Yıllardır görmediğim, çok iyi dans eden arkadaşım Tarık'tan başlayıp bir akşam bir barda aniden Sweet Child Of Mine çalmaya başlayınca bana eşlik eden hiç tanımadığım oğlana uzanan geniş bir ölçekte danslı anılar geçiyor aklımdan. Ama yani bir yandan da pek o kadar dans kalmadı hayatımda. Barbar kocamla çok sık müzik dinliyoruz evde, ben bazen salonun uygun bir köşesinde go-go girl gibi sanatımı icra ediyorum. Bazen kocam da seyrettiğimiz Hendrix ve Rolling Stones konserlerindeki kızlar ve oğlanlardan kaptığı figürlerle kendini ifade ediyor.
Neyse yani, aslında bütün arkadaşlarımla dans etme imkanı bulunca dans ediyoruz. Ederdik? Bilmiyorum, hayat çok değişti. Bu aralar gene varoluşsal sorguluyorum kendimi, gene o zaman zaman patlak veren "Şu anda olduğum şey gerçekten ben miyim yoksa eski ve orijinal benden geriye kalan kırıntılar mı bu?" krizinin tam ortasından sesleniyorum, merhaba.
Hangi eski, hangisi orijinal? Ayh neyse. Bir arkadaşımın düğününden bir kare buldum:
Sene 2008, gördüğünüz gibi aşırı dramatik ve dışavurumcu dans eden biriyim ahhahhha ay ne gülmüştük bu fotoğrafa! Tek bir prensibim var bu konuda: bir kere ortalığa attıysan kendini dans edeceğim diye, ne olursa olsun hareket etmeye devam et.
Bugün bu çalarken kendi kendime dans ettim:
Arkadaşlardan bahsetmem gereken şalanjda %90 kendimden bahsederek ilerliyorum. Ama başlarken demiştim bir yerlerde, toplam 3 filan arkadaşımla niye giriyorum ben bu işe diye.
Geri gelip hiç utanmadan "birlikte yol yapılacak arkadaş" yazacağım, yola çıkmaktan nefret eden suratsız bir güve olarak.
Ay gene süründürdüm şalanjı, 10 gündür açıp açıp sağını solunu kurcalıyorum bu yazının, bir türlü şaapamadım. Her şey çok anlamsız geliyor bugünlerde. Gene de kaldığım yerden devam edeyim. Tatil deyince aklıma hâlâ 80'lerde gittiğimiz Bodrum geliyor. Şurası Gümüşlük'tü:
Gümüşlük'tü, artık değil, bir santimetrekare boşluk kalmadı artık Bodrum'da. Neyse.
Babam ve piposu filan, aşırı entellik. Çocuk olduğum için tabii ne dert ne tasa, sabahtan akşama kadar kum ve deniz, en güzel tatiller bunlardı. Gözlerimi kapatıp düşününce aklıma söğütlerin hışırtısı, burnuma da Bodrum mandalinalı cin tonik kokusu geliyor. Enteller bunlarla besleniyordu o yıllarda Bodrum'da. Bir de çok uzun kalırdık, herhalde bu yüzden de aklımdan çıkmıyor bu tatiller. Şu yaşımda hâlâ gittiğim yere yerleşmek istiyorum, 2 günlük tatillerden hiçbir şey anlamıyorum. Dinlenemiyorum 2-3 günde, tam tersine, yol gitmek ve dönmek beni bunaltıyor.
Hayatımda bir defa pek tanımadığım insanlarla tatile gittim, korkunç geçmişti. Kötü insanlar değillerdi fakat tatil denen şey, genel olarak hayat, insani barınma koşulları filan gibi konularda beklentilerimiz çok farklıydı. Bu yüzden tatil için yıllardır alıştığım ve uyum sağladığım ve daha önce birlikte tatile gitmişliğim olan bir grup eşim dostumdan başka kimse aklıma gelmiyor.
Kardeşimi çok özledim, iki senedir görmüyoruz birbirimizi, önümüzdeki ay Türkiye'ye gelecek. En çok buna seviniyorum bu aralar. Bu tuhaf yaz mevsimine uyum sağlamaya çalışıyorum. Biraz sardunya filan ektim. İlk doz aşıyı oldum, Avrupa Kupası'nda Almanya'yı tutuyorum.
Suça karışılacaksa Sevda ile karışmak isterim çünkü suça karışılacağı için heyecanlanacağına çok eminim.
Yakalanırsak benden çok daha uzun süre konuşmayacağına, konuşsa bile yanlış yönlendireceğine de eminim. Ve bütün bu süreci filtre kahve peşinde koşup olmadık insanlarla ahbap olarak yaşardı. Biliyorum da yazıyorum bunları, yanlışlıkla suça karışmıştı çünkü bir defasında. Yanlış vizeyle yanlış ülkeye girmeye kalkışınca yanlışlık filan dinlemediler.
"Gideceğim yerde bakmam gereken bir köpek var, köpek evde yalnız, anahtar köşedeki barda, esas siz suç işliyorsunuz!" filan işe yaramamış ahhahha ay yazarken gene sinirlerim bozuldu, paketleyip mülteci merkezi gibi bir yere götürmüşler. Bir şekilde mesaj atmayı başarmıştı. Sonrası işte tarif ettiğim gibi geçmişti. Filtre kahveye ulaşmayı da başardı, İranlı bir şairle arkadaş oldu, bu "J'Accuse!" tavrından da hiç ödün vermedi. Birkaç gün sonra "Allah belasını versin sınırların!" diyerek ama gene de küçük bir duty free alışverişi yapmış olarak geri döndü.
Fotoğrafta doğru vizelerle gittiğimiz doğru ülkedeyiz. 2016 senesi, tam olarak 15 Temmuz darbe girişiminden bir hafta sonrası. Sağda solda otururken Türkçe konuştuğumuzu duyan canım Almancı kızlar ve oğlanlar olan biteni sormuştu. Anlattık şöyle böyle diye, biri kocaman açılmış gözlerle "Geri dönmeyin!" dedi bize. Valla haklıydı prensipte ama döndük tabii. Fakat Sevda'ya "Yakalım mı paşaportları?" diye sorsam o anda çantasından çakmağı çıkarırdı.
Giderken şunu da söylemek istiyorum, dünyayı Almancılığın kurtaracağından bir an bile şüphe duymamıştım. Barbar kocam bugün ilk doz aşıyı oldu, bana da bir "Bunun gerçekten bir sonu var" hissiyatı hasıl oldu. Türeci ve Şahin çiftinin o Time'a kapak olan, Dina Litovsky'nin çektiği fotoğraflarını çerçeveletip eve asacağım.
Bir şarkıyla hatırlanan arkadaş meselesini düşünüyorum iki gündür. Aklıma ya artık hayatta olmayan arkadaşlar geliyor ya da hayatımın korkunç dönemleri ve korkunç insanlar. Ve tabii bolca "Allahım ne gerizekalı bir insanım ben?!"ler ve "Gerçekten tam bir öküzmüşüm ben"ler.
Sonra dün gece bu yandakini gördüm. Valla evet. Güzel şarkılar kötü hatıraların kurbanı oldu. Bu şarkıların büyük bir bölümü de The Smiths ve Morrissey şarkıları ahhahhha ay sinirlerim bozuldu. Hayatımın The Smiths-dominant dönemi, çok talihsiz bir şekilde hayatımın en boktan ruh haliyle aynı döneme denk geldi. Diyeceksiniz ki The Smiths dinleyip mutlu olunur mu zaten? Mutsuz olduğum için dinliyor da değildim, çok mutsuzdum ve sürekli The Smiths çalıyordu.
Uzun uzun yazmıştım hangi şarkı-hangi korkunç insan diye buraya, hayatımın çeşitli dönemleri, sildim hepsini. Çünkü kendimi bir tanesinin annesini stalklarken buldum. Annesi de en az kendi kadar korkunçtu, 21 yaşındaki bana her fırsatta laf sokuyordu, ana-oğul günde 20 kere telefonlaşıp birbirlerine "Seni seviyorum" diyorlardı, gözleri filan doluyordu. Aynı evde yaşıyorlardı üstelik. Anasından da oğlundan da 5 sene sonra kurtulduğumda içi boşalmış bir kabuk haline gelmiştim. 5 sene manipüle etti beni, beni ben yapan ne varsa itinayla kazıdı attı, bütün hayatımı kontrol etti, beni sindirdi. Etrafımda arkadaş bırakmadı, bıraktığı arkadaşlarımı da kontrol etti. Kendi kendime yaptığım, seçtiğim, düşündüğüm, giydiğim, yazdığım her şeyle alay etti. Zaten çok kısa süre içinde kendi fikrim diye bir şey kalmamıştı. 5 sene sonunda da işte perperişan bir kabuk olarak çıktım bu kabusun içinden. Bir süre sağdan soldan saldırdı, az buz da saldırmadı, sonra yok oldu hayatımdan.
