Showing posts with label güzel sanat. Show all posts
Showing posts with label güzel sanat. Show all posts

December 18, 2018

Yayvan Dikdörtgen, Sevimsiz Güdük

Ay final projesi olarak Caravaggio alan olmuş, daha erken davransaydım itelemekte, Ada alabilirdi. Sonra önümüzdeki bir ayı Barok Barok yaşardık, ne güzel olurdu. Önümüzdeki bir ayı Frank Gehry ile geçireceğiz. Barok değil belki ama sıkıcı da değil, allahaşkına bakınız:


Fotoğrafı şuradan aldım. Birkaç kitap buldum hemen; Gehry hâlen yaşadığı için kendini ve mimarlığını anlatma fırsatı var tabii, Caravaggio'dan farklı olarak.

Ben mimaride yayvan dikdörtgen seviyorum komşular, Gehry'den bir önceki kuşak mimarların bazıları tam gönlüme göre. Mies van der Rohe olsun, Frank Lloyd Wright olsun:



Frank Gehry gugıllarken karşıma çıkan şu fotoğrafı iliştirip gideceğim, 82. doğum günü partisiymiş:


Allahın belası sevimsiz güdük, girmediği yer yok yemin ederim. Aman eksik kalma, Gehry'nin partisinden de eksik kalma. Bacağına tekme atmak istiyorum her gördüğümde.

Gideyim biraz pırasa yiyip hayatıma devam edeyim.

December 17, 2018

Ada Ödev Yapıyor

Ada'ya sömestre final projesi için ilham alınacak sanatçı, mimar filan biri lazımdı. Dünden beri başka bir şey düşünemiyorum. İki ressam ve bir mimar çalışıp gitti bugün okula, hocalar hâlâ sırayla sınıfa kritik vermeye devam ediyor, şimdilik mimar kalmış gibi görünüyor Ada'ya. Ben de merakla bekliyorum, sevdiğim ressamlardan birini itelemiştim, hocalar pek yüz vermemiş. Yemin ederim kalkıp stüdyoyu basasım, "BENCE SİZ ABSTRAKT EKSPRESYONİZMDEN ANLAMIYORSUNUZ!" diye olay çıkarasım var.

Rönesans ya da Barok ressam getiren var mı diye sordum, oluyorsa eğer başka bir fikrim var çünkü. Bir sınıf arkadaşı Da Vinci önermiş, "Tamam" demişler ona. Fakat bu çocuğun diğer önerisi Van Gogh olduğu için ve sınıfta 20 tane daha "Ben Van Gogh yapacağım" diyen çocuk bulunduğu için emin olamıyorum. Da Vinci iyi bir fikir mi gerçekten bu ödev için, yoksa bir Van Gogh eksik olsun bari diye mi tamam dediler?

Çünkü biliyorsunuz bu dünyadan Caravaggio geçti. Ve kendimi tutmakta güçlük çekiyorum.


Neyse, mimarsa mimar; zaten pek bilmiyorum o modern mimarinin büyük isimlerini, bahaneyle okumuş olurum Ada'yla beraber.

Ay ayın 17'si olmuş, bitti bitiyor bu sene de. Yılbaşı deyince aklıma sadece şarküteri ürünleri geliyor, bir tane de çeyrek bilet aldım. Benim yaşlılığım çok tatsız olacak gibime geliyor. Bakalım.

January 11, 2018

Minidram / Geçen Sene 6 / Kara Kızıl Bir Gölge

Rewhat'ı ilk defa Aşıkdurduran karikatürleriyle keşfettim, Instagram'da takip ediyorum. Dün çok güzel bir kısa hikaye koydu, siz de görün istedim.

A post shared by Rewhat (@rewhatarslan) on

Geçen senenin hadiselerinde mayıs ayına intikal ettik, daha önce yüz kere yazdığım üzere mayısta Nadire'nin köye gittik. İmam Amca'dan kaçıp sigara içecek yer ararken çektiğim bir fotoğrafı koyayım:


Yağmurlu bahar günleri kadar güzel ne var şu hayatta bilmiyorum. Asi bir inek olduğu için gün içinde peşine düşmek gerekiyor Zoze Gülbahar'ın. (Gülbahar adını ben ekledim, kısmen kabul gördü, isim annesi sayılırım.)

