Haritalar çok etkileyici şeyler, çocukluğumdan beri çok ilgimi çekiyor. Anca görerek anlayabilenler için bilhassa bir nimet harita. Politik bir tarafı da var; ecnebilerin "power politics" dedikleri güç diplomasisi, kim kimi bastıracak politikası, gözdağı verme sanatı filan.
Barbar kocam geçenlerde bir takım iş ihtimalleri vesilesiyle Afrika'ya gitti. Ankara'dan çıkıp Güney Sudan'a varabilmek için çeşitli maceralar yaşamak gerekiyor. Ebola gibi çeşitli motifler bir yana, mesafeler akıl alacak gibi değil. Yola çıkmadan önce açıp haritaya baktık, Afrika'da A şehri ile B şehri birbirine yapışık harita üzerinde, İstanbul ve Kocaeli gibi. Ama elimizdeki uçuş bilgisine göre o mesafe 5 saat sürüyor. Uçakla 5 saat! Sonra "Mercator projeksiyonu" denilen o kurnazlığı hatırladık.
Afrika kıtası, bütün dünyanın kullandığı o haritadaki halinden kat kat büyük. Tombiş bir küre olan dünyayı kağıt üzerine aktarmak için kutuplardan bastırmak ve çekmek gerekmiş, ekvatordan uzaklaştıkça kıtaların yüzölçümleri saçmalıyor harita üzerinde. Ta 16. yüzyıldan kalma o yamultulmuş haritayı kullanıyoruz hâlâ.
Yamuk harita üzerinde Kanada neredeyse Afrika kıtasından büyük:
Halbuki gerçek yüzölçümleri şöyle:
Yani aslında Afrika kıtasının içine 3 tane Kanada sığıyor. Şuradan aldım haritaları. Amerika, Avrupa, Rusya filan devasa coğrafyalarken Afrika ve Güney Amerika gerçekte olduklarından çok daha küçük. Milyarlarca insan, yüzlerce yıldır bu çarpıtılmış haritayı ezberliyoruz okul sıralarında. Süper güç olmuşsun, ister misin hiç olduğunun 3 katı toprak sahibiymiş gibi görünmekten vazgeçmeyi?
Bir de tokat gibi haritalar var, günlerdir açıp açıp buna bakıyorum:
Valla hiç jeolojiydi, fay hattıydı filan bilmeye gerek yok; bu harita diyor ki "SİZİN 20 YIL ÖNCE DELİRMİŞ GİBİ ÇALIŞMAYA BAŞLAMIŞ OLMANIZ GEREKİYORDU."
Biraz daha bakınca mesela şu geliyor aklıma, bu ülkenin neredeyse bütün endüstriyel üretimi, fabrikası şusu busu kırmızıların içinde. Kocaeli zaten fay hattının üzerinde. Bir kısım üretim Tekirdağ, Bursa, Balıkesir'e taşındı. Oralar da kıpkırmızı.
Biz imar affı filan ilan edecek ülke de değiliz. Biz bütün hayatımızı deprem düşünerek düzenlemesi gereken bir ülkeyiz. Deprem olunca ölmemiz ihtimali, oturduğumuz binayı inşa edenlerin iş ahlakına bağlı olmamalı. Gene bazı apartmanlar bir un yığınına dönüşmüşken bazıları ayakta duruyor Elazığ'da. Ne olacağız bilmiyorum. Tecrübeyle öğrendim ki bu ülkenin herhangi bir köşesindeki herhangi bir felaket hepimizi göçertiyor.
Gene tecrübeyle öğrendim ki Elazığ'dan uzak yaşayan bizler süratle unutacağız geçtiğimiz hafta sonunu. Bu harita ama, değişmeyecek. Bu haritanın manipüle edilebilecek, yamultulacak bir tarafı yok. "Aklınızı başınıza almazsanız daha çok ağlarsınız, onunla da kalmaz, sonunuz olur" haritası bu.
Yıkım, can kaybı, travma gibi ciğer dağlayan hadiselerin yanında bir de aklıma deprem sonrası hayat geliyor. Güvenli evlerimizde uyumak ile gecenin bir saati bez çadırda yatarken dışarıda askerlerin havaya ateş açmasını dinlemek arasında incecik bir çizgi, 20-30 saniyelik bir sarsıntı var sadece.