Ben bu kabusu düzenli olarak hatırlıyorum. Ama o günümü yiyiyor bunu düşünmek, bugünün de yarısını yedi şimdiden. O yüzden şu anda direksiyonu kırıyorum, U çekerek arkamıza bakmadan uzaklaşıyoruz buradan. Bu insanlara bir saniye daha harcamayalım.
Bu şarkıyı duyunca aklıma 27 yaşında bir ben geliyor, evde kendi kendime dans ediyorum, bir sonraki felakete kadar hiç de fena değilim. Böyle çukurlardan kendimi hep ben çıkardım, çoğu zaman kendi kendimin sabotajcısı olarak faaliyet gösterdim ama işte yardım lazım olunca etrafta benden başka kimse olmuyordu.
Kalktım makyaj yaptım, o arada eve biraz daha kabak-patlıcan-havuç geldi, çarşamba helikopterleri de geldi. Gidiyorum, yaparken öğrenmem gereken bir takım işler var. Öbüyorum.
Benim herhalde en son İzmir'de ergenken vardı arkadaş grubu sayılabilecek bir grup arkadaşım. Zaman zaman bir arkadaşım ya da kocam ve onun başka arkadaşlarıyla kalabalık dışarı çıktığımız oluyordu, geçtiğimiz senelerde, böyle akşamları iyi hatırlamıyorum. Yani detayları pek hatırlamıyorum, hatırladığım şeylerse pek manasız. Galiba bir seferde tek bir kişiye konsantre olabiliyorum. Ayrıca bu kalabalık dışarı çıkmalarda tanıştığım insanların çoğunun da arkasından konuşuyorum. Çünkü o dışarı çıkmalarda konuşma fırsatım olmuyor. Size yemin ederim, son 10 senede bu şehirde tanıştığım insanların %98'i filan sadece kendi konuşmak, konuşmak ve konuşmak istiyor. Bütün masayı bastırıp konuşmak, kendinden bahsetmek, bütün masayı eğitmek istiyor. İnanın hatırlamıyorum bir seferinde de biri elini uzatıp "Merhaba ben bilmem kim" deyip bir küçük sohbet başlatmış olsun.
Belki ben de domuz gibi biriyim, bu da olabilir. Neyse. 8 sene önce binlerce arkadaşımla dışarı çıkmıştık, havada bir umut vardı.
Değişim, adalet, hukuk, eşitlik umudu. İnsan gibi yaşayalım arzusu. Nasıl oldu bilmiyorum, her şeyi de hatırlamıyorum ama işte bir yaz isyan etmiştik, sonrası yokuş aşağı hep, galaktik boyutlarda bir lağım patlamasının içinde yaşıyoruz. Sabah beş dakika gazetelere bakayım dedim, okuduğumu anlamakta güçlük çektiğim yerlere gelmişiz. Bu da benim akıl sağlığımı korumak için bir küçük çabam, sosyal medyaya değil de üç tane gazeteye bakıyorum. Normal bir gün geçirmek için sanırım evin elektriklerini kesmek gerekiyor, sosyal medyadan kaçmak yetmiyor.
Ama o 8 sene önceki hissi hatırlıyorum, taptaze duruyor kalbimde.
Dün akşam kararlar aldım bu hafta için, bakalım ne kadarını hayata geçirebileceğim. Gene inanılmaz saçma ve önemsizlikte çığır açan kararlar. Kafamın içi çöplük gibi, hiçbir şeye doğru dürüst konsantre olamıyorum, 7/24 yorgunum. Dolapta bir adet kabak, bir adet patlıcan ve bir adet de havuç var. Bunların akşam yemeği olma ihtimali de bir başka şalanj. (Bonus olarak iki kilo patates var.) (Hayatta her şey mümkün.)
Okul kelimesi bile bana anksiyete vermeye yetiyor, hiçbir zaman sevmedim okul denen kurumu.
Okuldan bir arkadaş olarak anılmayı sanırım en çok Memo hakediyor, ilkokuldan liseye kadar aynı okula gitmeyi başardık Memo'yla. Aynı mahallede oturuyorduk, 12 sene her gün aynı saatlerde aynı şeyleri yaptık mecburen. Üniversite için o Ankara'ya gitti, ben İzmir'de kaldım.
Feysbuk profiline girip şunu çaldım, aşırı 90'lar vesikalık. Türkiye'de yaşamıyor çok uzun zamandır ama başarabilince hâlâ görüşüyoruz, fotoğraf var mı? Tabii ki yok. Görüşüyoruz dediğim de, en son 12 sene önce filan Ankara'ya gelmişti, ben de yarı delirmiş bir dönemimdeydim. Biraz bira içtik ve ben kafasını ütüledim.
Memo benim kendi kendime edindiğim ilk oğlan çocuğu arkadaşlarımdan, oğlanlarla da arkadaş olunabileceğini sayesinde idrak etmiştim. Hiçbir zaman birbirine yapışık yakın arkadaşlar olmadık ama beni sevdiğini biliyorum, ben de onu seviyorum. Çok nevi şahsına münhasır bir çocuktu, hâlâ öyle. Heavy metal de gene Memo sayesinde hayatıma girdi. Iron Maiden - Fear of the Dark'ı kasete çekip bir sabah servis beklerlen elime tutuşturdu, "Al şunu, biraz iyi müzik dinle lütfen" diye. Herhalde başkası vermiş olsaydı dinlemezdim ama Memo'nun hep ne yaptığını bilir bir hali vardı. O albüm tam benim gibi bir tipi Iron Maiden ile tanıştırma albümüydü, "Ay neler oluyor oha?" diye diye dinledim. Kısa sürede odama posterlerini asmaya başlamıştım.
Şimdi Amerikan dizilerinde filan "nerd" diye gösterdikleri çocuklar gibiydi biraz Memo; bilgisayar oyunu, müzik ve araba tasarımları filan. Gidip hem Çin Dili hem de bilgisayar okudu, Almanca zaten ana dillerinden biriydi, çok acayip işlerde çalışıyor yıllardır.
Bir de Fırat var, ortaokulda kesinlikle arkadaş filan değildik, lisede başka okula geçmişti zaten. En azından bir 25 senedir görmedik birbirimizi. Şimdi Instagram'da "Canım benim kalp kalp kalp", "Evet Fıratçım, allah belasını versin bunların", "Minacım senin beyin kıvrımların hep karamelizeydi zaten ahhaohahha" haline geldik biraz ama yani bunun da bir altyapısı var.
Bahsettiğim okul, Almanca eğitim veren bir anadolu lisesiydi, haftada 3bin saat çeşit çeşit Almanca dersi vardı. Bunlardan birine hayatımda gördüğüm en çapsız öğretmen ve en berbat insan giriyordu. Bir gün dersin orta yerinde kalktı, ön sıralarda oturan kızlardan birinin elinden hart diye bir defter aldı. Ve yüksek sesle okumaya başladı defterden. Meğer kız çaktırmadan günlüğüne yazıyormuş. Kızın günlüğünü bütün sınıfa okumaya başladı herif! Ortaokul öğrencisiyiz, ay düşünebiliyor musunuz kızın neler hissettiğini?! Hangi iki prensip sahibi velet ayağa fırlayıp "Bunu yapamazsınız!" diye itiraz etti herife o 40 kişilik sınıftan?
Eveth. Herif dersten sonra Fırat'la beni sınıfa kapattı, aile terbiyesi almamış olmamızla başlayıp türlü hakaretler ekleyerek tüküre tüküre bağırdı da bağırdı. Akşamına Fırat'ın babası ve annem organize oldular, ertesi sabah okulu bastılar. Okul müdürümüz tatlı bir insandı, bu herifin her gün başka bir sınıfta başka türlü bir halt ettiğini, heriften kurtulmaya çalıştığını ama herifin inanılmaz torpilli olduğunu anlatmış bizimkilere. Velhasıl bu şekilde kurtulamadık bu mahluktan, şu şekilde kurtulduk: yaşasın kuduz ve gözükara liseli abilerimiz ve ablalarımız!