Hazır kırmızı arabamız da görünüyorken fotoğrafta, şu türbe hırsızlığını yazayım.

Küçük yerlerde hayatın temposu yavaş ve tuhaf, insanı kısa sürede içine çekiyor ve allah biliyor çok seviyorum o tempoyu. Urla'da uzunca kaldığımda da aynı şey oluyor, herkesi susturup camiden okunan selayı filan dinlemeye başlıyorum. Datça'da kazıda belediye anonslarını takip ediyorum. Dersim'de köyde de aynı şey oldu.

Çılgın bir telefon ağı vardı köyde, o ev telefonu susmak bilmedi bir hafta boyunca. Nadire tek başına gidince ben de 2-3 günde bir arayarak dahil oluyorum artık, insan aramak istiyor. Bayağı arayıp teker teker herkesi soruyorum, "O nasıl? İyi mi? Bu nasıl peki, o da iyi mi?" Bu oluyor arkadaşlar, içimizde var. Telefonlu haber ağının yanında bir de yolda gördüğünüz insanlardan topladığınız informasyon var. Türbe hırsızlığı meselesine böyle dahil olduk.

Bir gün bahçede çay içerken telefon geldi, yakınlarda bir köydeki Sultan Hıdır türbesini soymuş birileri. İlk bilgilere göre akşamüstü kırmızı bir araba yanaşmış türbeye, hastaları olduğunu söyleyip gece türbede yatacaklarını ifade etmişler. Köy halkı sabah bakmaya gittiğinde türbe tamtakırmış, kırmızı araba da basmış gitmiş. 

Buradan sonrası kaos. Çünkü arabanın plakası için önce Adana dendi, sonra Çorum, sonra Ankara; plaka değil ama gelenler Ankaralıymış, hayır değilmiş filan. Türbeden ne çalındığı konusu da karışık, çok eski şahmeran varmış duvarda, o gitmiş dediler. Çok eski bir kılıç ya varmış ya yokmuş, ya çalınmış ya da hiç var olmamış, bunu bir türlü tespit edemedik. Bir kaç gün evde otururken, yürüyüşe çıktığımızda, arabayla bir yerlere giderken durmaksızın bu hırsızlıktan bahsettik. Sonra bir gün Burhan Abi ve Görüş bizi evde bırakıp kasabaya indi, dönerken yoldan bir amcayı almışlar arabaya. O amca olaylara bambaşka bir boyut getirdi.

Hırsızlığı polise/askere haber vermişler, komutan gelmiş türbeye. Polislerden birine "Çık sandukanın üstüne, bak neler var!" demiş. Polis abi "Yapamam edemem, ben buranın insanıyım, sandukaya çıkamam!" diye itiraz etmiş. Çıkarsın, çıkamazsın, derken çıkmış sandukanın üzerine ve düşüp bayılmış. Ayıldığında ne olduğunu sormuşlar. "KARA KIZIL BİR GÖLGE GELDİ, BENİ ALDIĞI GİBİ YERE ÇALDI," diye anlatmış olanları. 

Kara kızıl gölgenin ortaya çıkmasıyla yeniden dahil olduk türbe hırsızlığına, o arada Nadire de başka bir türbe ziyaretimiz sonrası çarpılıp kaynar suyla haşlanmıştı, bundan başka bir şey konuşamaz olduk. Derken başka bir kaynaktan daha eski bir türbe hırsızlığıyla ilgili bir tanıklık ulaştı bize. 

20-30 sene oluyormuş, hırsızlar köyden bir genç adamla anlaşmış. Bu genç türbeden eşyaları alıp hırsızlara teslim etmiş, kendisine söz verilen parayı da alamamış hırsızlardan. Sonra ortadan kaybolmuş. Yıllar sonra birileri bu genci uzak bir köyün pazarında görmüş, AYAKLARI YOKMUŞ! Sebebini söylemeyi reddetmiş, çok pişman olduğunu ama bir faydası olmayacağını belirterek uzaklaşmış. 