Muhalefet edeyim diye söylemiyorum. Keşke birileri gerçekten muhalefet etse. Söylemeye hakkım olduğu için söylüyorum. Korktuğum için.
Bunları yazdım, üzerine hiçbir şey olmamış gibi iyi haftalar dileyim mi bilemedim. Biz de hakediyoruz iyi haftaları, güzel günler bizim de hakkımız.
Showing posts with label bilim hadiseleri. Show all posts
Showing posts with label bilim hadiseleri. Show all posts
January 27, 2020
March 14, 2018
Şuppiluliuma Ve Bazı Şeyler Ve Stephen Hawking
Sabah spora gittim, dönüşte posta kutusunda Şuppiluliuma'yı buldum. Bir sevindim ki anlatamam, sevgili komşum Öneri Makinesi'ne teşekkür ediyorum. Hititlerin kalbimdeki yeri hep ayrı fakat yıllar oldu oturup bir satır makale filan okumadım. Gerçekten dünyanın en ciddi suratı, bir zamanlar buraların en kral kralı ama işte 3000 sene sonra insanın "Ay tombik tombik" diye sevesi geliyor. Hatay Müzesi'ni de çok görmek istiyorum. Bir de yenilenen Urfa Müzesi'ni. Bir de Antep Müzesi'ni. Yerimden kıpırdamıyorum, nasıl görülecek bunlar bilmiyorum.
Fotoğrafta koltuğu işgal eden siyah-beyaz leke bir adet köpenk. Ölü ya da baygın değil, uyuyor. Biraz rahat uyuyor. Koltukları da dün süpürmüştüm. Neyse artık. Yani o kadar kendini vererek uyuyor ki bir şey demeye utanıyorum, bu emeği ve çabayı desteklemem lazım gibime geliyor. Havaya kalkmış ayak var, yapabileceğim bir şey yok.
Şu hayatta en sevdiğim ikili tahin-pekmez olabilir, çocukluğumdan beri bir günah gibi içimde taşıyorum bu sevgiyi. Ama o yanında yediğim ekmeğin haddi hesabı yok, gerçekten yok, kendimi durduramıyorum. Bakıyorum Instagram'da fit kızların hesaplarına, hayatımda gördüğüm en küçük kapların içine bir çay kaşığı filan koyup kahvaltıya ekliyorlar. Bir çay kaşığı yapamam. Öyle biri değilim, olmak da istemiyorum. Sabah spor salonunda kendimi paraladım, biraz önce de iri bir dilim ekşi maya ekmeğini kaseye iterek kakarak yedim tahini pekmezi. Fit kız kasesi değil ama eski Mina kasesi de değil. Şu anda gerçekten kendimi çok zor tutuyorum İndiyana Conz ve kutsal kase diye devam etmemek için. Neden allahım neden?
Dünkü yazıda "Yarın yazarım" dediğim şeyi de, başka bir takım şeyleri de yazmaktan vazgeçtim. Niye her konuda fikir beyan ediyoruz bilmiyorum. Edebilecek mecramız olduğu için herhalde. Facebook'ta her gün "Geçen senelerde bugün" şeyine girip bakıyorum, yarabbi ne konuşmuşum. Üstelik herkesle aynı şeyleri söyleyip duruyorum, ben kanaat önderi miyim, ne önemi var benim gündelik olaylar hakkındaki sıradan fikirlerimi beni takip eden 30 kişiye bağırmamın? Valla bu hallerimden çok yıldım.
Benim aksime Stephen Hawking inanılmaz derecede önemli biri. Milyonlarca insana ulaşıp astrofizikti kozmolojiydi, eğitimsiz insana son derece karmaşık gelecek bilimsel meseleleri anlatmayı ve sevdirmeyi ve bu konularda merak uyandırmayı başardı çünkü. Bir insan kendine düşen yıllarla daha muhteşem ne yapabilir bilmiyorum. Şu fotoğrafı dolaşıyordu bugün ortalıkta:
Bilim insanının politik olanını ayrıca bağrımıza basıyoruz, zaten bilim nasıl apolitik olabilir ben anlamıyorum.
