Showing posts with label güzel film. Show all posts
Showing posts with label güzel film. Show all posts

December 23, 2021

Ay Resmen Sene Bitiyor

Ayın 23'ü olduğunu dehşetle fark ettim biraz önce, hâlâ ayın ilk haftasındayız filan diye düşünüyordum. Neler oldu o arada peki?

Diş randevuma gittim, yarın bir daha gideceğim. Tatsız bir gelişme oldu bu, hiç anlatmayayım. Bok gibi bir süreç başlayacak yarın.

Karşı komşunun yavru köpeğini iki defa daha gördüm. İlki kadar törensel olmadı ama gene o günün en güzel hadisesi oldu iki defasında da. Bir yandan da barbar kocamın ofisinin arka bahçesinde yavru köpekler var, düşünür müsünüz safkan sokak köpeği yavrusu evlat edinmeyi? Aşırı yuvarlaklar şu anda ve bütün gün birbirleriyle güreşiyorlar. Kara burunlu, kara kaşlı, kahverengi yavrular. Bir ara fotoğraf çekeyim, tekrar yazayım yavruları. 

Ben de çocukluk arkadaşımın yavrusuyla güreşiyorum fırsat buldukça. Bir akşam otururken ensesinden çekiverdim.


Dünden hazırmış, yapıştırdı valla sırtımı yere. 12 yaşında bu çocuk, nasıl oldu bilmiyorum. Seri halinde fotoğraflar var, bu yukarıdakinde gene insanlık onurumu üç gram filan koruyabilmişim.

İki gün önce 3. doz aşı oldum, bir hayli perişan etti beni. Anca bugün kendime gelebildim. Evde ateşim fırlamış, kas ağrıları içinde sürünürken Mubi'de güzel bir film seyrettim, Sevda tavsiye etmişti, Microhabitat diye Kore filmi.


Yoksullukla boğuşan Miso'nun hikayesi. Evlere temizliğe gidip ucu ucuna denk getiriyor kirasını ve hayattaki tek lüksü olan bir kadeh viski ve sigarayı. Bir gün sigaraya zam geliyor ve bütün bütçesi alt üst oluyor, yeni bir plan yapmak zorunda kalıyor Miso. Çok insancıl, esprili ve nazik bir filmdi. 

Ekmek hamuru yapmıştım, gidip ekmek yapayım. Başka da bir planım yok. Nasılsınız, iyi misiniz? Yılbaşında ne yapacaksınız?

June 26, 2020

Patates, Kitaplar, Bir Belgesel

İklimin vurduğu, Koko'nun dadandığı ve bütün umudumu kestiğim patatesten az bir hasat yaptım. Son yazıdan bu yana geçen bir ayın en neşe dolu anlarıydı herhalde:


İşte böyle iki avuç filan kadar patates. İyice yıkadım, kabuklarını soymadım, irice olanları ikiye böldüm, ufak olanları olduğu gibi attım tavaya. Ezilmiş sarımsakla beraber tereyağında soteledim, biraz isot ve kıyılmış maydonoz koydum tavadan almadan önce. Terasta oturup yedik.

Sonradan ektiğim ikinci saksı patates daha normal gelişiyor, belki hasat daha iyi olur. 

Beş kitap okumuşum o arada, sevindim kendi kendime. 


Beşini de çeşitli sebeplerle beğendim. Çok üşeniyorum şu anda oturup beş kitap anlatmaya. Beni en şaşırtanı Uyanış oldu, 1899 senesinde bu kadar sade ve berrak yazılmış ve üstelik yayınlanmış bir kadın hikâyesi olduğu için. Kate Chopin'den hiç haberim yoktu, tanışmış oldum, çok sevindim. Hikâyenin sonunu kapak resmi olarak basan İş Bankası Kültür Yayınları'na da gözlerimi devirmek istiyorum yeri gelmişken. Okuma heyecanımı baltaladı o kapak resmi.

Beni Kör Kuyularda'yı daha ilk cümlesinde bağrıma bastım, bitirirken sessiz sessiz ağladım. Şu son yıllarda okuduğum en heyecan verici yazar Hasan Ali Toptaş. Çoktandır Goodreads'de kitaplara yıldız vermeyi bırakmıştım, sembolik bir törenle 5 yıldız verdim. Sonra kitabı okuyanların yorumlarını okudum biraz. Sonra çıt diye kapattım sayfayı. Ay hiç ilgilenmiyormuşum başka okuyucuların ne düşündüğüyle. Hasan Ali Bey'in anlattıklarını anlatış şeklinde beni çok derinden bir yerlerden yakalayan bir ritm var, o sanki tarih öncesi bir ağıtmış gibi tekrarlanan tekrarlanan tekrarlanan sözler içime işliyor. 

Mubi'de I Am Not Your Negro belgeselini seyrettim, yarı belgesel-biraz film. James Baldwin'in Amerika'da siyah bir insan olmakla ilgili fikirlerini Samuel L. Jackson seslendirmiş. (Yav neden eskisi gibi Youtube'daki "embed" kodunu yapıştıramıyorum ben buraya?)



Film 2016 yapımı ama metin olarak kullanılan Baldwin'in bitiremediği kitabı, mektupları filan 1970'lerden, gerçekten bir adım bile yol alınmamış Amerika'da. Yol almak filan istememişler. Ve James Baldwin ne kadar zeki, cesur ve orijinal bir sesmiş. 

Ergenken okumuş olmam lazım, annem çok sever çünkü, evde vardı kitapları. Hiçbir şey hatırlamıyorum, yeniden okuyayım. Geçenlerde çocukluk arkadaşımla mesajlaşıyorduk, polislerin George Floyd'u öldürmesinden hemen sonraki günlerdi. Laf arasında James Baldwin'in şu güzel fotoğrafını yolladı:


"Ben Türkiye'ye gelince rakı içip Target mağazası yakalım" yazmış, uzun zamandır burada yaşamıyor. Belki BİM'in camına tükürebiliriz alternatif olarak. Nasıl bir araya gelip rakı içeceğiz, onu da bilmiyorum zaten. Gelebilecek mi buraya, o da pek belli değil. 

Hiçbir şey belli değil, her şey havalarda uçuşuyor. Günler de öyle geçiyor, ne ev sporu kaldı ne "Aman yediğime dikkat edeyim"ler. Kilo aldım. Dün bakkaldan 3 çeşit Haribo aldım. Şeftali de aldım ama şeftali duruyor. Haribolardan yedim. 

Temmuz geldi neredeyse, naapıyorsunuz, iyi misiniz?

March 29, 2020

Ev Sineması 5 / Rock'n Roll Suicide

Mubi'de gördüğüm ve seyretmek istediğim iki filmi kaçırdım çünkü bir türlü oturamadım kompüterin başına. Dün bir Kore filmi geldiğini görünce barbar kocam da dahil oldu bu Mubi seferberliğine, televizyondan izlemenin bir yolunu bulup çöktük.

Valla ben hiç sofistike bir sinema izleyicisi değilim, kocam benden de beter. Fakat biz bir beş sene kadar önce bir Kore filmi izledik, Memories Of Murder diye, 2003 yapımı, hâlâ ondan aldığımız hazzı bir başka filmden alabilmenin peşindeyiz. Yönetmeni, Parasite'ın da yönetmeni olan Bong Joon Ho. Parasite'ı da seyrettim, Memories of Murder'ın kalbimdeki yeri değişmedi.

Dün akşam 2018 yapımı Burning'i seyrettik, yönetmeni Chang-dong Lee, senaryo Haruki Murakami'nin bir kısa öyküsünden uyarlamaymış. Valla ben Kore usülü cinayetli gerilim draması bekliyordum, aslında öyleydi de ama 2,5 saate umursamazca yayılmış bir filmdi. Çok yavaş ilerliyor, çok yavaş. Çoğu şey çok üstü kapalı anlatılıyor, ne anlamam gerektiğini de anlayamadım. Bir şey anlamam gerekiyor ama anlayamıyorum kesin diye kendimden şüpheye düştüğüm de oldu. Belki de anlamam gereken her şeyi anladım ama alışık olduğum bir hikaye akışı değildi.

San'at filmleri ile olan sınavım böylece başlamış oldu komşular. Neyse, öveceğim bir film değil, zaten nasıl övebileceğimi de bilmiyorum ama seyrettiğime pişman da olmadım.