Tam bu ara Hozat tarafında bir köyde cinayet işlendiği için dikkatimiz dağıldı biraz, türbe meselesini çözemeden de tatilimiz bitti, Ankara'ya döndük. Birinin bunları yazması, kaydını tutması lazım. Ben gönüllüyüm aslında ama uzakta yaşıyorum, bir sürü ayrıntıyı kaçırıyorum. Türbe soymak herhalde bütün hırsızlıklar içinde bile aşağılık bir iş, çözmesi de polise düşüyor. Orada yaşayan insanların anlattıkları o kadar ilgi çekici ki işin bu adli kısmını unutuyor insan, bayağı mitolojik bir durumun içine çekiliveriyor. 

Bir dahaki gidişimde kaldığım yerden devam edeceğim, allah bilir neler oldu kaç aydır. Haberin linkini de bırakayım, kara kızıl gölge eksiğiyle olan biten ayniyle vaki: http://www.dersim-haber.com/sultan-hidir-turbesine-hirsiz-girdi-16597h.htm

Bunu aradan çıkardığıma göre geriye Nadire'nin haşlanması, Hozat'taki cinayet ve yeşil leğen efsanesi kalıyor. Umarım yıllar geçmeden onları da yazacağım.

(Ay yahu bu 5. deneyişim, bir türlü yollayamıyorum yazıyı. İki kere elektrikler gitti, kapıya gelen giden bitmedi, bir defa daha deniyorum. Yemin ederim ödüm patlıyor bu memleketin kara kızıl gölgelerinden abavvv!) 

January 30, 2017

(14) Nurullah Hamdi Müren Bey

Dün gece Kocam the Barbarian'a sordum, ünlü bir arkadaşım olsa kim olsun isterdim diye. Osman Hamdi Bey dedi. Aslında Ahmet Hamdi Bey dedi ama Ahmet Hamdi Tanpınar'a olan sevgim hakkında en ufak bir fikri olmadığı için Osman Hamdi demek istediğini tahmin ettim.


Ne güzel fotoğraf. Bana hep böyle numaraları olan bir adammış gibi geliyor, karşılıklı oturmuş kibar kibar sohbet ederken birden bire akıl almaz bir anısını anlatıverecekmiş, sonra da hiçbir şey olmamışçasına çay servisi yapacakmış gibi.

Sanat ve arkeoloji sohbetleri ve dahi gıybetleri için Osman Hamdi Bey.

Geriye kalan sohbetler ve sonsuz bir naletlik için Nurullah Ataç. Barbar kocam anlamadı neden seviyorum Nurullah Bey'i. Anlamaz çünkü Günceler'i okumadı.

Büyük ihtimalle anlaşamazdık, adam aksiymiş, ben de fazlasıyla esnek ve lakaytım ama en azından devrik cümle kurmaya meylim ile biraz gözüne girerdim gibime geliyor. Nurullah Ataç'la arkadaş olmak istememin sebebi, kendime çok yakın bulduğum o aksiliği. Ne bileyim mesela "Biz Heybeli'de her gece mehtaba çıkardık" çalmaya başlayınca "Her gece mehtap mı olur?!" diye sinirlenmesi filan. Nerede okumuştum bunu hatırlamıyorum, gerçek değilse bile fikir veriyor, Nurullah Bey asap bozucu bir şekilde realist ve huysuzmuş.


Sabahlara kadar konuşmalar, içli anılar, kalp kırıklıkları ve yakası açılmadık çekiştirmeler için de Zeki Müren.



Bu videoyu bilhassa seviyorum, ortalarına doğru elbisesinin kolundan bir iplik takılıyor göğsüne, bozuntuya vermeden onu koparıyor. Arkadaş olsaydık belki bir gün cesaretimi toplayıp "Zekiciğim ben kör olmaya çok yaklaştım, bu doreyi biraz kıssak mı?" derdim, cevabını kürek gibi ağzıma vururdu.

Kendime çubuklu pijama mı alsam?

November 28, 2014

Son Akşam Yemeği ya da Il Cenacolo (Aferin)

Bugün, başka hiç derdimiz yokmuş gibi, geçen yaz Leonardo Da Vinci'nin Son Akşam Yemeği ile yaşadığım maceradan bahsetmeye karar verdim.