Neyse, hiçbir şey yapamasak bile tavsiyesini dinleyip ayaklarımıza değil yıldızlara bakalım, anlamaya çalışıp merak etmeye devam edelim. Ne nazik bir tavsiye.
Fotoğrafta koltuğu işgal eden siyah-beyaz leke bir adet köpenk. Ölü ya da baygın değil, uyuyor. Biraz rahat uyuyor. Koltukları da dün süpürmüştüm. Neyse artık. Yani o kadar kendini vererek uyuyor ki bir şey demeye utanıyorum, bu emeği ve çabayı desteklemem lazım gibime geliyor. Havaya kalkmış ayak var, yapabileceğim bir şey yok.
Şu hayatta en sevdiğim ikili tahin-pekmez olabilir, çocukluğumdan beri bir günah gibi içimde taşıyorum bu sevgiyi. Ama o yanında yediğim ekmeğin haddi hesabı yok, gerçekten yok, kendimi durduramıyorum. Bakıyorum Instagram'da fit kızların hesaplarına, hayatımda gördüğüm en küçük kapların içine bir çay kaşığı filan koyup kahvaltıya ekliyorlar. Bir çay kaşığı yapamam. Öyle biri değilim, olmak da istemiyorum. Sabah spor salonunda kendimi paraladım, biraz önce de iri bir dilim ekşi maya ekmeğini kaseye iterek kakarak yedim tahini pekmezi. Fit kız kasesi değil ama eski Mina kasesi de değil. Şu anda gerçekten kendimi çok zor tutuyorum İndiyana Conz ve kutsal kase diye devam etmemek için. Neden allahım neden?
Dünkü yazıda "Yarın yazarım" dediğim şeyi de, başka bir takım şeyleri de yazmaktan vazgeçtim. Niye her konuda fikir beyan ediyoruz bilmiyorum. Edebilecek mecramız olduğu için herhalde. Facebook'ta her gün "Geçen senelerde bugün" şeyine girip bakıyorum, yarabbi ne konuşmuşum. Üstelik herkesle aynı şeyleri söyleyip duruyorum, ben kanaat önderi miyim, ne önemi var benim gündelik olaylar hakkındaki sıradan fikirlerimi beni takip eden 30 kişiye bağırmamın? Valla bu hallerimden çok yıldım.
Benim aksime Stephen Hawking inanılmaz derecede önemli biri. Milyonlarca insana ulaşıp astrofizikti kozmolojiydi, eğitimsiz insana son derece karmaşık gelecek bilimsel meseleleri anlatmayı ve sevdirmeyi ve bu konularda merak uyandırmayı başardı çünkü. Bir insan kendine düşen yıllarla daha muhteşem ne yapabilir bilmiyorum. Şu fotoğrafı dolaşıyordu bugün ortalıkta:
Bilim insanının politik olanını ayrıca bağrımıza basıyoruz, zaten bilim nasıl apolitik olabilir ben anlamıyorum.
Neyse, hiçbir şey yapamasak bile tavsiyesini dinleyip ayaklarımıza değil yıldızlara bakalım, anlamaya çalışıp merak etmeye devam edelim. Ne nazik bir tavsiye.
March 20, 2015
Babamın Kedisi / Bir Takım İnatlar / Deniz'in Kedisi
Geçen gün annemlere gittim, babamla memleket meseleleri konuşuyorduk ki bir yavru kedi miyavlaması duydum. "Allahhh kedi var bahçede!" diye kendimi camlara attım. Babam sakin sakin "Kedi yok. Benim ciğerlerimden geliyor o ses" dedi.
Gribi ben bulaştırmıştım, oradan almış yürümüş, oturduğu yerden hafif hafif miyavlamaya başlamış adam. Yanda gripsiz ve genç bir halini görmektesiniz.
Yaşar Kemal'in arkasından hiçbir şey yazamadım, utançtan. Hiç okumadım çünkü, yavşaklık olur gibime geldi. Annemde vardır diye İnce Memed'i istedim, ananem zamanında termosifonda yakmış İnce Memedleri, Nazım Hikmetleri filan. Aynı anane, kapıya dayanan polislere atarlanırmış ama demek ki o da ortadan delil kaldırma furyasına kapılmış herkesle birlikte.