Önce arabasının lastiklerini doğramaya başladılar. Sonra okulun önünde bayağı dövdüler bunu, cam çerçeve indi. Sonra bir gün okula jandarma geldi ve bunu koluna girip götürdü. Asker kaçağıymış. Sıralama böyle olabilir, olmayabilir, çok sene geçti. Ama böyle kurtulduk.
Biz böyle kurtulduk ama eğitim öğretim camiası kurtuldu mu? Hayır. Son baktığımda İzmir'in iyi anadolu liselerinden birinde öğretmendi. Nasıl bir torpildir bu bilmiyorum. Her şeyin üzerine bir de Almanca konuşamadığını eklememe gerek yok sanıyorum.
Fırat'ın bir de beni bir potansiyel şiddet hadisesinden kurtardığı, bayağı sinematografik bir anımız da var. Sonra anlatırım artık. Şimdi gideyim, geri gelince yıllardır görmediğim başka arkadaşlarımdan bahsedeceğim şalanjlarca.
Market siparişi bekliyorum, dün gece yatmadan vermiştim, şimdi baktım da yemek yapmaya yarayacak hiçbir şey almamışım. Kraker filan almışım, limon ve kahve. Bir demet nane. Ayh neyse.
Şalanj olmadan yazmıyorum anlaşılan, SoniPan bir değil iki şalanjla derdime çare olmuş. Şuradan gidip bakabilir, gönlünüzce iştirak edebilirsiniz. Ben arkadaşlı mim ile başlıyorum. Toplam 3 arkadaşım filan var benim, neden başlıyorum inanın bilmiyorum. Kervan yolda düzülür, umarım. Olabilir.
1. Bir çocukluk arkadaşı ile bir anı:
Bu anının kahramanları çocukluk arkadaşım Fahrettin, ben ve Fahrettinlerin evdeki devasa kitaplık. Aslında çok küçüktük, ben yarım yamalak parçalar hatırlıyorum. Fakat yıllardır aile içinde anlatıla anlatıla bitmedi bu hadise. 1980'lerin başlarına dönüyoruz, annem beni de alıp Ayşe Teyze'ye gitmiş. Bu ikisi bir araya gelince zaman ve mekan bükülüyor, o kadar eski arkadaşlar ki bükülüyor yani. Bir an ortalığın feci şekilde sessizleştiğini fark etmişler, "ÇOCUKLAR NE YAPIYOR?!" diye peşimize düşmüşler.
Kitaplıktan evin tuvaletine kadar yol yapmış, kitaplıktan aldığımız kitapları klozetin içinden maşrapa ile aldığımız suyla ıslatmaktaydık sevgili komşular. Yani çok emin olmamakla beraber sebebin şu olduğunu tahmin ediyorum: kağıt ağaçtan yapılıyor, kitaplar kağıttan, o zaman neden kitapları sulamıyoruz?
Günün geri kalanı annem ve Ayşe'nin panik içinde ıslak kitapları kaloriferlerin üzerine dizmesiyle, saç kurutma makinesiyle kurutmaya çalışmasıyla filan geçmişti.
Şuraya bir çocukluk fotoğrafımızı koysam ne hoş olurdu ki yani o tek çocuk, ben ilk çocuk, kıyamet gibi fotoğraf var aslında. Her şey annemlerin evinde.
Ankara'da hava şu anda 15 derece, bulutlu mulutlu. Köpenkler evin çeşitli köşelerinde uyuyor, ben de çalışayım biraz. Öbtüm.
Saat 08:30 gibi Kudi'yle terasta dikilmiş bomboş sokağı seyretmekteydik ki simitçi abi belirdi. Abi jilet gibi ütülü kumaş pantolunu ve açık mavi kısa kollu gömleğiyle yavaş yavaş ilerlerken düşündüm, yaptığım herhangi bir işi bu kadar ciddiye alsaydım acaba hayatım şu andakinden başka türlü olur muydu? O arada sabah yürüyüşüne çıkmış sportmen bir kız durup iki simit aldı. Sabah 08:30'da yürüyüşe çıkacak kadar disiplinli biri de olmadım hiç.
Sonra simitçi abi kafasını kaldırdı, göz göze geldik. "Hemen geliyorum!" diye sesleniverdim. Simit almak gibi bir niyetim yoktu ama artık göz göze gelinmiş, simit almamak gibi bir ihtimal söz konusu değil. Neyse, koşarak indim, günaydınlaştık ve bayramlaştık. Eve girdiğimde köpenkler beni 3 senelik bir dünya turundan dönmüşüm gibi coşkuyla karşıladı.
Şalanjı bitirivereyim.
17. Kalbini kıran bir şarkı:
Eskisi gibi kalbim kırılmıyor şarkılara ama bir grup şarkı var ki hayatımdan çıkardım, hiç var olmamışlar gibi. Aşağı yukarı 2005-2010 arası hem hayatımın en çok müzik dinlediğim dönemi olabilir hem de sabah akşam ağlıyordum. Buralardan değil de biraz daha eskice bir şarkı şaapayım. Orijinali de mahvetmişti beni, bu cover hali Johnny Cash sayesinde herhalde, iki kat kırmıştı kalbimi.
Ohhh allahım sabah sabah :/
18. Sesine hayran olduğunuz sanatçıdan bir şarkı:
Bilmiyorum belki de o Bohemian Rhapsody filminden çok feci tiksindiğim için, yeniden doğru dürüst Freddie Mercury dinlemeye başladım. Umarım genç kuşaklar Freddie'yi o filmdeki canavar dişli şaşkın güdük olarak hatırlamazlar. Ama olan oldu herhalde, benim kuşağım da Oliver Stone'un The Doors filmi yüzünden Val Kilmer'ı Jim Morrison'dan ayıramıyor.
Ben aslında ergenliğimden beri daha blues'umsu erkek vokalleri beğeniyorum, üç şişe bourbon ve iki paket sigara içip sahneye çıkmış gibi. Ne bileyim, biraz Glenn Hughes gibi mesela:
Valla bu son bir senede o kadar çok dinledik ki rakçı gibi yaşlanan rakçı motifi inanılmaz nüfuz etti hayatımıza. O morötesi beyaz porselen dişler, o boyalı saçlar filan. "E iyi ya böyle de olabiliyor, biz de böyle yaşlanalım!" diyoruz kocamla birbirimize. Benim moda anlayışım da zaten aynen bu.
Tabii bir de bu dünyadan Aretha Franklin geçti.
19. Çocukluğunuzdan hatırladığınız bir şarkı:
1980'de 1 yaşındaydım ben ama şarkının üzerimdeki etkisi uzun sürmüş anlaşılan. Keşke unutabilsem, unutamıyorum da şarkıyı.
20. Sizi hatırlatan bir şarkı:
Hemen iki kişilik dev bir anket düzenledim.
Bence çok açıklayıcı oldu.
Bugün de pazar değilmiş, aklımı kaçıracağım, her gün pazar günü gibi ama hiçbiri pazar değil. (A aa, inat edip koymadığım bir şarkı hortlayıverdi ahhahha!) Öbtüm, gittim.
Valla şarkı aslında "her gülün dikeni, her gecenin bir sabahı var" filan diye gidiyor, bir derinliği olduğunu iddia edemiyorum haliyle. İçeriğinden bağımsız, köklerini çoktan toza dönüşmüş yıllara, yerlere ve artık yaşamayan bir arkadaşa bağlamış bir şarkı. İnsan bazı kayıplarla barışıp hayatına devam edebiliyor, bazı boşluklarsa sızım sızım sızlamaya devam ediyor, ne tuhaf.
14. Herkesin dinlemesi gerektiğini düşündüğünüz bir şarkı:
15. Bugün hala bir arada olmasını arzu ettiğiniz gruptan bir şarkı:
Stone Temple Pilots olur, Velvet Revolver olur, keşke yaşıyor olsaydı Scott Weiland. 15 yaşımda sevdim, sonra bir daha hiç ayrılmadık. Ne güzel dans ederdi. Bu videonun da sesi mesi pek iyi değil ama 1:55 civarında sahneye pembe bir don uçuyor. Bir de Weiland'ın nispeten iyice göründüğü bir konser, zayıf ama çok korkunç değil, yorgun ama neler gördük, bu yine iyiymiş. Ayrıca bu siyah pantolonuna tuhaf bir sevgi besliyorum, en sevdiğim pantolon kesimlerinden biri.