Tatilimizin 5 gününü Roma'da neşeyle geçirdikten sonra Milano'nun bir miktar dışında kalan Varese kasabasına intikal ettik çünkü barbar kocamın işleri vardı. Yani gün boyu ortalıkta olmayacaktı ve benim başımın çaresine bakmam gerekiyordu. Dediler ki "Git, Son Akşam Yemeği'ni gör. Ama nasıl bilet bulursun bilmiyoruz", internete girip tur mur aradım, en erken bilet bir ay sonrasına. Barbar kocamın, yıllardır birlikte iş yapmak vesilesiyle, tuhaf bir aile ferdi haline gelen arkadaşı Andrea dedi ki, "Sen gene de git manastıra, biletçiye ağla."

Ertesi sabah otele taksi çağırdım, taksiciyle bir gece önceki dünya kupası maçını konuştuk, biraz hayatımı anlattım, o da biraz hayatını anlattı, beni tren istasyonuna bıraktı. Bilet alıp trene bindim, Milano bir saat mesafede, açtım kitap okuyordum ki bilet kontrolü için janti bir amca dolaşmaya başladı.

Biletimi uzattım, bir şeyler dedi, "Ay İtalyanca bilmiyorum" dedim, ön koltuktan bir kız İngilizce olarak müdahale etti, meğer trene binmeden biletimi deldirmem gerekiyormuş. "Aiiyyy bilmiyordum, hay allah naapıcaz!!!" diye kıvranırken amca biletimi deldi, bir şeyler dedi. Çevirisi kızdan geldi, "Güzel mavi gözlerinin hatırına bu seferlik affediyorum". Tam "Ama gözlerim mavi değil?" diyecek oldum ki küçük flörte uyandım, yan cebime koydum, vagon sakinleri kıkırdadı.

Milano'ya indim, metroyla şehir merkezine attım kendimi. Yeryüzüne bir çıktım ki şununla burun buruna geldim. Duomo di Milano.


3-5 gün önce başka bir katedralin kubbesine tırmanırken panik-atak geçirmiş olmanın sıkıntısıyla ve biletçiye ağlamam gerektiğinden basıp manastıra yürümeye başladım.

Uzaktan kırmızı tuğlalı manastır göründü, Santa Maria delle Grazie.


İnşası 1497'de bitmiş. Böyle tarihler gördükçe, kaldırıma çöküp ağlayasım geldi bütün tatil boyu. Bu gene bir şey değil, 1099 gördüm Milano'da. Yani tabi ki yüzlerce yıl zarfında tamir-tadilat görmüş bütün bu binalar, beni esas vuran binlerce yıldır kutsal olan alanlara inşa edilmiş olmaları. Pagan tapınağı varmış, Romalılar kısmen onun da malzemesini kullanıp kendi tapınaklarını inşa etmiş, sonra Hristiyanlar ya elden geçirip ya sıfırdan başlayıp manastır yapmış, katedral dikmiş. Kültürdeki bu devamlılık ne güzel. Öyle böyle değil, NE GÜZEL! Şehir bu alanlara göre, bu alanların etrafında gelişmiş; bütün yollar katedrale çıkıyor, öyle beton apartmanların, çöplüklerin arasında boynu bükük kalmış tarihi bina aramıyorsunuz.

Neyse. Manastıra girip bilet gişesine yürüdüm. Gözlerimi kırpıştıra kırpıştıra ilk bilet ne zamana diye sordum. Abla bana biraz bakıp "Tam 4 saat sonra geri gel" dedi.

Ben: Allahım nasıl yani, bugün mü 4 saat sonra?
Abla: Si, si. Bir bilet iadesi var, sana veriyorum.
Ben: Ühühüühü çok teşekkür ederim, çok!
Abla: 15 dakika erken gel. Sakın geç kalma.
Ben: GRAZIE! GRAZIE!

4 saati sağda solda kahve içerek, yan masalara laf atarak, barbar kocama kısa mesaj yoluyla nispet yaparak geçirdim. 15 dakika da değil, yarım saat önce manastırın bahçesinde bittim. Tam hatırlamıyorum, 15 ya da 20 kişilik gruplar halinde alıyorlar içeri ve nasıl bir törenle alıyorlar.

Bizim grubun sırası geldi, biletler kontrol edildi, grubu ikiye böldüler, bir holden içeri doğru yürüdük. Arkamızdaki otomatik kapı kapanıp bizi camdan bir bölmeye hapsetti, birkaç dakika durduk. Önümüzdeki kapı açıldı, biraz yürüyüp tekrar durduk, tekrar yürü, tekrar dur. Esas salona giren kadar ısımızı falan ayarladılar resmen, ben olsam fısfısla dezenfekte de ederdim, İtalyanlar henüz o kadar delirmemiş.