Okulun kütüphanesine baktım, sekiz kopyanın beşini birileri almış, yetmemiş başka birileri üstüne hold koydurmuş. (Hold koydurmak: kitabı alan öğrenci geri getirince alabilmek için sıraya girmek) Kalan kopyalar da ciltleniyormuş. Ben de hold koydurayım bari, inada bindi şu anda bu iş.
İnada binen bir iş daha var, hemen anlatayım. Birkaç sene önce gittik Tchibo'dan kahve makinesi aldık, o zamandan beri de aynı firmadan kahve kapsülü alıyoruz haliyle. Çok da severek kullandık. İki hafta önce doğum günümde email attılar, doğum günüm kutlu olsunmuş, bu %15 indirim çekini de güle güle kullanayımmış. O çek çalışmadı. Kodu yazdıkça "Kullanım süresi dolmuştur" uyarısı çıktı. Oturup email yazdım kibar kibar, ertesi gün isteğimin işleme alındığını yazdılar. Bir kaç gün sonra telefon ettim, o hafta içinde bana döneceklerini söylediler. Ve işte sonra benim içimden de Hulk çıktı.
İki hafta oldu ben ilk emaili atalı. İki haftadır ses seda yok ve ben gittikçe daha çok Hulk oluyorum. Takdir edersiniz ki %15 indirim, çok da mühim bir indirim değil ama madem verdiler, neden kullanamıyorum? Bu sorun neden çözülmüyor? Kendimi hem açgözlü hem de salak gibi hissediyorum o çekin peşinde koşarken. Ve kahve içmemiz gerekiyor tabii bir yandan.
Neyse, iki haftalık Hulkluktan sonra gittim kahve aldım bir yerlerden, frenç piresimi çıkardım dolaptan. O kahve makinesini de görmek istemiyorum, barbar kocamın kolunun altına sıkıştıracağım, elbet başka birinin işine yarar. Velhasıl Tchibo'yla ilişkimiz böylece neticelendi ama onlar bilmiyor. Çünkü hala bana "geri dönecekler".
Tunein'de Radyo Alaturka diye bir kanal buldum, eve biraz emekli insan huzuru geldi. Belki vesileyle iki senedir ördüğüm atkıyı bitiririm, biriktirdiğim kare bulmacaları çözerim. Şu anda Zeki Müren'den "Yağmur vururken cama, dalarken gece gama" çalıyor, pek severim.
20 dakikaya güneş tutulmasını görecekmişiz Ankara'da ki pek zannetmiyorum, güneşin kendisini göremiyorum, tutulmayı nasıl şaapıcaz? Gene de çıkayım terasa, heyecanlanıyorum böyle şeylere.
Ay bir de şuna çok heyecanlandım; daha önce yazmıştım, pek sevdiğimiz Denizimiz vahşi yaşam biyologudur, vaşaklarla ilgileniyor. İki saat önce şu fotoğrafı koydu, Ankara civarından.
Üstelik bir ana, bir oğul, bir de büyük ihtimalle baba varmış. Hem Deniz'in kaç yıllık emeğinin sonuçlarına sevindim hem de etrafımızda hala vaşak olmasına.
Gideyim de gökyüzüne bakayım.
P.S. Ay vallahi gördüm, vallahi tutuldu! Bakın tam ortada güneş, küçücük. Üst köşesi karanlık. Yihhi!
Gribi ben bulaştırmıştım, oradan almış yürümüş, oturduğu yerden hafif hafif miyavlamaya başlamış adam. Yanda gripsiz ve genç bir halini görmektesiniz.
Yaşar Kemal'in arkasından hiçbir şey yazamadım, utançtan. Hiç okumadım çünkü, yavşaklık olur gibime geldi. Annemde vardır diye İnce Memed'i istedim, ananem zamanında termosifonda yakmış İnce Memedleri, Nazım Hikmetleri filan. Aynı anane, kapıya dayanan polislere atarlanırmış ama demek ki o da ortadan delil kaldırma furyasına kapılmış herkesle birlikte.
Okulun kütüphanesine baktım, sekiz kopyanın beşini birileri almış, yetmemiş başka birileri üstüne hold koydurmuş. (Hold koydurmak: kitabı alan öğrenci geri getirince alabilmek için sıraya girmek) Kalan kopyalar da ciltleniyormuş. Ben de hold koydurayım bari, inada bindi şu anda bu iş.