Öneri Makinesi'nin şarkı meydan okumasına atlayıvereyim hemen. 2. gün için beni tarif eden bir şarkı yazacağım.

18 filanken sanki David Bowie bana söylüyormuş gibi dinlerdim, şimdi başka türlü dinliyorum. Beni tarif ettiğinden hiç emin değilim, zaten şalanjlarda filan en çok şiştiğim yer bu kendini tarif yerleri. Ama 41 yaşımdan dinlerken "too old to lose it, too young to choose it" valla çok içime oturuyor.



Barbar kocama söz verdim, pizza yapacağız. Rafın arkalarında tam buğday unu buldum bir paket, sevinç içindeyim. Öberek gidiyorum.

October 18, 2019

Cinayetli Kitaplar

Ankara'nın gri havası olarak tanıdığımız ve sevdiğimiz o suratsız ambiyans bugün itibariyle tesis edilmiştir komşular. Şehrimize hayırlı olsun ve pes etmeyelim; her sene geliyor bu gri, aylar sonra gidiyor belki ama kesin gidiyor. Hem Seattle da aynı böyleymiş, bence Maine'nin havası da kesin böyle. (Lafı bir yere getirecek.)


It'in ikinci bölümünü de gidip seyrettik geçenlerde. Hoşçakal kuduz katil palyaço, bir dahaki sinema uyarlamasında ben 60 yaşımı geçmiş olurum. O yaşta da kalbim dayanmaz artık. Valla içim buruk çıktım filmden, iyi kötü bir ilişkimiz var kaç senedir bu allahın belasıyla. Filmin iki bölümünü de beğendim, Stephen King de beğenmiş olacak ki mini bir sürpriz var filmde. Film gösterimden kalktı ama ne bileyim, ben çok heyecanlandım görünce, belki birinin heyecanına mani olurum diye yazmıyorum.

O arada iki tane daha Stephen King uyarlaması seyrettik, Hayvan Mezarlığı ve In The Tall Grass. İkincisinin kitabı sanırım Türkçeye çevrilmemiş, film de eh işte seyredilecek gibiydi. Hayvan Mezarlığı'nın 1989 yapımı olan eski versiyonu daha güzel bir filmdi, bu yenisini beğenmedim. 

Kitap sipariş ettim bir miktar, içlerinde şu aşağıdaki de vardı:


Kenarındaki "Yeni" ibaresini görünce attım sepete. Valla aslında bir kitaba 40 lira vermeden önce bakıyorum kütüphanelerden alabilir miyim, arkadaşlarımda olabilir mi diye. Barbar kocam çok seviyor King, sevinsin diye alıverdim bunu.

Sonra da içime bir kurt düştü. Biraz karıştırınca şunu buldum:


Ay kitap kapaklarında nereden nereye gelmişiz ahahhhaha! Neyse yani, kitabı 1988'de basmış Altın Kitaplar. Kitap yeni filan değil, yeniden basım. Barbar kocam okumuş, çok da beğenmemiş. E-mail attım eganba'ya, çıkardılar sepetten, 40 liramı geri alacağım. Baktım başka internet kitapçılarında da "Yeni" yazıyor sağında solunda. Ayıp olmuyor mu biraz Altın Kitaplar?

Stephen King zaten üç ayda bir yeni kitap çıkarıyor, bakınız The Institute çıkmış geçen ay. Tamam daha geçen ay çıkmış ama o arada Das Institut da çıkmış, El instituto da çıkmış. Şeffaf'ı basacağınıza onu çevirttirseniz?

Yazın şu aşağıdakini okudum ve beğendim, cinayetli:


Evet, Koko'dan ve yastıktan fırsat kalırsa görebileceğinizi umuyorum kapağını. Çok üşeniyorum şu anda kalkıp yeniden fotoğraf çekmeye. Yrsa Sigurdardottir komşular.

Ben bu kitabı satın almadım, Sevda çevirdi Türkçeye, bana bir kopyasını hediye etti. Sevda uzun zamandır çeviri yapıyor, bana ya hiç vermiyor kitapları ya da "Lütfen okuma" diyerek veriyor. Yani Afganistan'a gidip hayatının aşkını bulan orta yaşlı beyaz kadın romansları filan oldu geçtiğimiz yıllarda. "Meryem'nın" felaketi oldu. Sevda karakterin adını "Maria" olarak bırakmıştı, bitirip yolladı yayınevine, yayınevi "Meryem" yapmaya karar vermiş basmadan önce. Sanırım ctrl+f yapıp değiştirmişler ve bir allahın kulu da tekrar okumamış. Bütün "Maria'nın"lar filan "Meryem'nın" olmuş, öyle çıktı o roman.  

Neyse, bu kitap bir Meryem'nın değilmiş, heyecan içinde okudum. Üstelik katili son ana kadar tahmin de edemedim. Children's House serisinin ilk kitabı bu, Sevda şimdi ikinciyi çeviriyor, yarıladı sanırım. Polisiye seviyorsanız, Nordik atmosfer hoşunuza gidiyorsa, bence severek okursunuz. Barbar kocam da okudu, yer yer "O niye öyle? Bu neden böyle?" diye isyan ettiği oldu. Bir de kitabın bayağı dişe dokunur gizemlerinden birini çözüverdi kitabın ortasında. Ama o da beğendi.

Ay tam şu anda Sevda mesaj atıp yemeğe çağırdı. Hava da biraz açtı sanki. Yemek davetlerini asla reddetmiyorum, prensip olarak. Tok olsam bile giderim. Bir istisnası var sadece; yemediğimi bildiği halde 20 senedir ne zaman karides alsa beni yemeğe çağıran, ben reddedince de "Aaaaa ay gene mi yaptım aynı şeyi?!" diye şaşıran bir arkadaşım var. Vallahi var. İsim vermek istemiyorum (ama Sarıkafa) ve gidiyorum. Öbüyorum.

April 24, 2019

Filmler, Talihsiz Bir Yatak Açılımı, Başka Talihsizlikler

Çıkıp yürüdüm önceki gün, gerçekten iyi fikirmiş, biraz daha normal bir insan gibi döndüm eve. Hava sıcaktır sanmıştım, değildi. Ama en azından yağmur yağmadı. Bir de makul bir fiyata çilek görüp almıştım, Rusya bu sefer de çilekleri ve domatesleri çevirmiş sınırdan, tarım haşeresi var diye. Bilemiyorum haşereli mi haşeresiz mi benim çilekler. Alıp eve getirdim, nasıl atayım şimdi. Zaten bence 40 senede çilek haşeresine de alışmıştır vücudum.

Geçen akşam Frances Ha'yı seyrettim, kaç senedir seyredeceğim, bir türlü olmamıştı. Beğendim.



Yalnızlık, arkadaşlık, evler, "ben bu hayatta ne yapacağım"lar filan üzerine sakin ve tatlı bir filmdi.

Dün akşam da The Dirt'ü seyrettik, Mötley Crüe filmi. Fakat yazmaya üşeniyorum çok. İyi bir film değildi, 1980'lerin Sunset Strip hadiselerini ve hairbandleri sevenler herhalde bir şeyler bulur filmde.

Kudi, çalışma masamın altında yatmayı seviyor diye ince bir yatak aldım.


Özür dileyerek kaldırdım yatağı, tabii benim ne haddime. Neyse ki diğer ayı yazları terasta yere yatmak istiyor ama hassas bir kelebek olduğu için dirsekleri filan acıyor betonun üzerinde. Tamamen boş yere alınmış olmadı yatak. Kısmen boş yere alınmış oldu.

Geçen sene bizim sahaftan şunu almıştım:


"Oh ne güzel, grotesk grotesk" diye başladım, birkaç öyküyü çok beğendim. Lakin bitmek bilmiyor kitap, arada hiçbir anlam veremediğim bazı öyküler ve okurken içimi fena eden tuhaf detaylar içeren öyküler de vardı. 50 sayfa kadar kaldı, bari oturup bitireyim.


Aydan size ne oldu peki acaba? Eğer adında kalp geçtiği için "Ay tatlış aşk kitabı bu!" diye okumadan etmeden hediye ettiysen bu kitabı adama, kabahatin birazı da sende olabilir Aydan.

Öberek gidiyorum, çay may içeyim, bir şey yapayım.