16. Aşık olma hissi uyandıran bir şarkı:
Mutlu aşk yoktur konusunda hemfikir miyiz? Hemfikir olduğumuzu varsayarak devam ediyorum. Bu şarkıyı pandeminin ortalarında yeniden keşfettim. Mutfakta bir yandan yemek yapıp bir yandan rastgele bir liste dinliyordum. Tabureye oturup elimde yemek kaşığıyla kalakaldım, ne biçim söz yazmak bu?
Mücver yapmaya gidiyorum. Çünkü o dolapta sürünen iki adet kabak bana huzur vermiyor.
İyi bayramlar komşular. Bu konu hakkında söyleyecek daha fazla bir şey gelmiyor aklıma. Daha ziyade su mu söyleseydim, sucu ne gün açık, köpeklerin maması var mı filan gibi şeyler aklımda. Neyse, gün içinde böyle kendimi bunaltmaya başladığımda kalkıp yarım saat egzersiz yapıyorum. Yarım saat egzersiz yapıp tazelenecek biri değilim, insanlıktan çıkıyorum o yarım saatte. Sonra yıkanıp giyinince kendime geliyorum, kafam dağılmış oluyor, belim ağrımıyor. Elimden gelen bu, iyi kötü sürdürebildiğim bir bu var.
Şalanja atlayayım.
9. Düğününde çalınmasını istediğin bir şarkı:
Umarım bir daha evlenmem gerekmez. Düğün deyince aklıma şu geldi, düğün gibi düğün, olsa da gitsem:
10. Yeniden yorumlanan (cover) bir şarkı:
Çok seviyorum cover şarkıları. Eskice bir Miley Cyrus koyayım, orijinalinden daha çok dinledim bunu.
11. En sevdiğin klasik müzik parçalarından bir tane seç:
O dönemde yaşamış olsam yer silip çamaşır yıkamaktan, 12 çocuk doğurmaktan ve çürük diş iltihabından 21 yaşında ölmeyecekmişim gibi gene Barok öveceğim yere geldik ama günün yarısından çoğu ben saçma sapan şeylerle uğraşırken geçti. Masan kalkmak istiyorum artık. Monteverdi'nin meşhur ağıtlarından koyayım, pandemi versiyonu hem:
12. Karaokede biriyle düet yapmaktan hoşlandığın bir şarkı:
Hiç karaoke yapmadım fakat evde uzaktan kumandayı mikrofon gibi tutup salonun ortasına fırladığım çok oluyor. Bir senedir evde kendi kendimize eğleniyoruz, benim aklıma nasıl gelmedi bir ev karaoke tertibatı kurmak?
Düet düşününce aklıma sadece bu geldi, George Michael kısımlarını rahatlıkla söylerim. Yani dinleyene eziyet olur tabii, sözleri hala hatırlıyorum demek istedim.
Yemek yapmam lazım, keşke bu kadar sık yemek yemek zorunda olmasak. Gerçekten içim öldü artık. Hızlıca cevap yazıp gidiyorum.
5. Sende dans etme hissi uyandıran bir şarkı:
Daha o ilk notalarda yerimden fırlıyorum. Bu hep böyle değildi, pandemide oldu. Bu Maui konseriyle ilgili ne bulduysak aldık, durmaksızın çalıyor evin içinde. Dans eden kızlardan da bütün figürleri kaptım. Bilhassa bu şarkıyla ilgili sadece şöyle bir şikayetim var; ben yatmışsam ve kocam dinlemeye devam ediyorsa, sesi ne kadar kısarsa kıssın baslar akciğerlerimde zonkluyor. Bizim evin akustiği mi, kayıtla ilgili bir şey mi bilmiyorum. Sadece baslar, yatakta yatmakta olan benim akciğerlerimi titretiyor. Dolayısıyla şarkının baslarına çok hakimim, içime işledi çünkü meh meh meh.
6. Yolda giderken dinlenesi bir şarkı:
David Coverdale'i de taaa ergenliğimden beri ne severdim, yeniden kavuştuk bu son bir senede. Instagram'dan takip ediyorum, her sabah kalktığında günaydın, her gece yatarken iyi geceler fotoğrafı koyuyor. Hepsini layklıyorum. Gençliğini zaten beğenirdim, valla porselen dişli yaşlılığına da hisler besliyorum.
7. Dinlemekten usanmadığın bir şarkı:
Fırına çeşitli şeyler fırlatıp geri geldim. Dün yorumlarda sohbet ederken "sevdiği ünlüyü görünce utananlar" kategorisine girdiğimizden bahsetmiştik. Ben şu izleyiciler içinde olsam herhalde önce ayak bileğini ısırmaya kalkışır, sonra da sahneye kusar ve bayılırdım. Ki bundan da daha önce bahsetmiştik.
Bu potpuriyi izlemeye de dinlemeye de doyamıyorum.
Bir gün geriden geliyorum, neyse artık. İlk aklıma gelen şarkıları yazacağım, bam bam bam.
1. Başlığında renk geçen sevdiğin bir şarkı:
Barbar kocamla yine yine yine müzik yüzünden kavga ettiğim akşamlardan birinde fark ettim ki Bono'yu affetmişim. Hıyarlığını, yarımgötlü aktivistliğini, durmaksızın vaaz veriyor olmasını ve siyasal islamla yanak yanağa fotoğraflar çektirmiş olmasını filan bağrıma bastım. Bu da böyle bir adam, naapalım. Tamamen çıkaramıyorum da hayatımdan. Ve yani U2 kadar dikkatle takip ettiğim başka bir grup olmadı. İlk televizyon kayıtlarından birini bulup seyrettik bir akşam, bütün grup sahnede çalmaya başladı, Bono yok. Kocam "A aa, nerede Bono?" diye sordu, "Ay şimdi gelir köşeden koşarak, dramatik giriş" deyiverdim hiç düşünmeden. Çünkü bilmesem de biliyorum, yılların tecrübesi. Köşeden koşarak geldi.
Bir akşam ne yapacağımızı bilemeyip baştan sona bir U2 konseri seyrettik, bitince kocam azarladı "BÜTÜN ŞARKILARI EZBERE SÖYLEDİN? NE GEREK VAR GERÇEKTEN BU TAVIRLARA?" diye. Bu kan davasını böylece sonlandırdım, üzerimden bir yük kalktı.
2. Başlığında rakam bulunan şarkı:
Pandemi boyunca eskilere, daha eskilere, daha da eskilere döndük.
3. Sana yaz dönemini hatırlatan bir şarkı:
Toto'yu hatırlıyor musunuz? Kocam çok büyük hayranı grubun, Toto hayatımıza pandemi yüzünden girmedi, zaten hiç çıkmamıştı. Fakat vesile oldu, online konserlerine bilet aldık. Konser sonrası Steve Lukather ve Joseph Williams ile 5 dakikalık Zoom yapma imkanı vardı, ona da bilet aldık. Kocamın baygınlık geçireceğinden korkuyordum, neyse ki bayılmadan hislerini anlattı Steve Bey'e; "YOU ARE A LEGEND!!!"
Grup üyelerinin bile "Valla bize de bir manası varmış gibi gelmiyor, zaten hiçbirimiz Afrika'yı görmüş değiliz" diye arkasından konuştuğu, daha 80'ler olunması imkansız Africa. Vokalde David Paich var:
4. Gürültülü dinlenmesi gereken bir şarkı:
Ben de o arada 80'ler heavy metalini ne kadar sevdiğimi hatırladım. Bilmiyorum Dio'dan daha muazzam bir vokal gördü mü heavy metal müzik. Sanmıyorum.
Dio deyince aklıma geldi, son zamanlarda en anlamadığım şeylerden biri bu Youtube'u sarmış olan "reaction" ve "analiz" videoları. Ronnie James Dio'lu bir tanesine denk gelip seyrettim, şöyle sahneler:
Kız kim en ufak bir fikrim yok, sanırım opera eğitimi filan almış, oturup böyle videolar çekiyor. Şok üstüne şok geçiriyor. Şok geçirmeleri de alabildiğine sahte zaten. Yorum bırakmayı düşündüm; bacım sen kimsin, senin fikrinin neden önemi olsun? Muhteşem bir vokal olmasıyla dünya çapında meşhur birinin senden onay alması kadar lüzumsuz bir şey olabilir mi? "Vibratosunu nasıl kullanması gerektiğini çok iyi biliyor", ay yapma ya, gerçekten mi? "Bu çok akılda kalıcı bir gitar riff'i", Ritchie Blackmore olduğu için olmasın?