Nihayet girdik küçük yemek salonuna. Bütün gruptan kollektif bir nefes bırakma fısırtısı çıktı, "Hhhhhhhhaaaaa!"



Leonardo keşişlerin yemek yediği salonun duvarına yapmış Son Akşam Yemeği'ni. Nerdeyse 5 metreye 8 metre gibi ebatları. Ve allahım, İtalya'daki her sanat eseri gibi bunun da hikayesi çok acayip.

Leonardo işi almış ama bitirmesi yıllar sürmüş. Gelip iki kaş göz boyayıp aylarca ortadan yok oluyormuş. Manastırdan biri çemkirecek olmuş, cevabını şu şekilde almış, "Çok konuşmasın, zaten Yahuda'nın yüzü için model arıyorum, keşiş efendiyi model alırım, sonsuza kadar ihanetçi Yahuda olarak kalır duvarda."

Acaba duvar resmine kapıyı bu keşiş mi açtırdı diye düşünüp güldüm içimden. İsa'nın hemen altındaki gri dikdörtgen, zamanında oraya açılmış bir kapı. Birileri Da Vinci falan dinlemeyip kırıvermiş duvarı. Herkesin ayakları görünüyor, İsa'nınkiler kapıyla gitmiş.

İlk görüşün heyecanı geçince resmin ne kadar solduğunu farkettim. Leonardo, geleneksel fresko tekniğiyle değil, kuru duvar üzerine bir takım numaralarla boyamış, tempera dedikleri yumurtalı bir boya karışımı falan. Resim zaten biter bitmez bozulmaya başlamış, bir 60 yıl kadar sonra "Tamamen mahvoldu" diye kayıt tutmuşlar manastırda. Ben aceleci keşişi suçluyorum, daha önce de yazdım, sanatçının işine karışmamak lazım. Özellikle de İtalyan olanların işine.

Velhasıl Son Akşam Yemeği bir restorasyon belası haline gelmiş; birileri fresko muamelesi çekip onarmaya kalkmış, bütün boyayı bozmuş; başka biri bu bozulmaları kazımak zorunda kalmış; birileri onarırken birkaç havarinin yüzünün ifadesini değiştirmiş, halk ayaklanmış; o arada savaşlar, bombalamalar; bir ara cephanelik olarak kullanılmış manastır, askerler havarilerin gözlerini oymuş. Yani düşünün, kendi halinizde bir keşişsiniz, zaten 2. Dünya Savaşı patlamış, şehir bombalanıyor, bir de Son Akşam Yemeği'ne bakmak zorundasınız. Kum torbalarıyla kapatmışlar sağını solunu, bir şekilde bugüne kadar gelmeyi başarmış duvar.

Son restorasyon kampanyası 21 yıl sürmüş, bugün gidip de gördüğümüz duvar resmi bu restorasyonun neticesi. Ahı gitmiş vahı kalmış anlayacağınız, gördüğümün ne kadarı Leonardo'nun boyadığı gibi duruyor hala, hiç bilmiyorum.

15 dakikamız vardı tam olarak resimle. Yanımdaki çift, cep telefonuyla fotoğraf çekmiş, üzerlerine 5 tane salon görevlisi orta yaşlı kadın atlayınca farkettim. Ama nasıl atlamak, yavrusunu koruyan şahinler gibi. Adam "Tamam kapattım telefonu" falan dedi, kar etmedi, bütün resimleri teker teker sildirdiler telefondan. Kadınları çok takdir ettim. Turistlerden nefret ediyorum, kendi turist halimi de sevmiyorum.

İsa ve havarilere son bir bakış atıp çıktım, koşa koşa metroya, ordan gara, ordan Varese'ye. Varese'de taksi durağı olmadığını ve yoldan da taksi maksi geçmediğini dehşetle farkettiğim gün oldu bu. Pizzacıdan taksi durağı telefonu aldım, aradım ağladım. Kaldırıma çöküp sigara içmeye başladım, hava kararırken "Allahım acaba İngilizce anlaşabildik mi telefonda?" diye dertlenmeye başladım. Sonra uzaktan sarısını gördüm taksinin. Kapıyı bir açtım ki sabahki şoför.