January 8, 2019

Keteler

Toni Collette pek sevdiğim oyunculardan biri. Geçen cuma akşamı seyrettik bu yandaki filmini, valla sinir bozucu bir gerilimdi, beğendim ben. Ha türünün çığır açan bir örneği mi? Değil. Ama seyredilir.

Gerilim-korku türünde aileden birine bir haller olur da diğer fertler bir türlü anlamaz ya durumu, ben anlardım gibime geliyor. O kadar çok korku filmi seyrettim ki anında uyanırdım, küçük bir çanta hazırlayıp evdeki lanetlenmemiş canlı bireyleri alır ve arkama bakmadan kaçardım. Filmlerin ilk beş dakikasında kaçanlar genelde kurtuluyor. Barbar kocama bu şekilde ifade ettim.

O ise beni iyileştirmeye çalışırmış. "Nasıl olacak o?" diye sordum, beni bir odaya kilitleyip günde üç kere yemek itecekmiş kapının altından. Bir de düzenli aralıklarla yavru köpek atacakmış içeriye. Çomarlar ve Bobiler. "Kaşlı köpek atarım üzerine," dedi.

Valla çok arzu ediyorum yerli mamül, kendinden kaşlı köpek. İnternetlerde bulduğum şu fotoğraftaki çocuk gibi:


Nasıl bir ciddiyet, bir ağırbaşlı varoluş. Sorumluluk sahibi bir aile ferdi olacağı her halinden belli.

Evde yer yok, üçüncü bir köpeğe imkân yok. (Aslında bana kalsa orta boy bir taneye var yer.) Ama barbar kocamla şöyle anlaştık, yani ben anlaştığımızı düşünüyorum çünkü bir cevap alamasam da ayda iki kere yüksek sesle dile getiriyorum; gidip de sahiplenmem hâlihazırda evde iki canavarla yaşıyorken ama yolda karşılaşırsam, efendime söyleyeyim peşime takılırsa, hiv hiv hiv bir şeyler derse filan ben alır eve getiririm. Bunu yaparım. Eğer fotoğraftaki gibi oturaklı bir çocuksa Reşo, gerzek bir hödükse Kete koyacağım adını. Her şey hazır.

Kete olsa evde, yerdim. Bu mahalleye doğru dürüst bir fırın açılsa keşke. Doğru dürüstten kastım şu, endüstriyel olmasın ama ne bileyim mesela bir keke "Ama o bizim bebeğimiz, sevgimizle glutensiz yaptık" diye fahiş fiyatlar da istemesinler. Çölyaklı komşularımı tenzih ederim, bir tuhaf beslenme trendleri ve bir tuhaf fiyatlandırmalar uçuşuyor memlekette, onu demek istedim. Ayrıca mahallede açılan bir kahveciden çekirdek kahve almak istediğimde aynen bu cevabı almışlığım var, "Ama çekirdekler bizim bebeklerimiiiiz, böyle satmıyoruuuaz!" Nereden senin bebeğin oluyor kahve çekirdekleri, elinle mi dikip hasat aldın? Artizan martizan peşinde değilim, normal ev usulü unlu mamül peşindeyim.

Kalkayım da en yakın markete gideyim, kuşlara verebileceğim hiçbir şey kalmadı evde, ekmek de yok. Son bayat ekmeklerle kavanozun dibinde kalmış bulguru bıraktım dışarıya, iyice kalabalıklaşmış güvercin nüfusu, anında yediler her şeyi. Yarın ve öbür gün -8'e inecek diyor meteoroloji, ne biçim santigrad dereceler bunlar bilmiyorum, keşke ekvatora daha yakın bir yerde yaşasaydım.

December 14, 2018

Kendine Ait Bir Oda / Paris Is Burning

Valla Ankara'da kar tatili ilan edildiği için yerimden bir milim kıpırdamaya niyetim yoktu ama Sevda krep vaadiyle çağırınca suratsız bir damacana gibi çıktım evden. (Paltom lacivert ve dize kadar, kışın bir damacana havası oluyor bende komşular, mâni olamıyorum.)

Kaldırımlar karsız ve buzsuzdu; bir miktar salça takdim ettim, bir kavanoz kimchi aldım (Kore usulü turşuymuş, ben de bilmiyordum, Sevda geçenlerde leğenlerce yaptı), krep yiyip Virginia Woolf hakkındaki hislerimden bahsedip eve döndüm.

Kimchi benim bildiğim RuPaul'ün Drag Race'inde yarışan drag queenlerden biri. Ailesi Koreliydi, hiç düşünmemişim adının nereden geldiğini. Neyse, geçen gün çöküp Kendine Ait Bir Oda'yı bitirdim, üstüne de Paris Is Burning'i seyrettim.

Hiç oturup kitaptan bahsedecek değilim, Virginia Woolf'u içine sindirmiş, olaylara hakim komşularım bahsetsin. Ben daha ziyade kendimi sınadım, daha önce Deniz Feneri'ne filan başlayıp başlayıp pes etmişliğim var. Bu sefer anladım kadını, neden önemli olduğunu da anladım. Ama sanırım en kolay okunacak kitabı da bu, üniversitede verdiği birkaç dersin metin hâli çünkü.

Kafama kazındı, kadınlar yoksul, hep yoksuldular, eve tıkılı vaziyetteler. Sonra üzerine 1980'lerin sonlarında New York'taki "drag ball" dedikleri alt-kültürü anlatan belgesel Paris Is Burning izledim. Zaten Afrikalı-Amerikalısın ya da Latinosun, bir de üzerine heteroseksüel değilsin; belgeselin başlarında biri böyle anlatıyordu, çifte azınlık olma hâli. Toplanıp balolar düzenliyorlar, o gece ne olmak istiyorsan onu olabiliyorsun; dans var, podyumda model gibi yürümek var, kategoriler var. Ve çok nefis bir eleştiri, bir dalga geçme hâli de var.


Hatta kazananlara kupa veriliyor, ciddi bir rekabet de mevcut. Bir araya gelip hayal kurabilmek, kendini ifade edebilmek, var olabilmek için bir alan yaratmışlar. Çok dokunaklı anlar vardı, hayallerini anlattıkları. Ya da fahişelik yapmak zorunda olduklarını saklamaya çalıştıkları. Woolf'un yazdıklarını düşündüm; yoksulsun, tıkır tıkır işleyen şehir makinesinde kendine bir yer bulamıyorsun, o makine senin varlığını reddediyor, ne yapacaksın?

Drag ball, sanırım büyük ölçüde Madonna sayesinde yer üstüne çıkmış. O meşhur "Vogue" dansının kaynağı burası. Sana ait olmayan bir şeydeki potansiyeli görüp bunu şan, şöhret ve paraya çevirmek mi, yoksa elinden tutup yolu açmak ve görünür kılmak mı? Bilmiyorum. Baloların en bilinen isimlerinden bazıları pop müzik ve moda piyasasında kareograf/dansçı olarak çalışıp hayat standartlarını yükseltebilmişler, daha önemlisi kendilerine yer bulabilmişler, yeteneklerinin ve yaratıcılıklarının karşılığını alabilmişler. Çoğunu hayat ezip geçmiş. Bir kısmı 30 yaşını görememiş.

RuPaul'ün Drag Race'ini seyrediyorsanız, Paris Is Burning'e referans verir hep RuPaul. Bu geleneği sürdürdüğünü hissettirir, zaten drag lügatının büyük kısmının da kaynağı bu balolar. RuPaul'ün Drag Race'inden o çılgın pembe renkleri ve "show business"ın katı kurallarını çıkarınca geriye Paris Is Burning kalıyor; gözlerinize ziyafet, karnınıza bir yumruk.

November 4, 2018

Bir Şarkı/Bir Belgesel

Aylavyu Robyn.



Dün akşam Sarıkafa'nın tavsiyesiyle bir belgesel seyredip beğendim, şu:



Fotoğrafçı Cynthia MacAdams 70'lerde bir fotoğraf kitabı çıkarmış, kimi meşhur kimi yolda yürürken rastladığı feminist kadınların siyah-beyaz fotoğrafları. 40 sene sonra o kadınların bir kısmıyla yeniden konuşuyorlar, hem kendi hikayelerini hem de o yılların kadın hareketini anlatıyorlar. Aralarda daha genç sanatçı/aktivist kadınlar da konuşuyor, seyrederken 70'ler ile bugünü karşılaştırma fırsatınız oluyor biraz.