İnada binen bir iş daha var, hemen anlatayım. Birkaç sene önce gittik Tchibo'dan kahve makinesi aldık, o zamandan beri de aynı firmadan kahve kapsülü alıyoruz haliyle. Çok da severek kullandık. İki hafta önce doğum günümde email attılar, doğum günüm kutlu olsunmuş, bu %15 indirim çekini de güle güle kullanayımmış. O çek çalışmadı. Kodu yazdıkça "Kullanım süresi dolmuştur" uyarısı çıktı. Oturup email yazdım kibar kibar, ertesi gün isteğimin işleme alındığını yazdılar. Bir kaç gün sonra telefon ettim, o hafta içinde bana döneceklerini söylediler. Ve işte sonra benim içimden de Hulk çıktı.
İki hafta oldu ben ilk emaili atalı. İki haftadır ses seda yok ve ben gittikçe daha çok Hulk oluyorum. Takdir edersiniz ki %15 indirim, çok da mühim bir indirim değil ama madem verdiler, neden kullanamıyorum? Bu sorun neden çözülmüyor? Kendimi hem açgözlü hem de salak gibi hissediyorum o çekin peşinde koşarken. Ve kahve içmemiz gerekiyor tabii bir yandan.
Neyse, iki haftalık Hulkluktan sonra gittim kahve aldım bir yerlerden, frenç piresimi çıkardım dolaptan. O kahve makinesini de görmek istemiyorum, barbar kocamın kolunun altına sıkıştıracağım, elbet başka birinin işine yarar. Velhasıl Tchibo'yla ilişkimiz böylece neticelendi ama onlar bilmiyor. Çünkü hala bana "geri dönecekler".
Tunein'de Radyo Alaturka diye bir kanal buldum, eve biraz emekli insan huzuru geldi. Belki vesileyle iki senedir ördüğüm atkıyı bitiririm, biriktirdiğim kare bulmacaları çözerim. Şu anda Zeki Müren'den "Yağmur vururken cama, dalarken gece gama" çalıyor, pek severim.
20 dakikaya güneş tutulmasını görecekmişiz Ankara'da ki pek zannetmiyorum, güneşin kendisini göremiyorum, tutulmayı nasıl şaapıcaz? Gene de çıkayım terasa, heyecanlanıyorum böyle şeylere.
Ay bir de şuna çok heyecanlandım; daha önce yazmıştım, pek sevdiğimiz Denizimiz vahşi yaşam biyologudur, vaşaklarla ilgileniyor. İki saat önce şu fotoğrafı koydu, Ankara civarından.
Üstelik bir ana, bir oğul, bir de büyük ihtimalle baba varmış. Hem Deniz'in kaç yıllık emeğinin sonuçlarına sevindim hem de etrafımızda hala vaşak olmasına.
Gideyim de gökyüzüne bakayım.
P.S. Ay vallahi gördüm, vallahi tutuldu! Bakın tam ortada güneş, küçücük. Üst köşesi karanlık. Yihhi!
October 2, 2014
Kongraculeyşınz ODTÜ!
Ahahhahhah ayy! Aklıma geldi bugün, o zamanlarki bişbikinimiz, şimdiki cimhirbişkinimizin kudretli işaret parmağıyla bize ve her daim çantalarımızda taşıdığımız molotoflara günümüzü gösterdiği o konuşma.
ODTÜ, 2014-2015 arası en iyi üniversiteler sıralamasında 85. olmuş. İlk 100 içindeki tek Türk üniversitesi, peşinden Boğaziçi geliyor, 139. sırada. Farklı kuruluşlar bu tür sıralamalar yapıyor, farklı kriterler seçildiğinde sıralamalar değişir, inersin çıkarsın falan, önemli değil. Önemli olan bir üniversitede hala dünya çapında araştırma, yayın ve saire yapılıyor olması. Yani objektif bilim yapılıyor olması ve çalışmaların dünyanın her tarafındaki diğer bilim insanları tarafından okunuyor, eleştiriliyor, referans veriliyor olması.