Ben: Sen Varese'nin tek taksisisin di mi?
Taksici: Ahahhahhaha, evet!
Ben: Burda kaldım sandım, asla otele gidemeyeceğim sandım, hava karardı, ne biçim yer burası, yoldan taksi geçmez mi, yarım saattir seni bekliyorum?
Taksici: Yahu sana dedim telefonda, müşterim var, on dakikaya geliyorum dedim.
Ben: Duymadım ki öyle dediğini.
Taksici: Neyse. Neler yaptın bugün?
Ben: Son Akşam Yemeği'ni gördüm!
Taksici: Biz İtalyanlar ne diyoruz ona biliyor musun?
Ben: Il Cenacolo.
Taksici: Aferin.

Her koşulda aferinimi alırım.

August 23, 2014

Ay Ayakları Kıllı Ayol Bunların...

Elf olsaydım aynen böyle olurdum, kendi kendime gülüyorum dünden beri. Emin olmak için üç kişiye gösterdim, onayladılar.


Onay merciilerinden biri olan arkadaşım S.,  internette dolanırken hobbit ayağı şeklinde kitap ayracı görmüş, bana almak istemiş. Sayesinde tanıştığım ve en temiz hislerimle sevdiğim N. ise "Ben bunun aynısını yaparım" diye engel olmuş. O andan beri N. ne yapacak diye merakla bekliyorduk. Nihayet ortaya çıktı.

Soldaki internette satılan versiyonu, sağdaki ise N.'nin el emeği göz nuru, Barbie'nin uzatmalı sevgilisi Ken'i doğrayarak yaptığı ayraç.


Ken'e üzüldük biraz ama iki gün falan da kıllı ayaklara bakıp bakıp güldük. Ait olduğu yere, Hobbit kitaplarımın yanına koydum.

Hava güzel, cumartesi güzel, gideyim gevrek alayım da geç de olsa kahvaltı edelim bari.

August 6, 2014

Çeşitli İskeletler, Instagram, Biraz Bitki, Bir Kart, Dev Bira

Ayh iki hafta olmuş yazmayalı, çemkirip çemkirip gitmişim, geri dönemedim. Mimler falan var, "Oheyyyy hemen yaparım!" diye atladığım, onlar da kaldı.

2-3 makale çevirdim o arada, sipariş üzerine. Japon ahşap baskı sanatı hakkında. Müzelerin, sergilerin, akımların falan İngilizcelerini doğru yazmak için gugıllıyorum hep, o arada insan bir sürü tuhaf şey öğreniyor.


Ukiyo-e, 17. yüzyılda Tokyo'da yayılan bir janr, böyle fantastik sahneler de var, manzaralar, gündelik hayattan kesitler, erotik durumlar da. Manga ve hentai denilen işlerin Japonya'dan çıkmasının bir sebebi varmış, adamların zaten genlerinde varmış. Koyamayacağım şimdi buraya ahtapotlu mahtapotlu ama dün bir saatimi falan gömdüm "Aboovvv!!" diye diye. Evden çıkmadan nerelere gitmek mümkün.

İskelet miskelet bakınır, bir yandan da çeviri yaparken biraz seyredeyim de sevineyim diye Caravaggio'nun St. Jerome resmini açtım, şu aşağıdaki. Roma'da Galleria Borghese'de asılı duruyor, Caravaggio göreceğimizi biliyordum ama St. Jerome'un da orada olduğunu bilmiyordum. Heyecandan gözlerim doldu, sonra sevgimden ağladım biraz burnumu çeke çeke. Barbar kocam gözlerini patlatıp "NAAPIYOSUN??!!" falan dedi. Sanatseverim ben, istediğim yerde ağlarım.


Hala Caravaggio yazısı yazacağım, neyse böyle aralara sokuşturayım bari. St. Jerome 347-420 arası yaşamış rahip, tarihçi, teolog; İncil'i Latinceye çevirmiş, çok da seyahat etmiş, İstanbul, İskenderiye, Antakya, Roma, Kudüs. Ama benim anladığım kadarıyla hayatı boyunca nereye gitse iki büklüm masa başında çalışmış, aynen Caravaggio'nun hayal ettiği gibi.