Beni en çok etkileyen hikayelerden biri, o yıllarda bir edebiyat yarışmasında birinci gelen kadının anlattıkları oldu. Yarışmanın birincisine 1000 dolar ödül verilecek; kadını birinci seçip 500 dolar ödül veriyorlar. Geri kalan 500'ü ikinci ve üçüncü gelen iki erkeğe paylaştırdılar herhalde diye düşündüm. Hayır, o ikisine de 500'er dolar ödül veriliyor. Kadın komiteye sormuş, cevap şu, "O ikisi senin kadar iyi değildi ama birbirlerinden de daha iyi ya da daha kötü değildiler."

Bu bir cevap değil tabii. Cevap belki şu olabilirdi, "Bunlar duygusal gelişimini tamamlamış yetişkin insanlar olmadıkları için yarışma rekabetini de kaldıramayabilirler. Seni kadın halinle birinci yaptık (çünkü herhalde sadece birinci olacak kadar değil, yok sayılamayacak kadar da iyiydi kadın), sen buna sevin, bırak öbür ikisi de avunsun. Kendilerini kaybetmiş sanmasınlar, mazallah testisleri filan düşebilir."

Kardeşim bir gazeteciler toplantısında, yanında oturan Belçikalı kadın gazeteciye onlarda da çalışma hayatında cinsiyet eşitsizliği olup olmadığını sormuş. Kadın ağzını açamadan arkasındaki Belçikalı erkek gazeteci cevap vermiş, "Yo hayır, kesinlikle yok." Allahım daha alınacak ne çok yol var.

"Yol uzun, güzergah zorlu, ne demeliyim? Zarif kardeşim benim, seni aldım yanıma, ikizimi almış yürüyor gibiyim." Belgeselin gayet hoş bir havası var; bunları yaptık, şu kadarı işe yaradı, mücadeleye devam. Tabii nereden baksanız 1,5 saaten kısa bir zaman dilimi ve sadece Amerika'dan bahsediyor. Ben çok cahilim feminist hareketin tarihi konusunda, okusam ne güzel olur, her şeyi Netflix'ten öğrenemeyiz değil mi?

Ay çok yalapşap yazdım, başka bir yere de varacağım yok. Kalkıyorum kompüterin başından. Yarın gene görüşürüz gibime geliyor.

May 2, 2018

Filmler ve Kitap

Yarın İşçi Filmleri Festivali başlıyor, şuradan festival sayfasına gitmek ve il il programlara bakmak mümkün. Bana yürüme mesafesindeki belediyenin Çağdaş Sanatlar Merkezi'ne dadanmaya karar verdim, oradan çıkıp 20 dakika yürüsem Kızılay'dayım ama allah biliyor Kızılay'a her gittiğimde içim ölüyor biraz; insan denizi, trafik, dönerci, toma filan. Mahallemden takip edeceğim festivali. Gerçi merak ettiğim birkaç kısa filmi cuma günü Mimarlar Odası'nda göstereceklermiş, belki koşarak gider dönerim.

Yarın şu ikisine niyetlendim:



Bir anda hava kapandı, şangır şungur yağmur yağdı burada. Şimdi de güzel bir serinlik var. Bilmiyorum bunlar hala bahar yağmuru mu yoksa canına okuduğumuz iklimin kafa karışıklığı mı, gene de seviniyorum yağmur yağınca. Sardunya ekmiştim, bir saksı kekik aldık, bir de köpenkler yesin diye çim ektim. Teras biraz yeşerdi, güzel oldu. Daha çok kuş geliyor şimdi, camdan onları seyrediyorum çaktırmadan. Lavanta alayım diyorum, arılar da seviyormuş hem. Ama yaşatır mıyım, öldürür müyüm emin olamıyorum. Zor bir şey mi lavanta acaba?

Şunu okudum:


Guillermo Rosales, 1979'da Küba'dan kaçıp Miami'ye yerleşiyor ama Küba'da bulamadığı huzuru Miami'de de bulamıyor. Şizofreniden de çekmiş hayatı boyunca, Miami'de bir takım bakımevlerine girmiş çıkmış. 1993'te intihar etmiş, daha 47 yaşındayken. Felaketzedeler Evi için kısmen otobiyografik demişler; çaresiz, umutsuz, kimsenin istemediği bir grup insanın kaldığı bir bakımevinde geçiyor. Aşağı yukarı 100 sayfaydı kitap ama ağırdı, insanın içi burkuluyor okurken. Bir ara biraz umut kırıntıları belirdi, onlar da kısa sürede yok olup gitti.

Bir yandan da bütün bu şiddet, kenara itilmişlik ve sıkıntının içinde o kadar nefis espriler var ki, özellikle göçmenlikle ve Küba ile ilgili, kitabı bir anda alıp bambaşka bir yere taşıyor. Mesela anlatıcı karakterin rüyasında Castro'nun öldüğünü görmesi; bir tabutun içinde getiriyorlar Castro'yu, bir anda dikilip "Eee kahve içmeyecek miyiz?" diye soruyor. Rosales, Küba'daki rejimin geldiği yerden de Miami'deki Kübalılar'dan da nefret ediyor, sanırım genel olarak insanlıktan pek hazetmiyormuş.

Biraz gugıllayıp okudum Rosales'in hayatını. Küba'dan Miami'ye göçen bir hayli çok yazar çizer varmış, burada kendi edebiyat çevrelerini oluşturmuşlar, bilmiyordum. Rosales'i ayakta tutmaya çalışan, yazdıklarını yayınlatması için uğraşan başka yazarların anlattıklarını okudum, çok dokunaklı hatıralar. Yazdıklarının neredeyse hepsini yok etmiş Rosales, geriye bir bu, bir de sanırım bir roman daha kalmış.

Bu kitap, Bizim Büyük Challenge'mızın 25. maddesine tekabül ediyor, "İntihar etmiş bir yazarın bir kitabı." Ay yazarken bir tuhaf geldi bu madde, çelınca sokmak için kendini öldürmüş yazar aramadım, kitabı zaten okuyacaktım. Hay allah, şuursuz gibi oldum. Yani bazen şuursuzum hakikaten ama bu sanki biraz acayip oldu.

Daha fazla uzatmadan gideyim, zaten akşam oldu. Zaten Kudi yanıma dikildi ve burnuyla dürtüyor. Zaten ütü yapacaktım, hiç öyle bir an gelmedi. Zaten kitap okusam daha iyi. Zaten çay yapacaktım, bir saattir kalkıp çay yapacağım. Gideyim çay yapayım.


March 22, 2018

Benim de Yengem Var Ve Diğer Bazı Şeyler

Masamın üstünde biriktirdiğim kartların yarısına cevap yazıp dün postaladım. Bugün de Postcrossing'ten bana kalan tek mektup arkadaşıma, bir de Elizabeth yengeme yazacağım. Elizabeth, dayımın eski karısı, 70'li yaşlarında, o kadar güzel müze ve sergi mergi geziyor ki anlatamam. Hem New York'taki havalı sergilerden hem de küçük kasabaların tuhaf müzelerinden kart atıyor, arkalarına da uzun uzun tarif ederek yazıyor gördüklerini. Eski fotoğraf koyayım:


Ayaktakiler Elizabeth ve dayım, herhalde 1960'lar filan.

Ay Hande Fırat'ın saray mutfağı yazısını okudum, vanilyalı zencefil tarifine baktım. Yarım kilo bal ve bir kilo taze zencefille kaç kişilik içecek yapacağız anlamadım ben. Yazının devamında yaz geliyor diye paniklediğini ve yürüyüş yapmaya başladığını yazmış, o yarım kilo ballı içecekten 3 bardak içerek bir yere varmak mümkün olmayabilir. Yani her yere varılır tabii o şekerin vereceği enerjiyle ama "İnce giyineceğim, denize gireceğim, ben ne yapacağım?" gibi dış görünüşle ilgili endişeler varsa çözümü saray vanilyalı zencefilinde değil.

Çözüm olarak Eymir'de ve ODTÜ ormanında yürüyüş yapıyormuş Hande Fırat. Ne diyeceğimi bilemedim. Genelde savcılara seslenmekten hoşlanan gazeteci bu sefer Ankara'daki yetkililere seslenmiş, dip dibe binalar ve avmler yapmaktan vazgeçilsinmiş. Bu cesur muhalif çıkışı ve dev araştırmacı mutfak gazeteciliği başarısından ötürü ben de kendi Pulitzer ödülümü Hande Hanım'a takdim etmek istiyorum.