Peki neden hep aynı okullar giriyor bu listelere? Neden her mahalle arasına açılan, "Her şehre bir üniversite attırdık en bilimlisinden" diye kafamıza kakılan okullar yok ortalıkta? Cevap veriyorum, kafalar şu aşağıdaki gibi çalıştığı için yoklar:
Şimdi okulumun renklerindeki kırmızı-beyaz aşortmanlarımı giyip küçük bir zafer turu atacağım terasta. Bugün de ölmedik.
January 14, 2014
Halet Çambel
Halet Hanım'ı kaybettik iki gün önce, bir şeyler yazmak istedim çünkü beni çok etkiledi, onun gibi insanlar pek yok artık. Yukardaki fotoğrafta nasıl da güzel. 1916 doğumluymuş, nerdeyse 100 yaşını görecekti, hep derler açık havada çalıştıkları için arkeologlar uzun yaşar diye. Halet Hanım'ın durumunda nicelikten değil nitelikten bahsetmek gerek.
Sorbonne'dan mezun bir arkeolog, Türkiye'yi o meşhur 1936 Berlin Olimpiyatları'nda temsil etmiş, eskrim dalında. Jesse Owens'ın atletizm dalında 4 altın madalya alıp Hitler'i delirttiği olimpiyatlar. Koca bir stadyumun Führer'i selamladığı bir organizasyonda "aşağı ırk"tan bir şampiyon olmak.
Peki Türkiye'den gelen 20 yaşında gencecik bir kız olarak Hitler'in davetini reddetmek? Halet Hanım, Hitler rejiminine hükümet yolladığı için geldiklerini, kendi istekleri ile asla gelmeyeceklerini söyleyerek gitmemiş Hitler'le tanışmaya. Gene eskrim dalında yarışan Suat Fetgeri Aşeni ile olimpiyatlara katılan ilk Türk kadın sporcular olarak tarihe yazıldı isimleri.
Halet Hanım Hitit çalıştı hayatı boyunca, Helmut Bossert gibi efsane bir isimle Hititçe'nin çözülüp okunmasında parmağı var. 1950'ler gibi erken bir dönemde "eserler bulundukları yerde sergilenmelidir" diye ayak direyen, kocası alaylı mimar Nail Çakırhan'la Karatepe'de bir açıkhava müzesi yaratan da Halet Hanım'dır. Çoğunluğun derdi tapınak mapınak, güzel eşyalar bulmakken kültürel miras meselesine dertlendiği için zamanının bir hayli ilerisinde bir bilim insanıydı, etikti, haklıydı, arkeolojik vicdanı vardı.
Anadolu'nun doğusu 1950'lerde arkeolojik olarak ölüydü, okuduğum bir makalede bu bölgenin ikliminin çok sert olduğundan, bu yüzden de tarihöncesi dönemlerde kimsenin buralarda yaşamadığından bahsediyordu biri. Halet Hanım bu talihsiz saptamalara pabuç bırakmadı, 1963'te Chicago Üniversitesi'nden bir bilim adamını da yanına alarak eşek sırtında gitti doğuya, tek tek tespit ettiler höyükleri, kayıt altına aldılar, kazılar başladı.
Halet Hanım çalıştığı toprakları ciddiye alan, seven, bu kültürü önemseyen biriydi. Kendi jenerasyonundan bazı arkeologlar ve tarihçiler gibi "Bütün dünya Türk'tür" hezeyanlarına kapılmayacak kadar da zihni berrak bir bilim insanıydı.
Mimarlık diploması olmadığı halde dünyanın en prestijli ödüllerinden Ağa Han Mimarlık Ödülü'nü kazanan Nail Çakırhan'la 70 yıl kadar evli kaldılar, oturdukları dünya güzeli Kırmızı Yalı'yı Boğaziçi Üniversitesi'ne bağışladılar.
Benim için bir kahraman, kızların da harika işler yapabileceklerinin kusursuz bir örneği, 98 yıllık bir ömrün nasıl yaşanması gerektiğini gösteren bir rehber Halet Hanım. Hem kendi kuşağı içinde hem de şu anda aktif çalışan kuşaklar içinde tüm kalbimle saygı duyduğum bir kaç isimden biri.