Biliyorsunuz azizler sadece kendilerine aziz değiller, bir yandan da şehirlerin, meslek gruplarının falan da koruyucu azizi oluyorlar, "patron saint" meselesi yani. Dün aklıma geldi St. Jerome'un kimlerin koruyucu azizi olduğuna bakmak, meğer arkeologların, çevirmenlerin, kütüphanecilerin ve kütüphanelerin, okul çocuklarının falan yardımına koşarmış. Gözünü sevdiğimin hayatı, ne acayipsin. Boşuna en sevdiğim resim değilmiş bu, meğer St. Jerome'un eziyeti zaten benim de eziyetimmiş. Kendime bir koruyucu aziz bulmuş olmanın sevinciyle çevirileri bitirdim.

Instagram'da da çok vakit harcıyorum, takip ettiklerimin fotoğrafları bitince "keşfet" kısmından tanımadığım insanların ayaklarına, kedilerine, sofralarına falan da bakıyorum. Şu hanım kızımızla karşılaştım, caps aldım.


Çok güzel kız, spor falan da yapıyordur eminim, takdir ediyorum kendine bakan insanları. Ama yani bütün bu memelerin, popoların arasına sıkışmış o "Savaşı durdurun" talebine biraz sinirlerim bozuldu, güldüm. Hanım kızımız kendiyle o kadar meşgul ki savaşı durdurmak zaten başkalarına kalıyor sanırım. Neyse. Maşallah ama. Evet.

Bu arada twitter fenomeni Azuth Efendi'nin de takip ettiği instagram hesabımı takip etmek isterseniz kokobella'yım ben orda. Vallah diyorum takip ediyor, bakın ezikliğimden onun da capsini aldım.


"Oha oha meşhur biri beni takip ediyor!" diye heyecan bastı. Ekran görüntüsü alabildiğimi keşfetmem de hiç iyi olmadı.

Biraz bitki aldık geçen gün, iki dev torba da toprak. Toprakları arabanın bagajından eve çıkarmayı bir türlü hatırlayamadığımız için lök gibi kaldı bitkiler terasta.


Bu etli yapraklı, sevimli şeylerin tanesi 25 kuruştu, Karşıyaka Mezarlığı'nın ordaki seralarda. Balkon falan için güzel bodur çalılar da var, renkli menkli.

Yingemden kart geldi, yingem hep çok güzel kartlar atıyor. Tuhaf olan bu kartı "Kadınlar ortalıkta kahkaha atmasın" meselesinden önce postalamış olması. "Kadınlara gülümsemelerini söylemeyi bırakın" yazıyor üstünde. Biri de adamları hizaya sokmaya kalkışsın, olmuyor herhalde öyle.


Arkadaşımın kızı blog yazmaya başladı, 14 yaşında bir Ada'nın günlük maceralarına şurdan bakabilirsiniz. Gençsel şeyleri kaçıracağım, ne dediklerini anlamayacağım diye çok korkuyorum, o yüzden düzenli okuyorum. Sayesinde spotify kullanmaya başladım, bir de Kim Kardashian oyununun batağına saplandım, bir yere varamıyorum oyunun içinde. Ama spotify güzel, bir sürü müzik var. Oje falan da koyarsa çok sevineceğim, öbür türlü peşine takılmam, çaktırmadan onun aldıklarının aynısını almam falan gerekiyor, yorucu oluyor.

Bir de bayansilvia çok güzel Münih seyahati yazıyor bu aralar, onu okuyorum. Dev biralı fotoğrafına kendi dev biralı fotoğrafımla karşılık verip gidiyorum. Akşama en eski arkadaşlarımdan biri çoluk çocuk bize geliyor, evi toplamam lazım, köpenkleri hizaya sokmam lazım falan, bir sürü iş.


July 17, 2014

Barok Roma I: Bernini

Gezi yazısı yazamıyorum, yazarken içim sıkılıyor. Bir de yani gittiğim yer de öyle keşfedilmemiş bir cennet falan değil, dünyanın en çok turist gören şehirlerinden biri. Gördüğümde beni ergenler gibi heyecanlandıran şeyleri yazacağım.