Bundan daha saçması da "iki ergen hayatlarında ilk defa Queen dinliyor" videoları. Batı kültürü içine doğup öyle büyümüş ergenlerin hiç Queen duymamış olması bana inandırıcı gelmiyor. Ve tabii gene, iki rastgele ergenin fikriyle neden ilgilenmemiz gerekiyor hiç anlamıyorum. Bunları anlatınca bana "Bırak gençler eğlensin, sana ne!" dediler. Sonra aklıma bir blogum olduğu geldi. Niye açmıştım di mi ben bu blogu. Eveth.
Yarın geri gelip gene müzikten bahsedeceğim, umarım daha az sinir saçarak. (Gözlerimi devirdim.)
Dört günlük sokağa çıkmama şeysi boyunca aydınlanmalar yaşadım. Mesela neden devamlı aklıma kazı anılarının geldiğini anladım. Evin etrafındaki inşaatlar yüzünden. Çalışma temposu ve çalışma şartları çok da farklı değil. Bazen cumartesi akşamüstleri mangal yapıyorlar, o mangallar da benziyor. Elçilik inşaatındaki oğlanları el arabasına kömür doldurup üzerine ızgara yerleştirirken gördüm geçen hafta. Hiç aklımıza gelmedi kazılarda, halbuki ne süper fikirmiş.
Neyse yani, kazma kürek el arabası, çay molaları, o 10 kişinin ortak kullandığı 3 su bardağı filan ortalama bir kazı ambiyansını hatırlatıyor bana. Biraz yaşlanınca kendime su matarası almayı akıl ettim tabii. Ama sabahın 5'inde matarayı unutup araziye çıkınca mecbur ağzını dayıyorsun ilk bulduğun pet şişeye, rüzgarda uçup gitmiş bir zavallı plastik maşrapaya filan.
Arazi fotoğrafı koyayım, 8 Ağustos 2011'miş, adeta bir Barok tablo:
Evimize en yapışık inşaatta zurnanın zırt, davulun bodonk, köpeğin hav dediği yere geldik.
O çizdiğim yeşil hattan yukarıya çıkacak mı inşaat? Normal şartlarda çıkmaması lazım, halihazırda eskisinden daha yüksek şu hali. Eskileri yıkıp yenileri çaktırmadan 1-1,5 kat daha yüksek yapıyorlar. Bizimki gibi eski apartmanlar bir beton ormanının içine gömülüyor.
Kırmızı okla gösterdiğim iki bacanın arasından günbatımını seyrediyoruz biz, elimizde bir o kaldı. Çünkü fotoğrafta gördüğünüz bütün çatılar, yıkılıp yeniden inşa edilmiş binaların çatıları. Yıllar önce Anıtkabir'i filan görürdük, ne göreceksiniz zaten Ankara'da başka ama onu da göremez olduk.
Geçen gün abilere sorduk, "Korkmayın, korkmayın! Daha yükselmeyecek, bu kat teras katı, üçgen çatı yapacağız!" dediler. Valla korkuyorum. Arka bahçeyi de yedikleri için bina gelip bize yapıştı, bir de konut olacakmış. Durduk yere kim gelip salonumuzun içine girecek bilmiyoruz.
Yaşadığım diğer aydınlanmalar çoğunlukla kocamla ilgiliydi. Bakkaldan vermeye çalıştığı dünya saçması sipariş, pantolon cebinde unutulmuş bir paket sigaranın 60 derecede 2 saat yıkanması, bir çiğ köfte yapma girişimi, bir yarım kalacağı başlarken belli olan cam silme macerası ve geride kalan kirli su dolu kova. Görüntülü konuştuğu 5 arkadaşından birinin 3 haftadır konuşmalara dahil olmakta ısrarcı, tiz ve gevşek sesli beyinsiz kız arkadaşı.
Müzikli şalanjı bitirevereyim gitmeden. Şu an nasıl hissettiğimi anlatan bir şarkı:
Eskiden nefret ettiğim ama şimdi sevdiğim bir şarkı kategorisi için gene barbar kocama teşekkür etmem gerekiyor. Normal teşekkür, sarkastik teşekkür, emin değilim şu anda. 10 senedir evde maruz kaldığım 70'ler-80'ler korkunç rak müzik fırtınasının tabii bazı sonuçları olacaktı.
Bu kabarık saçlı ve kırmızı taytlı adamları göre göre alıştım sonunda, sonra da merak etmeye başladım. Oturup okudum, röportajlarını seyrettim filan. Böyle böyle bazılarını diğerlerinden ayırdım. Ayırdıklarımdan biri Tom Keifer, ay herhalde 80'lerin o çok saçlı grup elemanları içinde Tom Keifer'dan yakışıklı/güzeli yok. Çok karakteristik, çok beğendiğim bir vokal Tom Bey. Cinderella tabii çok meşhur grup, kızlar kendilerini paralıyorlar filan ama sonra dramlar dramlar, çıkmayan sesler, ameliyat üstüne ameliyat, türlü felaket.
Şu 1989 Moskova Barış Festivali performansını koyayım, o üstündeki ceketi bulsam ne giyerim şimdi. Diskoya bara da giyerim, markete de giyerim, hiç çıkarmam üzerimden:
Romantik bir buluşmada çalınacak şarkı için kendimi zorlamam gerekiyor şu anda zira ne romantizm ne de buluşma var bugünlerde. Konsere götürülsem mesela, çok memnun olurdum. Slash'in yanına Myles Kennedy'i alıp çıktığı turnenin İstanbul konserine barbar kocamla gitmiştik, ikimizin de memnun kaldığı ender konserlerdendi. Çünkü normalde birimiz mutlu olsun diye diğerimiz acı çekiyor. İstanbul'dan güzel kayıt bulamadım, şunu koyuyorum:
Myles Kennedy de kocam sayesinde farkedip çok sevdiğim bir başka vokal, efendi bir insan.
Geldik son soruya, paylaşmak istediğim bir şarkı. Hazır yukarıda Tom Keifer övmüşken, geçen sene çıkardığı solo albümden şunu bırakayım:
O 1989 Moskova konseriyle bu video arasında 30 sene var, o elf gibi çocuk tabii tarih oldu. Kocam çok üzüldü bu halini görünce, hemen zalim yıllar diye dizlerini dövmeye başladı. Ben üzülmedim, ses var, cayır cayır gitar var. Adam 60 yaşında ve "Sonum senin elinden olmayacak" diye bağırıyor, daha ne istiyoruz?
Ohh valla iyi geldi bangır gümbür müzik. Yazıyı yollayayım, sesi biraz daha açayım, günün geri kalanında bir mana arayayım. Öbtüm.
Bir-iki hafta önce bir gece çeşitli duygularla dolup taşarak anneme MUBİ üyeliği hediye ettim. Bir senelik üyelik, çok coşmuştum. Sonra annemi aradım, "Şimdi sana bir email gelecek, onu şaapıcaz, sonra sen istediğin kadar sanat filmi seyredeceksin aypedinden" dedim.
Şaapamadık. O gece pes ettim, ertesi gün gene denedim, olmuyor. Telefonundan görüntülü aradım, telefondan aypedin ekranını görebileyim diye, bir işe yaramadı çünkü kıpır kıpır kıpır. Çünkü kedi atlıyor, köpek gelip kafasını koyuyor. Çünkü bunalıyor ve aypede küfrediyor, bana bağırıyor. MUBİ uygulaması indiremiyor çünkü Apple şifresini hatırlamıyor, aklıma gelen bütün şifreleri söyledim, olmadı. Çünkü allah bilir bana "TAMAM YAPTIM BÜYÜK HARF!" diyor ama yapmıyor. En sonunda "Bu hediye kodu kullanılmıştır" diye uyarı çıktı ekranına, telefonu çot diye kapattı, ben de gidip şarap açtım.