Değiştirdiği hayatlar, yeniden hayat verdiği eski halklar, yetiştirdiği kuşaklar, dünyanın en güzel topraklarına verdiği bir ömür ve güzel yüzü önünde saygıyla eğiliyorum. Duyduğum hayranlığı ve kalbimi sıkıştıran üzüntüyü kelimelerle anlatmanın imkanı yok.
December 12, 2013
Gürbüz ve Deniz
Gürbüz, orman seslerinden korkup arkadaşımın arkasına saklanmış zaman zaman, bir de vaşak kakası yerine kurt kakası bulmaya meyilliymiş. Familyasına bağlı çocuk diye güldük.
Bağlı durduğu boktan bahçeden kurtulup tanıdığım en iyi kalpli insanlardan birinin evine ve bilimsel araştırmalarına dahil oldu, aynı şansı tüm ev ve ilgi arayan köpekler için diliyorum.
Bu son arazi macerasında fotokapana bir sürü hayvan yakalanmış, çok güzel fotoğraflar var ama ben en çok şunu beğendim.
Kameraya çok yaklaşmayıp gene de fosforlu iki küçük nokta olarak yakalanan temkinli vaşağa çok güldüm. Onun dışında çakallar var, geyikler, kurtlar ve domuzlar, yer yer tavşanlar.
Yaptığı iş çok ilgimi çekiyor bu arkadaşımın, biraz da arazi hayatına özeniyorum, geceleri derme çatma kulübelerde kalıyor, gündüzleri yürüyor; ağaçlar, dereler, yere inen bulutlar, içim gidiyor. Bu son arazi seferinde Gürbüz'le donmuşlar gece, ıslanmışlar ve kuruyamamışlar falan. Bir kere de şikayet ettiğini duymadım, sürekli pozitif, hep güleryüzlü. Bir kaç kişi merak ediyoruz diye fotoğraflar koyar, bütün sorulara uzun uzun cevap verir. "Ya ben bir kuş gördüm, kuyruğu şöyle, renkleri böyleydi, cıyırk cıyırk diye ötüp kendi etrafında dönüyordu, ne bu?" diye telefon açarsınız, ona da cevap verir.
Doktora için Almanya'ya gidiyor yakında, Gürbüz'le beraber. Tüm kalbimle en harika şeyleri diliyorum ikisi için, gerçekten hakediyorlar.
Arkadaşımın adı Deniz, Antakyalı'dır, hem yakışıklı hem merhametlidir, tanıştığımıza çok memnunum.
May 9, 2012
yüksek yüksek tepelerde ev kurmak
bugünkü google doodle'ıyla howard carter'ın doğum günü kutlanıyor, tutankamon'un mezarını açan howard carter, eski usül arkeolojinin en meşhurlarından. silindir şapkalar, papyonlar, kazıya katılan leydiler, lordlar. ve bence bu eski usülün en hoş geleneğidir, kazı yaptığın yere bi de yerel mimariyle süslenmiş bi ev kondurmak. carter'ın luksor'daki evceğizi gibi.
hiç hazzetmediğim herr schliemann'ın da vardır böyle bi roma villasından bozma malikanesi, duvarlarındaki fresklerde karı-koca tanrılarla ziyafet yemeği yerler falan.
herrrneyse, herkesin aradığı troya'yı ben bulmuş olsam herhalde ben de aklımı kaçırırdım. ama içi kötüydü o schliemann'ın, bakın buraya yazıyorum.
carter'a dönecek olursak, ilk karşılaşmamız bu yandaki kitap sayesinde olmuştu. çok güzel kitaptır, okumadıysanız tavsiye ederim. "arkeolojinin romanı" diye geçer, ben ilkokuldaydım okuduğumda, kolay okunur bi kitaptır yani. yunan, mısır ve mezopotamya'daki ilk arkeolojik keşifleri anlatır, kanlım schliemann, çok sevdiğim 3 dilli rosetta taşı ve onu ilk okuyan champollion, carter ve tutankamon, çivi yazısının çözülüp okunması ve daha neler neler.
hızınızı alamazsanız bi de "tanrıların vatanı anadolu" var aynı yazarın, bu toprakları anlatır, hititleri, nasıl keşfedildiğini, hititçe'nin çözülmesinin güzel hikayesini.