Aylar önce ve sanırım bu filmi seyrettikten sonra aldığımız biletlerin tarihi yaklaşınca panikle bavul aramaya başladık. Şahsım adına bavul toplamaktan da havaalanlarından da nefret ederim, seyahat halinde olmaktan da çok hoşlanmıyorum. Gidilecek yere varınca seviniyorum, allahtan. Evde bavul yoktu diyorum size, öyle gezgin bir aileyiz.

Roma çok güzel. Gerçekten çok güzel. Turist olmak için harika bir yer. Turlardan kaçan insanlar olarak elimizdeki gezi rehberine muhtacız hep, bu sefer duvara tosladık. Çünkü ucuz diye aldığım şu yandaki rehber bok gibiydi.

Önceden belirlenmiş yürüyüş rotaları var rehberde, o rotalara uymuyorsanız kullanması tam bir kabus. Bir de çok özetlenmiş vaziyette bilgiler. Benim gibi, bir kilise inşa edilirken kim kimin ekmeğiyle oynamış, o heykelin yüzü neden o tarafa bakıyormuş falan öğrenmek isteyenlerdenseniz, bu rehber, o rehber değil.

Dünya turizm başkenti diye her yerde İngilizce bilgi panosu bulurum diye düşünüyorsanız, sizin de kalbiniz kırılacak. Umurlarında değilsiniz, Roma'nın göbeğindeki postanede kimse İngilizce konuşmuyordu mesela, size Milano'da bir tütüncüden kartpostal yolladım, bilmiyorum gelir mi. Pul diye yapıştırttıkları şeylerin üzerinde "Size bir video mesaj var!" falan yazıyor, sakın inanmayın, yok öyle bir mesaj.

Velhasıl, ya paraya kıyıp kulaklık alacaksınız ki onlar da her yerde yok ya da bir gece önce internetten çalışacaksınız. Bir alternatif de Kolozyum gibi, Pantheon gibi, görülmesi allahın emri yerleri görüp kendi fetiş konularınızın peşine düşeceksiniz. Biz öyle yaptık.

Aile fetişimiz iki şahsiyeti kapsıyor; 1571-1610 arası yaşamış Barok ressam, bedess madırfakır Caravaggio ve 1598-1680 arası yaşamış Barok mimar-heykeltraş-ressam, altın çocuk Bernini. Zaten Roma, bu ikisi olmadan bir hiçmiş, onu anladık.

Önce Galleria Borghese'ye gittik, "Yarına bilet var cnm" dedi kasadaki oğlan, bileti alıp ertesi gün koşarak geri döndük. Galleria Borghese, "özel sanat kolleksiyonlarının kraliçesi" olarak biliniyor, hiç itiraz etmeyeceğim, haklılar. Borghese ailesi, o meşhuuuur ailelerden, Mediciler gibi. Sanat kolleksiyonu, kardinal olan bir Borghese ile başlamış, bu kardinal aynı zamanda Caravaggio'nun ve Bernini'nin de en büyük destekçisi zaten. Papa V. Paul'ün de yeğeni; iktidar, güç, para mara bildiğiniz gibi değil.

Önce Bernini'nin heykellerini gördük, bu aşağıdaki Apollo ve Daphne.


Apollo, dünya güzeli su perisi Daphne'ye göz koyar. Daphne istemez, Apollo kovalar, Daphne bir nehir tanrısı olan babasına yalvarır, "Ya güzelliğimi yoket ya da hayatımı mahveden bu bedeni değiştir!" diye. Daphne, ağaca dönüşür.

Ve Proserpina.


Yunan mitolojisinden bildiğimiz Persephone aslında, yeraltı tanrısı Hades de ona göz koyar, alır yeraltına kaçırır. Persephone'nin annesi Demeter, tarımın, toprağın, bereketin falan tanrıçasıdır, kızının arkasından yıkılır. Anlatmaya üşendiğim bir yığın itiş kakışın sonucu Persephone yılın altı ayını yeraltında kocasıyla, altı ayını yeryüzünde annesiyle geçirmeye başlar. Persephone yeryüzüne çıkınca karlar erir, çiçekler açar, bahar gelir yani.

Yunan-Roma tanrılarının tecavüzcü manyaklar olduğunu düşünmeyelim bir an için, Bernini taştan hayat çıkarmış, allahım yarabbim nasıl mümkün olabilir böyle bir şey?! Saçlar ani bir hareketle dönünce uçuşmuş, dirsekler atılıyor, