paketin yarısına geldim! o arada koko çok ağlayınca 2 tane de ona verdim, bi yandan da çağatay bey'le jardzy görsün diye video çektim. ilk defa video koyuyorum buraya, bakalım olacak mı?