Sonra MUBİ'ye email attım, böyle böyle oldu, ben bu 65+ bireye uzaktan yaptıramadım, iptal edebilir miyiz bu hediyeyi yazdım. Pek tatlı yardımcı oldular, "Biz buradan açtık üyeliğini, bir bakın şimdi oldu mu" diye. Korka korka bir daha aradım annemi, gene bir yere varamadık, beni ne görmek ne de sesimi duymak istiyordu. Külliyen vazgeçtim uğraşmaktan, annemden özür diledim. Urla'ya gidebildiğim zaman hallederim artık diye düşündüm. Sonra şu oldu:
En ufak bir fikrim yok nasıl oluyor bu, bilmek de istemiyorum, yeter ki her gün bir film izleyebilsin.
Sabahları sağdan soldan haberler okuyup kocama anlatıyorum, bu sabah BBC'de gördüm, aile hekimleri Ocak ayından beri geçmeyen ateş ve öksürük şikayetleriyle karşılaştıklarını söylemişler. Hemen yetiştirdim, "Ay çok isterdin di mi Ocak'ta başlamış olsun salgın?" dedi. Valla çok isterdim çünkü biz yerlere yapışmıştık o ay.
Yılbaşını geçirelim diye Sevda'yı da alıp Urla'ya gitmiştik. Bayağı da uzun kaldık, Sevda bir grip oldu ki Urla'da, akıl alacak gibi değildi. Odasına kapatıp kapının önüne yemek filan bıraktık, sabahlara kadar öksürük, deli gibi ateşle yattı. Kendine gelir gibi oluyordu, ertesi gün yataktan çıkamıyordu. O halde arabaya tıkıp Ankara'ya döndük, sonra teker teker hepimiz hastalandık. Herkes hastalandı istisnasız, bütün ayı hasta geçirdik.
"Ocak'ta başlamış olsaydı insanlar ölmez miydi, birileri uyanmaz mıydı duruma?" dedi barbar kocam, haklı. Çok uzun bir süreç bu salgın süreci, insanı her taraftan zorluyor; insan endişeler içinde umuyor ki geçirmiş olsun, kurtulmuş olsun. Gerçi Mart'ın ilk pazar günü Ankara Kitap Fuarı'na, ikinci pazar günü de kentin iki ucundaki iki ayrı grossmarkete giderek elimizden geleni yaptık, bilmiyorum.
Müzikli şalanj kapsamında önce farklı dilde bir şarkı bırakıyorum buraya. Dino Beyciğim ve canım Hari Mata Hari (beyaz takımıyla belirecek, ay sesi çok güzel Hari Bey'in) taşına toprağına kurban olduğum Sarajevo sokaklarından sesleniyorlar, "İnşallah" diyorlar:
Gerçi şarkı biraz Sarajevo'ya sıkışmış olmak hakkında ama videoda hava hiç öyle değil. Ohhh allahım o kadar özledim ki, bir şehir bu kadar özlenebilir. Hayat normale dönünce yapılacak şeyler 4: Sarajevo'ya git.
Uyumama yardımcı olan bir şarkı maddesinde şiştim, öyle bir alışkanlığım yok. Uyumak için bir şey dinleyecek olsam herhalde deniz sesi, cırcır böcekleri, yağmur filan gibi bir şeyler bulur dinlerdim. Lisedeyken Enya dinlerdim, çok severdim. Herhalde Enya dinleye dinleye uyumuşluğum vardır:
Gideyim biraz mekik çekeyim, dambıl kaldırıp indireyim. Barbar kocam çeviri yollayacakmış, günün kalanı da öyle geçecek anlaşılan. İyi misiniz, naapıyorsunuz?
Ne yaptığını bildiğini hiç sanmıyorum; sinir içinde dal kesiyordu, gübre döküyordu, yanaşıp bir şey de diyemedim. Umarım canına kastetmemiştir gariban bitkilerimizin.
Ben de akşamsefası tohumlarını ektim. Bir paket de petunya tohumu buldum çekmecede, şu yapımarketlerde filan satılanlardan. Onları da ektim, bilmiyorum çıkar mı. Başka bir boş saksıya da arpa ektim, köpenkler arada yiyiyor. Toprak bitti bunları yapınca, aslında tam bu aralar seraya gidip çiçek ve toprak alırdık her sene. Bu sene elimizdekilerle idare edeceğiz.
Patatesi ve sardunyayı terasa çıkardım ama şüpheler içindeyim, belki de erken daha. Domates ve biber ekeyim diye heyecanlandım, geç kalmışım. Geçen ay çimlendirmeye başlamam lazımdı evin içinde. Gene de içimden "Ay belki olur?!" diye biber ekmek geçiyor, bunu bir düşüneyim.
Benim gariban çabalarım bir yana, memleketimizde bir Çiftçiler Sendikası varmış. Sabah internetlerde dolanırken rastladım, 17 Nisan Dünya Çiftçilerinin Mücadele Günü vesilesiyle bir mektup yayınlamışlar. Mektup şurada. Büyük şirketlere ve zincir marketlere karşı yerel köylü kooperatiflerini, küçük üreticiyi, komşumuzu ve yerel tohumları desteklemeye çağıran mektup, "Toprak, Onur, Yaşam!" diye bitiyor. Gerçekten topraktan ve sudan daha önemli bir meselemiz yok bence de.
Bir arkadaşım şunu paylaşmış:
Ay çok da severim, acayip eski arkadaşım, nasıl güzel dans eder, şu anda görsem Dirty Dancing usulü koşarak atlarım, havada tutar. Fakat külliyen yalan şu paylaştığı şey.
Hiçbir şey durmadı, tüketim tam gaz devam ediyor, normale filan dönmedik. Tam tersi normalden gittikçe uzaklaşıyoruz. Bütün lüzumsuz tüketimimiz kargo çalışanlarının, Getirci ve Bana Bi'ci kurye çocukların üzerine çökmüş vaziyette. Evden çıkmayan kesim alıştığı gibi yaşamaya devam edebilsin diye daha çeşit çeşir Getir Metir çıkacak ortaya. Kapitalizm çünkü, yeter ki biz para harcayalım. O avmleri yarın açsalar tıklım tıklım dolar hepsi, allahaşkına dolmaz mı?
Ama işte oturup düşünmek için bir fırsat bu. En azından çocuklarımıza bir şey anlatmak için bir fırsat. Ada'ya (kendim doğurmuş olsam bu kadar sevmeyebilirdim, yakın arkadaşımın kızı) daha ilk günlerde anlattık, sen evdesin ama çalışanlar var, bir düşün gerçekten neye ihtiyacın var diye. Eşya taşımaktan canı çıkmış bir kargo çalışanını görüp de anlamasına gerek kalmadı, anladı ne dediğimizi. Şimdi can sıkıntısından her gün online alışveriş yapan sınıf arkadaşlarını dehşetle izliyor. Bizimki de gayet giyinsin etsin, makyaj malzemesi alsın, dışarı çıksın filan bir kız çocuğu. Üstelik hiçbirimizden korktuğu da yok, biz başardıysak herkes başarabilir. En son alabaş turp almak için çıktı dışarı ahhahhha ay allahım, Zara'dan kurtardık ama nasıl oldu bilmiyorum turp hayatının başköşesine oturdu çocuğun.
Hazır buralara gelmişken iki şey soracağım. Ayrancı-Cinnah-Tunalı civarında gidip alacağım ya da kendileri eve giderken bize de bırakacak kahveci var mı bildiğiniz? Çekirdek kahve, herhangi bir tür olur. Yeter ki kargoya vermesinler.
İkinci soru da bunun aynısı ama sebze, meyve ve süt ürünleri için. İstanbul civarındaki bazı çiftlikler gibi tarikata dönüşmemiş, makul fiyatlı, gerçekten kendi ekip biçen küçük üretici biliyor musunuz Ankara'da?
Ne zamandır Mansur Bey'den bahsetmedik, Mansur Bey'den bahsedeyim çünkü Mansur Bey ne yapması gerektiğini biliyor:
Ankara'da oturuyorsunuz ve çölyaklı mısınız? Onu da düşünüyor:
Müzikli şalanjın dünkü ve bugünkü maddelerini de yapıvereyim. Sahilde dinlenecek bir şarkıya tabii ki Akdeniz Akşamları yazmak istiyorum ama Saçaklı yazdı geçenlerde, o yüzden ikinci tercihimi bırakıyorum:
İç Anadolu'da yaşıyoruz, sahil filan gördüğümüz yok. Bana daha ziyade yaz akşamüstlerini hatırlatıyor Kokomo. Terası yıkamışız, parmak arası terlikler, masaya sürahiyle içecek taşıyorum, bardaklara kağıt şemsiye sokuşturuyorum, güneş kıpkırmızı batıyor.