c.w.ceram, aslında kurt wilhelm marek diye bi alman gazeteci-yazardır bu arada, nazi geçmişi kendisini rahatsız etmiş, takma adıyla kitap yazmış ölene kadar. valla naziydi, arkeolojiydi, bunlar birbirinden çok uzak kavramlar değil zaten bence.
giderken size çok sevdiğim bi arkeolojik türküyle veda ediyorum. 1997 yazında yassı bi höyüğün tepesinde binlerce yıl önce birilerinin oturduğu evleri kazarken aklıma geldiydi. annemi çok özlemiştim, 18 yaşındaydım, kazının asistanları zaman zaman eziyet ediyordu, çamaşırlarımı 2 haftada bi leğene basıyordum, astığım ipten köpekler çalıp kaçıyordu, velhasıl 4 saatlik uykuyla dana gibi koşturup duruyordum. yetmezmiş gibi bi de avuç içi kadar bi bebek mezarı bulunca iyice sinirlerim bozulmuştu, yanında kilden küçücük oyuncaklarıyla. allahım dram üstüne dram.
hiç hazzetmediğim herr schliemann'ın da vardır böyle bi roma villasından bozma malikanesi, duvarlarındaki fresklerde karı-koca tanrılarla ziyafet yemeği yerler falan.
herrrneyse, herkesin aradığı troya'yı ben bulmuş olsam herhalde ben de aklımı kaçırırdım. ama içi kötüydü o schliemann'ın, bakın buraya yazıyorum.
carter'a dönecek olursak, ilk karşılaşmamız bu yandaki kitap sayesinde olmuştu. çok güzel kitaptır, okumadıysanız tavsiye ederim. "arkeolojinin romanı" diye geçer, ben ilkokuldaydım okuduğumda, kolay okunur bi kitaptır yani. yunan, mısır ve mezopotamya'daki ilk arkeolojik keşifleri anlatır, kanlım schliemann, çok sevdiğim 3 dilli rosetta taşı ve onu ilk okuyan champollion, carter ve tutankamon, çivi yazısının çözülüp okunması ve daha neler neler.
hızınızı alamazsanız bi de "tanrıların vatanı anadolu" var aynı yazarın, bu toprakları anlatır, hititleri, nasıl keşfedildiğini, hititçe'nin çözülmesinin güzel hikayesini.
c.w.ceram, aslında kurt wilhelm marek diye bi alman gazeteci-yazardır bu arada, nazi geçmişi kendisini rahatsız etmiş, takma adıyla kitap yazmış ölene kadar. valla naziydi, arkeolojiydi, bunlar birbirinden çok uzak kavramlar değil zaten bence.
giderken size çok sevdiğim bi arkeolojik türküyle veda ediyorum. 1997 yazında yassı bi höyüğün tepesinde binlerce yıl önce birilerinin oturduğu evleri kazarken aklıma geldiydi. annemi çok özlemiştim, 18 yaşındaydım, kazının asistanları zaman zaman eziyet ediyordu, çamaşırlarımı 2 haftada bi leğene basıyordum, astığım ipten köpekler çalıp kaçıyordu, velhasıl 4 saatlik uykuyla dana gibi koşturup duruyordum. yetmezmiş gibi bi de avuç içi kadar bi bebek mezarı bulunca iyice sinirlerim bozulmuştu, yanında kilden küçücük oyuncaklarıyla. allahım dram üstüne dram.
May 2, 2012
cockroaches will unite and take over
hey allahım. hamamböcekleri en korkunçlu kabuslarımın baş karakterleridir. ağzım burnum çarpılıyor düşüncesiyle bile.
yıllar önce bi tanesiyle geçirdiğim bi gece var ki hele, yemin ederim poe hikayesi gibi giriş-gelişme ve sonucu.
son araştırmalar göstermiş ki, it gibi zeki olmalarının yanı sıra, duygusal, aile bağları kuvvetli ve son derece sosyal hayvanlarmış. hamamböcekleri.
kendi aralarında yemek sohbetleri yapıyorlarmış, allahım sen aklıma mukayyet ol.
her tür hayvandan korkan kızsal biri olmadığı göstermek için bi yaz boyu çadırımı paylaştığım küçük arkadaşımın resmini ekliyorum. ölçek yok fotoğrafta, siz avuç içi gibi düşünün.
Subscribe to:
Posts (Atom)