Bence önemli olan iç güzelliği, denize girebilmek için tek lazım şey ise uygun bir mayo. Ya da şort mort, artık nasıl rahat ediyorsanız.

Doğan Medya'nın satılması haberlerini de boş gözlerle okudum, herhalde aylar sonra ilk defa Hürriyet'e tıklayıp bir yazı okudum, "Neymiş ayol bu vaniyalı zencefil?" diye. Kimseyi işinden etmezler umarım ama zaten bir yaraya merhem olduğu yoktu. Ya da ne bileyim, şaşırıp endişelenecek hal kalmamış olabilir bende. Dağıtım işi için de endişe etmeliyiz yazmış insanlar. Geçenlerde bir yazı okudum; The Guardian, New York Times gibi gazeteler online abonelik ile kara geçmiş ilk defa, belki çözüm budur. Cumhuriyet, Birgün ya da Evrensel gazetelerinden biri belki size göredir.

Geçen hafta Mara'nın kendini sokaklardan bizim eve atmasının ikinci sene-i devriyesiydi. Bu sabah yolladıkları fotoğrafı şaapayım hemen:


Kör gözü, olmayan dişleri, kronik sistiti ile gelip kalplerimize yerleşti puantiyeli kıç.

İki tane filme atlayarak devam ediyorum. Biri şu:



Natalie Portman'dan bir hayli bıktım, o cılızcacık kollarından, koca kafasından, herrr rolde herr yerlerde olmasından filan. Sanırım Black Swan ile başlamıştı bu gıcık kapma halim, aradan zaman geçip kızın oynadığı filmleri seyretmeyince sönmüş biraz sinirim. Neyse, filmi çok beğendim, gayet derli toplu ve sonuna kadar merak içinde izleten bir film olmuş. Ne zamandır bir bilim kurguda gördüğüm en tuhaf, en kötü kabuslardan fırlamış sahneyi barındırdığı için ayrıca tebrik ediyorum. Bilim kurgu, gerilim seviyorsanız seyrediniz. Sibel yazmıştı, ona link vereyim.

Diğerini de dün seyrettim, The Broken Circle Breakdown. Başka Sinema'da oynamıştı, birkaç sene oluyor. Bir türlü denk getirip seyredememiştim. Aklıma düşünce bulup seyrettim, çok beğendim.



Ağlamaklı oldum bir kaç yerinde, film acıklı ama karakterler o kadar sevilesi ki insan ne yapacağını şaşırıyor, öyle dut yemiş bülbül gibi seyrettim bu çiftin hikayesini, iyi günlerini ve kötü günlerini. Kurgusunu da ayrıca beğendim, bu kadar karışık bir zaman örgüsü belki başka filmde bunaltırdı, burada bunaltmamış. Tam tersi tempo katmış filme. (Ay tempo mempo, örgü. Elimden geleni yapıyorum, kusuruma bakmayın, bu kadar çıkıyor.)

Ellerimi arkama bağlayıp mutfağı dolandım, buzdolabında taze zencefil unutmuşum. Çay filan yaparım diye almıştım, küflenmiş. 94 gram taze zencefil, külliye değil ufak bir çatı katı olduğumuz için anca 94 gram. Yarım kilo bal da iki sene filan gidiyor, benden başka yiyen yok. Hep yazıyorum çapım dar diye, bugün daha da dar.

Vay canına, ne zamandır bu kadar daldan dala atlamamıştım yazarken. Usulca kalkıp gidiyorum, bir yere bağlayacağım da yok zaten meseleleri. Haydin öbtüm.

February 1, 2018

Filmler, Filmler Filmler Dırınırın (Melodili)

Pek kıymetli komşum ve kızkardeşim Saçaklı'aanım mimlediği için şimdi oturup engin deneyimim, rafine zevklerim filan dahilinde filmli mim cevaplayacağım efendim.

1. Sinemada ilk izlediğin film?

Ya gerçekten, bu mimi yapan komşuları şöyle bir dolaştım, Saçaklı'nın bizzat kendisi Aslan Kral yazmış. Ben Aslan Kral'a kardeşimi götürmüştüm, aramızda 9 yaş var çocukla, siz düşünün. Bir de ağladıydım bir sinema dolusu çocuğun ortasında. Acıklı bir filmdi Aslan Kral.

Neyse, annemi arayıp sordum, "Ne kadar acayip sorular soruyorsun iki gündür?" dedi. Dün ne sorduğumu da hatırlamıyorum, uzatmadım. E.T.'ye gitmişiz, işte 1984 filan olması lazım. Hiç hatırlamıyorum E.T.'yi sinemada seyrettiğimi, sonra televizyonda defalarca seyrettim. Filmin sonunda E.T. evine dönünce çok bozulup ağlamaya başlamışım, sinemadan çıkıp Kemeraltı'nda dolanırken de kesilmemiş ağlamam. Bir esnaf amca anneme neden ağladığımı sormuş, annem açıklamış. Amca bana dönüp "E niye üzülüyorsun, evine gitmiş işte sonunda. Ne güzel eve gitmek!" deyince susmuşum.

Hep dramlı biri oldum. Posteri ne güzeldi filmin:


Sinemada izlediğimi hatırladığım ilk film ise Süpermen 3.


Bunun da 1985 olması lazım, herhalde ananemle gitmiştik, annem hatırlamadı Süpermen'i. Sci-fi'cı bir insan yavrusuymuşum.

2. Film en güzel ....de/da izlenir.

Valla her yerde izlenir. Kazılarda bazen yemek masasına laptop koyup 5-10 kişi film izlerdik, ne olursa artık. O stresli tempo içinde ve medeniyetten uzak şartlarda dünyanın en hoş şeyi oluyordu sandalyelere dizilip bir film izlemek.

Evde de güzel izleniyor, "AAAAAOOOO AMA NEDEN BÖYLE OLDU ŞİMDİAAA?!" diye haykırırken bir yandan da ayaklarımı ısınsınlar diye köpeklerin altına sokmaktan hoşlanıyorum.

Bir arkadaşımla sözleşip sinemaya gitmeye de bayılıyorum herkes gibi. Karanlığın içinde parlayan o dev ekranın verdiği heyecanı başka bir şey vermiyor. Filmden sonra oturup konuşmak, aktör övmek ya da gömmek filan da pek sevdiğim bir aktivite.

3. Film izlerken olmazsa olmazın var mı? Varsa neler?

Dev gözlüklerim çünkü tek gözüm çok miyop. Öbür gözümle idare ediyorum günlük hayatta ama sinemada muhakkak barbar kocamın tiksintiyle nefret ettiği devasa gözlüklerimi takıyorum. Clark Kent de bunlardan takardı.


4. Filmi tek başına mı, kalabalık mı izlemek?

Evlilik müessesesi, beraberinde karı-koca film izlemeyi de getiriyor. Her zaman anlaşmak mümkün değil. Barbar kocamın sevmeyeceğini düşündüğüm filmleri tek başıma izliyorum. Evet, neyi sevip neyi sevmeyeceğine ben karar veriyorum. Çorap, kazak, don ve gömleklerini ben satın aldığıma göre buna da hakkım var. Çünkü ne mozaiği ulan, mermer mermer!

Sinemaya da genelde hafta içi gündüz seanslarına gidip asgari bir kalabalıkla sessiz sakin oturmayı seviyorum.

5. Film izlerken mısır mı cips mi?

Mısır. En büyük boy.

Ben profesyonel mısır yiyicisiyim arkadaşlar, bir ceylan kadar sessiz ve narin sokuyorum elimi mısırların içine. Sinemada yanınızda oturup sizi delirten mısır yiyicisi ben değilim. Zaten tek derdim "Aman kimseye yapışmayalım, allahım lütfen yan yana oturmayalım" olduğu için yanınızda oturan da ben olamam.

6. İki boyutlu mu, üç boyutlu mu?

İki boyut. Üç boyut beni tutuyor, muvaffak olamadım seyretmeye. Zaten bir keyif de alamadım, hiç öyle hayallerimdeki gibi değildi.