Bütün gün aklıma takılan bir şarkı. Sabah uyanır uyanmaz kafamda çalmaya başlayan ve bütün gün kurtulamadığım bir grup şarkı var, biri şu:
Bir diğeri de şu:
İzzet Altınmeşe'yi de seviyorum ama bunu Grup Yorum daha güzel icra ediyor.
Özgür şarkılar ve özgür topraklar dileğiyle olduğum yerde tek kişilik küçük bir halaya giriyorum, çabucak öberek gidiyorum.
Kuş sesleri geliyor dışarıdan, başka da bir ses gelmiyor. Terasa çıkıp dolandım, komşuların bir kısmı teras ve balkon yıkamaya girişmiş, hava güneşli bugün. Ben de tohum biriktirdiğim kavanozu çıkaracağım, biraz akşamsefası filan olması lazım, ekmeye başlayayım yavaş yavaş.
Saksağanların bizim terasta bir zulası olduğundan şüpheleniyordum. Çünkü hem zırdeli bu kuşlar hem de bazen Kudi ağzında bir adet cevizle salona giriyor. Kendi kendine ceviz avlamasına imkan yok, saksağanların sakladığı yerden çalıyordur diye tahmin ediyordum. Geçen gün nihayet gözlerimle gördüm; bir saksağan, getirdiği yer fıstığını büyük saksılardan birinin içine, yaprakların arasına sokuşturuyordu, diğer bir saksağan da balkon demirine konmuş gözcülük yapıyordu.
Ben kuş olsam, iki tane ayımsı köpeğin yaşadığı bir terasta gıda biriktirmem ama saksağanlar bence biraz da işin heyecanını seviyor. Köpeklerin anında görebileceği ama asla ulaşamayacağı yerlere konuyorlar, dakikalarca laf atıyorlar, bizimkiler akıllarını kaçırıyor HAVHOAV diye. Saksağanlar insan olsa, yol kesip haraç toplarlarmış, sonra siz kaçarken arkanızdan kahkaha atarlarmış gibime geliyor.
Twitter'da leylekler geldi mi, Yaren ne oldu diye bakınırken Alper Tüydeş'i bulup takip etmeye başlamıştım bir süre önce. O kadar güzel kuş fotoğrafları koyuyor ki anlatamam. Bazı kuşları hayatımda ilk defa görüyorum. Gerçi nerede göreceğim bu kuşları, apartmanda oturan insanım, yerimden kıpırdamıyorum. Neyse, Alper Bey yerinden kıpırdıyor allahtan.
Sorsalar, herhalde Karayipler'de filan yaşıyordur derdim, meğer Samsun Kızılırmak Deltası'ymış. Saz horozuymuş, çok ürkekmiş, görüp fotoğrafını çekmek zormuş.
Sam Neill'i sever misiniz? Ay ben çok seviyorum, dizilerde filmlerde görünce seviniyorum, sanki aileden biri gibi. Küçük video çekmiş, şarkılı:
Müzikli şalanja atlayıvereyim, gecenin üçünde dinlediğim bir şarkı. Valla uzun zamandır dertli gece üç müzik dinlemeleri yaşamıyorum, feci şekilde uyuyor oluyorum o saatlerde. Eskiden şunu dinlerdim, allah düşürmesin yeniden oralara. Ama çok güzel şarkıdır:
Madem Michael Stipe'ı gördük, adı uzun olan şarkı için de şunu bırakayım, It's The End Of The World As We Know It (And I Feel Fine), hem manidar:
Urla'da enginar çılgınlığı başlamış, yani normalde bu ara enginar çılgınlığının başlaması lazımdı. Belediye bandosu biraz sokaklarda dolaşmış, enginar dağıtmışlar kapıya çıkanlara ve sepet sallayanlara. Enginar Festivali kalabalığından susmamacasına şikayet ettim hep, şu anda burnumda tütüyor o manyaklık.
Hayat normale dönünce yapılacak şeyler 3: Urla'da Ömre Bedel Lokantası'nda Ömür Hanım o gün ne pişirdiyse yemek, İrmik Hanım Patisserie'den lavantalı ve keçi sütlü dondurma alıp annemlerin bahçede yemek, adını bir türlü aklımda tutamadığım eski taş evden bozma barın açık avlusunda espresso martini içmek.
Gideyim kitap okuyayım, aklıma başka yapacak bir şey gelmiyor. Naapıyosunuz, iyi misiniz?
Hava parçalı bulutlu ve serin, köpenkler uyuyor, inşaatlar devam ediyor, annemler sanalmarket bekliyor. Evi turladım, enteresan bir şey yoktu.
Kek yapıp fırına attım. Çünkü sanırım kocamın beyni bir tür kıtlık alarmı veriyor, sipariş etmeye çalıştığı lüzumsuz gıdalar yüzünden kavga çıkaracağıma kek yapayım dedim. Belki tezgahta kek görünce sakinleşir. Menfi ya da müspet bir netice alınca da makaleme başlayacağım, "Karantinada Kötü Fikirler; Partnerinizi Damar Tıkanıklığına Doğru İtmenin Çeşitli Yolları", parasını verir bastırırım, biraz birikmişim var.
Her kek, damar tıkanıklığına itmiyor tabii, kek de hayatın bir parçası. Bunların ailede (Ay bir anda annem oluverdim, "bunların aile") kalp-damar rahatsızlıkları var, diabet var. Sizde hiçbir şey yok mu diye sorabilirsiniz. Var. Ama kekli bir şey değil, keksiz bir şey.
Kitap Eki Dergisi almaya başlamıştım, ilgiyle de okuyordum her sayısını. Son iki sayıyı sipariş edemeden corona patlak verdi. Dün bir baktım ki e-dergi olarak alabiliyormuşuz. Şuradan satın alıverdim, çok sevindim bu işe. Güzel polisiye keşfettim Kitap Eki sayesinde, bir ara yazacağım.
Ay bir türlü bitirip yollayamıyorum, saatler geçti, hava açtı filan o arada. Artık gideyim, bir yere varacağım yok.
Müzikli şalanj kapsamında adı akronim olan bir şarkı yazılacak bugün; önce akronim tam olarak neydi diye gugılladım, sonra da dişime göre bir şarkı aradım. Buldum:
Hazır buralara kadar gelmişken bir de aklıma şu geldi, sabahlara kadar dinlediğim bir albümdü bu:
Hayyt son dakikada yetiştim! Temizlik yaptım bir miktar, kuru fasulye pişiriyorum filan, bunlar bütün günü yedi.
Arayı açmayayım, bana birini hatırlatan şarkı paylaşacağım. Ama önce kendime sormak istiyorum, kimi hatırlamak istiyorum bu saçma çarşamba günü? Çünkü çok şarkı var, çok insan ve çok zaman var.
Bir on dakika kadar camdan dışarı baktıktan sonra bana Cemil'i hatırlatan şu şarkıyı bırakıveriyorum:
Cemil kahverengi gözlü bir kız değildi, ben de değilim. Neden bilmiyorum beni görünce bunu çalardı. Alsancak'ta, sanırım esasında sağlık çalışanlarının takıldığı bir barda bara bakardı, Acil'di barın adı. Cemil sadece barmen değildi, bir insan ne kadar çok şey olabilirse o kadar çok şeydi. Herkesle ahbap, herkesin tanıdığı, herkesin tanıdığına çok sevindiği, son derece nevi şahsına münhasır, uzun boylu ve bisikletli ve çok sakallı ama kel bir Cemil'di.
Bazı insanlara doğru çekilirsiniz, bazı insanlarla ne zaman arkadaş olduğunuzu hatırlamazsınız, bazı insanlar etrafına yaşama sevinci yayar. Öyle biriydi. Yıl sanırım 2000'di, gene Alsancak'ın barlarından Punta'da, biz "Yeter artık bu gecelik" diye çıkıp eve döndükten sonra sahnede bir şarkı söylüyormuş. Hiç İngilizce bilmeden insanı ağlatacak gibi caz söyleyen biriydi bir yandan da Cemil. Kalp krizi geçirmiş oracıkta. Yanında gitar çalanların bir kısmı doktordu, olmamış işte. Bazen olmuyor.
Yokluğunu hep hissettim, sonra İzmir'den ayrılınca daha da tuhaf bir hal aldı yokluğu. Kaybettiğim kim varsa sanki İzmir'e dönünce aynı yerde bulacakmışım gibi herkesi. Bulamıyorsun, şehir de değişiyor, zaman da, bizim zamanımız geçti gitti. Hep sevgiyle hatırlıyorum Cemilciğimi, çok nadir insanlardan biriydi.
Neyse, evet. Öfkeli olmak hakkında bir şarkı. Barbar kocamın cevabı şu aşağıdaki, çok kıskandım benim aklıma gelmediği için:
Azıcık içime kapanayım dedim, hemen dört gün olmuş. İşte o doktora tezi de böyle böyle 300. sene-i devriyesini kutladı bu sene.
Valla bir şey olmadı dört gündür. Perşembe gidip şişeleri attım, eve dönerken de BİM'e girdim. Çöp torbası, lavabo açıcı ve güvercinlere bulgur almam lazımdı. Kendimi tutamadım, biraz çikolata filan da aldım. Sonra cuma gecesi ortalığı yakasım geldi. İçimde kalmasın diye buraya da yazacağım; gazetecisi, eski milletvekili, hâlâ milletvekili, ünlüsü-ünsüzü, ortalık şuursuz sığır dolu. Adam eski milletvekili, halen parti meclisi üyesi filan ama yemin ederim Twitter'da like alsın diye elalemin bakkal alışverişi paniğiyle dalga geçiyor. Sana mı soracaktık bakkaldan ne alacağımızı?
Bir de millet tepki gösterince kendini "Benim de borçlarım var, ben de fakirim" diye savunuyor, borç dekontlarını yollayabilirmiş isteyene. Ay allahaşkına, kimler vekillik yapıyor bu ülkede ya gerçekten? Hayatını yoksullukla mücadeleye adamış, öyle diyor. Gözlerim yaşardı verdiği mücadeleden, çapsız.
Gecenin bir saati sokağa çıkma yasağı ilan ediliyor, her yetişkin Türk vatandaşı aynı şeyi düşünmüştür aha buraya yazıyorum, "İki gün diyorlar ama BELLİ OLMAZ." Oluyor mu herhangi bir şey belli bu ülkede? Olmuyor, bakın üç saat içinde adam hem istifa etmeyi hem de görevinin başına geri dönmeyi başardı. Kendi OHALini kendi yapan insanlarız biz, içimizde hep bir kuşku.
Cebinde kaç para var, nerede ve ne koşullarda yaşıyor diye düşünmez misiniz birinin elindeki kekle dalga geçmeden önce? Niye dalga geçiyoruz ayrıca, niye herkes birbiriyle alay ediyor?
Allahım bize ağırbaşlı, olgun, halden anlayan, sosyal medya fenomeni olmak gibi tutkuları olmayan politikacılar, gazeteciler filan ver bari kurban olurum. Cılkı çıktı her şeyin.
Dün gece televizyonda herrr şeyi bilen aynı adamları seyrediyorduk, sonunda içlerinden biri osurdu. Nihayet bu da oldu, ben bekliyordum ne yalan söyleyeyim, biri eninde sonunda osuracaktı. Ben güvenlik, savaş, dinler tarihi, sosyoloji, seçim ve felsefe uzmanı andropoz atkuyruktan şüphelendim. Kocam her seferinde seçim sonucu tahminleri elinde patlayan ama hiç utanmayan başarısız anketçidir diye tahmin ediyor.
Eveth. Şimdi bunların hiçbiri olmamış gibi çeşitli şarkılar bırakacağım buraya.
Birinin bilmeme vesile olduğu şarkı; kardeşim yolladı geçen gün, çok dinliyorlarmış bu ara:
Annem "Rosalia flamenkoyu aranje etmiş, beğendim ben, enteresan!" dedi.
Film soundtrackinden bir şarkı; 1994 yapımı The Crow'dan:
Adını sevdiğim bir şarkı, hiç tartışmasız, bir saniye düşünmeden:
17 yaşında olmak hakkında bir şarkı:
Pembe elbise, yeşil makyaj ama hayattan ve her şeyden ve herkesten nefret ediyorum, aşağı yukarı böyle bir 17'ydim. Shirley Manson gene şıkmış, benim çok tuhaf dönemlerim oldu, giydiğim şeyleri tarif etmekte zorlanıyorum şu anda. (Şu anda üzerinde dize kadar tişört ve 30 yıllık sweatshirt yokmuş gibi yazıyor. Yaz bacım, kim tutar seni.)
Gideyim yemek yapayım. Dün domates rendesi kavanozu açtım, mecbur kalanını harcayacağım bugün. Siz iyi misiniz, nasılsınız? Kimin osurduğunu anlayabildiniz mi?
İlk önce Ceren'in bugünkü yazısına link bırakacağım, psikolojik sağlığımızı korumak hakkında yazmış. Buraya tıklarsanız gidebilirsiniz, içinde daha önce yazdıklarına linkler de var.
Niye Ceren'i dinleyeceğiz peki? Çünkü Ceren uzman klinik psikolog. Bir ayı geçirdik bu koşullarda, ne zaman biteceğini bilmiyoruz, tepe noktasını da görmüş değiliz, yardıma ihtiyacımız olabilir. Kendi kendimize yardım etmek durumunda kalabiliriz. Kendimizden uzağa gidebilmek pek mümkün görünmüyor zira bu aralar.
5 sene kadar önce bir gün, sıradan hayatım alt üst oldu, kendi kendime başa çıkabilirim sandım. Başa çıkanlar vardı ama ben onlardan değilmişim, ne yaşıyor olduğuma dair en ufak bir fikrim yoktu. Ve geçmiyordu, düzelmiyordum.
Amerika'da yaşayan ve yine bir klinik psikolog olan kuzenimin itmesiyle, halime endişelenen kızkardeşimin organizasyonuyla terapiye gittim bir süre. Orada kaptığım bazı şeyleri, ufak tefek yöntemleri, başka psikologların yazılarından okuduklarımı hâlâ kullanıyorum. Özetle şunu demeye çalışıyorum, bu insanların mesleği bu, bunun için eğitilmişler yıllarca, söyledikleri şeyler işe yarıyor.
Geçen gün şu fotoğrafı internetlerde görüp çok beğendim:
Ne güzel kızlar, ne güzel fotoğraf. Bence insan türü olarak buralara kadar gelebilmemizin başlıca sebeplerinden biri uyum sağlama kabiliyetimiz. Kendimizi berbat durumların içine sokma konusunda da çok kabiliyetliyiz tabii, ama en azından berbat durumlara uyum sağlayıp hayatta kalmaya çalışarak bir denge sağlıyoruz. Çok gerzekçe bir döngü değil mi? Valla evet, gerzekçe.
Müzikli şalanj için playlistimizi açıyoruz, "karışık çal" diyoruz, ilk çıkan şarkıyı şaapıyoruz. Eskiden çok sadık bir iTunes kullanıcısıydım, artık hayatımı Spotify ele geçirdi. O yüzden Daily Mix 1 listesine karışık çal deyip tıklıyorum şu anda, ay çok heyecanlıyım.
Canlı kayıt koydum, Robyn pek tatlı çünkü. Pop müzik yapan 41 yaşında bir kadın olmanın tamamen Robyn'e has bir versiyonu; yüzünde mimiklerini görebiliyoruz, alnı kırışıyor şarkı söylerken. Kırışan popçu kadın alnı, nesli tükenmekte olan bir alın.
Ha böyle yazıyorum, fırsat bulsam gidip her tarafıma sıktırtmaz mıyım botoksları filan? Ay hem de nasıl sıktırtırım! Çok üşeniyorum. Emin de değilim. Saçlarımı kendi haline bıraktım, beyazlarım vardı, çıkmaya devam ediyorlar. Bu prensip doğrultusunda yüzümü de rahat bırakmam gerekiyor sanırım. Bilmiyorum, düşünüyorum.
Öberek gidiyorum, sanırım giyinip kuşanıp en yakın cam kumbarasına yürüyeceğim, evde dağ olmuş şişeleri geri dönüşüme atacağım. Gene tam bir "senin de derdini sevsinler" kapanışı oldu. Eveth.