7. Avm sineması mı, sokak sineması mı?

Yani ne kadar seçme şansımız kaldı bilmiyorum, her film her yerde oynamıyor. Hatta bazı filmler hiçbir yerde oynamıyor. Mümkün olduğunca avm sinemalarından uzak durup eski sinemalara gidiyorum. Kızılay'daki Büyülü Fener, Kızılırmak filan. Başka Sinema seansları hayatımıza bir hayli heyecan getirdi, aklıma gelmişken şubat filmlerine bakayım bir.

8. Filmden önce fragmanını mı izlemek, yorumunu mu okumak?

Sinema yazısı okuyup fragman izliyorum. Nadiren başka izleyicilerin yorumlarına bakıyorum. Arkadaşlarımın tavsiyelerini de dinliyorum.

Ay vallahi bitirdim mimi. Bugünü de böyle yedim, sabahtan Romanya Konsolosluğu'na gittim, bir saat sonra tekrar gideceğim pasaportumu almaya. Ya süratle vize veriyorlar ya da süratle reddedildim, bilemiyorum.

January 9, 2018

Müslüm / Geçen Sene 4

Ay geçen gün televizyonda gördüm, Müslüm Gürses filmi geliyormuş, niye bilmiyorum heyecanlandım. Yani müziğinden ziyade kendisine aşinayım Müslüm Gürses'in, bütün her şeye biraz yabancıyım ama film ilgimi çekti. Umarım iyidir. Fragmanını koyayım:



Belki insan sıfatından çok gidip gelen herkes için bir şeyler vardır filmde.

Altın Küre Ödülleri'nin verileceğinin farkında değilmişim, dün baktım kim ne almış diye, filmleri merak ettim. Başka Sinema'da da görmek istediğim birkaç film var, umarım 2018 daha çok sinemaya gittiğim bir sene olur.

Geçen sene mart ayında bir de kar yağmış, Kudi sevinçten şekilsiz bir lekeye dönüşmüş:


Şekilsiz de değil aslında, bayağı keçiye benziyor hödük evladım. Saksıdaki garibanın haline de üzülmeyin, baharda coştu, biz de şaşırdık.

Dün spor salonunda bir sonraki programa geçtim, yeni aletler, yeni hareketler. Sabah yataktan ağlayarak çıktım, gene et kesilmesi her yerlerim. Şu anda kaslarımın sızlamadığı tek pozisyonda oturuyorum sandalyede, hiç bozmadan çalışmaya başlayayım bari.

Naapıyosunuz, iyi misiniz?

December 20, 2017

Zanaat

Tumblr'da dolanırken şunu gördüm:


Ahhahhha ay sinirlerim bozuldu! İnsan tişörte bastırır, öyle güzel. Bu kızın neden mahallenin psikopatı olduğunu anlayabilmek için Kedi'yi seyretmek gerekiyor, bir türlü yakalayamadım sinemada, çok da merak ediyorum.

Keşke mahallenin psikopatı olsam, olamıyorum. Günün bilgisi: Hiçbir yerin psikopatı değilim, sadece suratsız biriyim.

Dün akşam Cessie ile konuşuyorduk, bir derdini anlattı, benim de başıma gelmişti benzer bir şey. "Nasıl kurtuldun?" diye sordu, "Üşengeçlikle ve görmezden gelerek 20 senede hallettim," dedim. Aynen öyle hallettim. Bu konuda zanaatkar biriyim bence.

Better Call Saul izlemeye başladık, geçenlerde bir bölümün sonunda şu çaldı, hala aklımdan çıkaramıyorum.



Gideyim çorba yapayım, hava acayip soğumuş bugün.

October 21, 2017

Yirminci Gün / Kızılay'a Yürüdüm, Börek Vardı

Grip, Sevda'nın bütün hayatını ele geçirdiği için dün sabah tek başıma gitim spora. Kimse inanamadı. Salondaki varlığıma ikna etmek için Sevda'ya fotoğraf yolladım, çıkınca da annemi arayıp bu başarımı anlattım. "Aferin, sakın bırakma sporu" dedi çünkü biliyor çocuğunun huyunu. Kesin gözünün önünden yüzme kulübünden, basketboldan, matematik kursundan kaçışlarım geldi.

Çıkışta gene geçen günkü köpeğe bakındım, bulamadım. Eve yürürken kargoya uğradım, üç tane kitap almıştım, onlar gelmiş. Paul Auster'in yeni kitabı, Murat Yetkin'in Meraklısı İçin Entrikalar Kitabı, bir de kargoyu bedavaya getirmek için aranırken bulduğum Tanizaki'nin Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın'ı. Japon yazarları hiç bilmiyorum, merak ettim bunu.

Duş aldım, üstümü değiştirdim. Kızılay'a gitmem lazımdı, barbar kocama mesaj attım, bir şey lazım değilmiş. Nadire'yi dürttüm, okuldaymış. İkisi de "Ne işin var Kızılay'da? Polis noktalarına yanaşma. Kalabalığa girme." diye azarladı. Bir yandan da yürüyordum, fenalık bastı. Kesin twitter'da filan bir şey okudular diye düşündüm.

Okumamışlar. Nadire "Yok yahu, bir şey okumadım. Sen gidince olay çıkma ihtimali yükseliyor diye dedim." dedi. Bir de acı acı güldü üstüne. Yüzünüze şimdiye kadar hiç acı acı gülünmediyse umarım asla başınıza gelmez, zamanın içinde sadece kısacık bir an değil çünkü o. Sırtında yüklerle geliyor.

Günün bilgisi: Ben gidince olay çıkma ihtimali yükseliyormuş gibi çok mesnetsiz bir algı var.

Elazığ uçağında yan yana otururken Nadire dönüp bana şunu dedi, "Ay bir arkadaşım beraber uçağa bineceğimizi duyunca emin olup olmadığımı sordu. Ben de dedim ki, ohoooo bütün uçak yanar, bizim koltuklarımız havada süzülerek yere konar, Mina da bir sigara yakar üstüne."

O arkadaş kim bilmiyorum. (KİM O ARKADAŞ?!) Gözlerimi kısarak baktım Nadire'ye uçakta. Zaten nadiren gidiyor bir süredir protestolara filan, onlara da bana haber vermeden gidiyor. Ben de babasına söz verip and içmiştim, ne kendim gidiyorum ne de Nadire'nin peşine takılıyorum. "Cigeram, kalabalığa girme." "Klem klem, gitme. Gitme, he?" Yemin ederim bu konuşma yaşandı İmam Amca ile aramızda ama hepsi bu kadardı. Detay yok, başı yok, sonu yok. Alnıma bu şekilde mühürledi ve iki hafta kadar sonra da gitti bu dünyadan. Ne yapabilirim? Hiçbir şey yapamam.

Algı mesnetsiz yazdım çünkü Nadiresiz gittiğim bir sürü yerden olaysız şekilde ayrıldım. Tek başıma itham ediliyor olmamı hiç adil bulmuyorum. Bu mevzuyu ortak loto kuponu oynamaya karar vererek kapattık dün gece.

Kızılay'a geri döneyim. Terziye üç tane pantolon bıraktım, sağı solu daraltılacak. Terzi yandan iğneleyip "İyi mi böyle?" diye sordukça onayladım, şu anda hiçbir fikrim yok neleri onayladım. Umarım çorap haline gelmez pantolonlar. Oradan çıkıp kitapçı dolandım, aradıklarımın yarısını buldum.

Konur Sokak'tan Yüksel'e çıkarken dev bir kalabalık vardı, meğer börekçi açılmış. Açılış dolayısıyla bedava börek dağıtıyorlarmış, izdiham vardı. İki adım yürüyünce de barikatla çevrili İnsan Hakları Heykeli'yle burun buruna geldim. Hemen arkası da polis karakolu gibi bir yer haline gelmiş. Bedava börekti, tomaydı, polisti, içim fena oldu. Sola kırıp bulvara indim, hızlıca eve döndüm.

Barbar kocam gelince biraz terasta oturduk, ben bir kadeh şarap içtim. Eski bir film seyredelim dedik, şunu bulduk Netflix'te:


Hitchcock filmlerini çocukken seyrettiğim için yapım yılları bana hep 1970'lerin sonlarıymış gibi geliyor, halbuki North by Northwest 1959'muş. Arka Pencere 1954, The Man Who Knew Too Much 1956, Kuşlar 1963. Konuşa konuşa seyrettik filmi, sokaklara baktık, evlere, eşyalara. Cary Grant filmde bir reklamcıyı oynuyor, her şey çok pahalı ve lüks görünüyordu.

Yatmadan Nadire'yi bir daha dürttüm, yeni kedi hasta iki gündür, canım sıkılıyor haline. Bir önceki gece gördüğü rüyayı anlattı. Meğer barbar kocam da beni görmüş. Rüyaları buraya yazmayı yüreğim kaldırmıyor, bilinçaltı ne acayip bir yer yarabbi. İkisinin de rüyalarında uzun zamandır tekrarlayan motifler var. Sen ne görüyorsun diye soracak olursanız, en son yün kazak gördüm.

October 16, 2017

On Beşinci Gün / Musallat Olan Biriyim, Kediler Vardı

İki gün patlak vermemişçesine kaldığım yerden devam ediyorum. Dün gene  normal bir pazardı. Barbar kocamın annesine gittik, kedileri sıkıştırmayı arzu ediyordum, kediler hiç oralı olmadı. Zaten pek yüz vermiyorlar, kış programına geçmişler anlaşılan, kafalarını çevirip bakmadılar bile.

Kayınvalidemi kedilerinin obez olduğuna ikna etmeye çalıştık, gene. Gene hiç dinlemedi. Biri normal şişman da diğeri halihazırda iri bir kedi, aldı başını gidiyor. Neyse, çay filan içip kalktık. Bir dahaki sefere fotoğraflarını çekeyim kedilerin.

Halkımızla beraber Metro Toptancı Marketimize uğradık, nedense tuhaf bir hafta sonu aktivitesi haline geldi o market bizim için. Her yer çocuk doluydu, raflarda çocuklar, market arabalarında çocuklar. Kendime iki çift havlu spor çorabı aldım, 3200'lü tuvalet kağıdı aldık. Gene yanlış almışız. Aylar önce alıp çok beğendiğimiz tuvalet kağıdını arıyoruz, markayı da hatırlamıyoruz, gene tutturamamışız.

Dönüşte Nadire'nin evinin oralarda inecektim. Kahve içmek için sözleşmiştik. Yoldan mesaj attım, cevap gelmedi. Barbar kocam fırsatı kaçırmadı:

BK: Belki de seninle görüşmek istemiyor?
Ben: Oha tabii ki istiyor.
BK: Rahat bırak kızı, belki pazar pazar sevgilisiyle oturacak evde?
Ben: Ay onunla sonra da oturur, bana da ihtiyacı var.
BK: Cevap yazmazsa naapıcaksın?
Ben: Arıycam.
BK: Bence daha ne kadar küçüleceğini bir düşünmen lazım.
Ben: Ay ben daha da küçülürüm, hiç önemli değil. Toplam 3 arkadaşım var, küçülmekten gocunmuyorum.
BK: ...
Ben: Telefonu da açmazsa apartmanın arka bahçesine girip salonun camına yapışmayı düşünüyorum.
BK: ...
Ben: Annesi dut yolladı bana. Dutlarımı alıcam, allah allah?

Neyse, Nadire açtı telefonu, temizlik yapıyormuş. Gidip kahvemi içtim, dutlarımı aldım, bir saat kadar durmaksızın konuştum. Kedileri sıkıştırdım. Bunlar da çok sıkıştırtmıyor gerçi kendilerini. İkincisi daha yeni eve terfi etti, twitter'da bulduk çocuğu. Öncesi-sonrası fotoğrafı koyayım:


Masanın altındaki yeni kız, adı Piya oldu. Ad koyma sürecinde edvenst Zazacam ile göz doldurdum gene:


Gözleri tamamen iyileşti derken ağzında iltihap çıktı, o da geçmek üzereymiş. Büyüdükçe benekleri koyulaşıyor, biraz da kafası toparlaklaşmış. Şunu eve geldikten birkaç gün sonra çekmiştim:


Hava kararmaya başlayınca kalkıp eve geldim. Akşam yemeği niyetine sandviç yapıp yedik. Netflix'te bir film seyrettik, The Meyerowitz Stories diye, komedi/drama. Adam Sandler, Ben Stiller, Dustin Hoffman vardı, fena değildi. Dustin Hoffman'ı ne zamandır görmemiştim, sevindim. Biraz dağılmış bir ailenin heykeltraş babasını oynuyordu, yer yer bayağı güldüm.

5 sayfa kadar kitap okuyup kendimi yorgana dürdüm, uyudum. Çok üşüyorum, hep üşüyorum.

January 24, 2017

(8) Ay Yooo! / Kısa Animasyon / "Gazetecine Mektup Yaz"

Şalanjımızın 8. gün sorusu şöyle, "Bir dahaki hayatında kim olmak isterdin?"

Bütün umudumu bu hayatı ecelimle sonlandırıp toprak olmaya bağladım ben, bir hayat daha istemiyorum. Çok uzun, çok yorucu, çoğu zaman çok manasız; üstelik bundan sonrası kuraklık muraklık. İklimsel felaket senaryolarını seyredip seyredip "İyi neyse, biz görmeyeceğiz en azından" diye birbirimizi onaylıyoruz barbar kocamla.

Zaten düşünüyorum da, 3 yaşında kafa üstü kuma atlamakla başlayan maceramda buralara kadar nasıl geldim ona da şaşırıyorum. Resmen yangın çıkınca kaçacağına durup yangına bakan insanım. Çok ısrarcı olurlarsa bir hayat daha vermek konusunda, bana değil insanlığa faydası olacak birine versinler. Beni de bıraksınlar ot olayım, çiçek olayım, ağaç olayım.

Anlaşmamız bu şekilde diye düşünüyorum, böyle düşünmekte bir tür huzur buluyorum. Tekrarlamak fikri, sonsuzluk fikri beni bunaltıyor. Ha vampir olacaksam bakın o olabilir. O zaman da allah bilir Jim Jarmusch'un Only Lovers Left Alive'ındaki Adam olurum ve sonsuza kadar sürecek bir depresyon içinde insanların eblehliğinden şikayet ederim. Gene ne insanlığa ne vampirliğe bir faydam olmaz.

Güzel bir kısa animasyon seyrettim biraz önce, siz de görün istedim:


BOLES from Spela Cadez on Vimeo.


Bir de mektup kampanyası var, şuradan okuyabilirsiniz. Şu anda dışarıdan gelen postalar teslim edilmiyor; buna tepki olarak ne kadar çok mektup yollarsak o kadar iyi, belki aşarız bu tecridi diye düşünmüşler. Ben Ahmet Şık'a yazacağım bir mektup, eğer yazmak istiyor ama yollamaya çekiniyorsanız bana yollayabilirsiniz. Kendiminkiyle beraber postalarım.

October 9, 2015

Buruk Acı

Meğer en sevdiğim eski film şarkısının sözleri de Sennur Sezer'e aitmiş.

"Gurbet içimde bir ok
Her şey bana yabancı
Hayat öyle bir han ki
Acı içinde hancı

Sevmek korkulu rüya
Yalnızlık büyük acı
Hangi kapıyı çalsam
Karşımda buruk acı"


Filmin kendisi de varmış youtube'da.


Zaman, çok zalimsin.

May 17, 2015

(28) (29) (30) Baroktan Girdim, Grungedan Çıktım

Şalanjı bitirmeye geldim, şu anda yazmazsam üç hafta falan yazamayacağım çünkü.

Film müziklerine çok meraklıyım, bazen filmin kendisinden daha iyi oluyor soundtrack albümler ama öyle albümleri çok uzun süre dinlemiyorum, unutuyorum gidiyor. İyi filmler, iyi müzikle birleşince yıllar boyu yanımda taşıyorum. 10 sene önce Pakistan'dan bir ipod almıştım, hala kullanıyorum, baktım film müziklerinden ne var içinde diye, sadece Farinelli'nin soundtrack'i varmış. Bazen her şeyi siliyorum, yeniden yüklemek üzere, buna dokunmuyorum.



Diyorlar ki Farinelli'nin sesinin etkisini yaratabilmek için bir kontrtenor ve bir mezzosopranonun seslerini üstüste bindirmişler filmde.

Bir konuda fikrimi değiştiren film deyince aklıma bir şey gelmedi ama attığı tokatları ve bıraktığı soruları düşünerek Fight Club diyeceğim bu soruya cevaben. Dün gece küçük bir parti yaptık evde, arkadaşım S. ile mutfakta tabak mabak çıkarırken bir şekilde konu filme geldi. Ben kuru kuru överken S. aynen şunu dedi, "O filmi seyrettikten sonra nasıl hala işe falan gidiyoruz, bilmiyorum".


30. ve son soru, en sevdiğim film. Buna insan gibi cevap vermek mümkün değil. Yani sadece filmlerin kendilerini sevmiyoruz ki, ne zaman seyretmişim, yanımda kim varmış falan, bunların hepsi toplanıp geriye bir adet his bırakıyor. En azından bende böyle oluyor anlaşılan çünkü döndüm baktım da yazdığım filmlerin çoğu 1990'lardan, 2000'lerin başından kalma. Ve hepsini nerede ve kimle seyrettiğimi, filmden sonra neler konuştuğumuzu, kolektif hayatımıza filmle beraber nelerin girdiğini hatırlıyorum.

The Cider House Rules ki tuhaf bir şekilde "Tanrının Eseri, Şeytanın Parçası" diye girmişti Türkiye'de gösterime, annem ve kardeşimle gitmiştik, hayatımın en güzel akşamlarından biriydi.
Kızarmış Yeşil Domatesler'i seyredeli 20 sene falan olmuş, gene annemi hatırlatıyor, dünya güzeli bir filmdi.
Vincent, Tim Burton'ın 1982 yapımı kısa animasyonu, hayatımda seyrettiğim en güzel şeylerden biri. Vincent Price olmak isteyen 7 yaşındaki Vincent'ın hikayesini 6 küsur dünya dışı dakika boyunca tabii ki Vincent Price'ın sesinden dinliyoruz, buyrun:



Persepolis'i ağlaya ağlaya seyrettim, iki defa. Kim benden geri alabilir o üç saati? Annem yıllar önce seyrettiği bir filmin peşine düştü, internette bulamadım, girmediğimiz dükkan kalmadı, yok. Nihayet Kızılay'da bir pasajda, artık kimbilir kaçınca kere filmi tarif etmeye çalışırken korsan dvdci çocuk "Tamam abla, Vanessa Redgrave var, biliyorum o filmi" dedi. 1977 yapımı Julia'sına kavuştu annem. Annemden kim geri alabilir Julia'yı?

Gene annemin beni sürükleyip götürdüğü Kramer Kramer'a Karşı, Sophie'nin Seçimi; ben kendi başıma sinemaya gitmeye başlayınca, birkaç arkadaşımla içine düştüğümüz Tarantino evreni, Günbatımından Şafağa, Desperado, Vampirle Görüşme, Trainspotting falan.

Bu kadar iltifat ediyorum, bari "the" 90'lar filmi The Singles'dan bir şarkı koyup gideyim. Naapiyim, ben de buralara salmışım köklerimi, başka yere gidemiyorum.




May 15, 2015

(27) Rıhtımlar Üzerinde

Aslında en sevdiğim klasik film sorusuna 80'lerin Türk filmlerini yapıştırıp kaçacaktım, komiklik olsun diye değil, en sanatlısından en ayrobiklisine kadar severek izledim, izliyorum. Dün Sonik Hanımcığım yazdı, ben de öyle hissediyorum.

Sonra baktım gece iş bırakan Renault işçilerinin sayısı sabaha kadar binleri bulmuş, başka metal işçileri koşup gelmiş. Çok da film kültürü olmayan biri olduğumdan aklıma hemen Elia Kazan'ın 1954 yapımı dünya güzeli filmi On The Waterfront-Rıhtımlar Üzerinde geldi.


Marlon Brando'nun "Metod oyunculuğuysa aha metod oyunculuğu" diye ağzımızı burnumuzu kırdığı, mayfalaşmış sendikayı ve işçilerin halini anlatan, 8 Oscar ödüllü Rıhtımlar Üzerinde. Seyredeli de çok oldu, şu sahneyi koyayım aşağıya; Marlon, mafyöz sendika başkanına bağırıyor, "Sen hiçbir şeysin!"


Yönetmen Elia Kazan'ın Kayserililiği, ispiyoncu mudur değil midir filan diye devam etmek isterdim yazıya ama bir oturdum mu kalkmak bilmiyorum kompüterin başından. Renault saat 14:00'te açıklama yapacakmış, işçilerin lehine olur umarım. Ben bile uyandım sınıf mücadelesine, darısı şişman patronların başına.

May 14, 2015

(24) (25) (26) Ne Olacak Bu Maral ile Sarp'ın Hali?

Favori belgesel düşünürken aklıma şu geldi:



Ben de böyle giriyorum havuza, denize. Eskiden çok seyrederdim böyle aslanlı-kaplanlı belgesel, bir süredir ne zaman denk gelsem şöyle bir cümle duyuyorum, "Birbirinden güzel kaplan yavruları anneleriyle oynuyor. AMA ÇOK AZI HAYATTA KALACAK." Anında kanalı değiştiriyorum.

BBC ekolü belgeselleri seviyorum, televizyonu açtığımda ne varsa seyrediyorum. Görüntüler, ses, müzik; o adamı sinirden öldürecek seviyedeki nesnellik. Louis Theroux'ya da BBC'de rastladık, sonra bütün bölümlerin peşine düştük, indirdik mindirdik seyrettik. Naziler'den tutun da estetik ameliyatla kaplana dönüşmüş insanlara, pedofillerden trans çocuklara kadar birer saatlik belgeseller çekmiş Theroux. Çok iyi çekmiş.

En çok aklımda kalan "The Ultrazionists" bölümü. Theroux, Kudüs ve etrafındaki aşırı-milliyetçi yahudi yerleşimcilerle konuşuyor, aklınızı kaçırırsınız. Bu aşağıdaki kısacık parçada bir emlakçıyla konuşuyor, emlakçı Filistinli ailelerin kendi istekleriyle evleri boşalttığını ve yahudilere sattığını anlatıyor, eve giriyorlar, bavullardan tutun da su bardaklarına kadar her şey olduğu gibi duruyor. O emlakçının soğukkanlılığı, sonsuz rahatlığı falan.



Beni en çok bu ev meselesi etkiledi, barbar kocam ise bir şarap üreticisine takılmıştı. Bağı var adamın, dünyanın her tarafından gönüllüler geliyormuş, üzüm toplamaya yardım etmek için. Ama bir noktaya kadar dokunabiliyorlar üzümlere, sonrasında bağın sahibi izin vermiyor çünkü şarapların koşer olması lazım, yahudi olmayan insanlar mekruh. Adam gönüllülerin yüzüne yüzüne söyledi bunu ve tiksintisini televizyon ekranından bile hissedebildik. Kameralar yokken gönüllülere tükürüyor olma ihtimali çok yüksek.

Bir saat boyunca İsrail'deki durumu gayet iyi anlatıyor belgesel, Filistinliler'in nasıl evlerinden, topraklarından edildiğini, kanun manun hiçbir şeyin olmadığını; inanılmaz bir manyaklık hüküm sürüyor ve hepimiz seyrediyoruz.

Kimsenin seveceğimi zannetmediği ama sevdiğim filmler genelde bilimkurgu filmler ve korku filmleri. Tabii burada şöyle bir tuhaflık var, ben zaten seviyorum bu iki türü. "Zannetmeyen" taraf olarak barbar kocam inatla sevmeyeceğimi düşünüyor. İkna da edemiyorum. Film boyu yan gözle bana bakıyor, ne zaman sıkılacağımı kestirmeye çalışıyor, görmemezlikten geliyorum.

Kirli zevkim olarak nitelendirebileceğim film değil de dizi var, TV8'deki Maral.


Son iki bölümü kaçırdım ama allah biliyor, gözümü kırpmadan seyrediyorum. Çünkü Adını Feriha Koydum'u da böyle seyrettim, Aşk-ı Memnu'yu da. Herhalde bu kızdan hoşlanıyorum. Ya da ekip aynı ekip, bir şey yapıyorlar ve ben hipnotize oluyorum. Yoksa çekilecek şey değil, yeni bölüm diye açıyorum, bir önceki bölümü olduğu gibi veriyorlar, hiçbir karakterin sevilecek bir yanı yok. Yani ben kızların elbiselerine ve New York'a baka baka, o arada kendimi hikayeye de kaptırarak sezon sezon Gossip Girl seyretmiş insanım, bunda bakacak şey de yok.

Neyse, böyle işte.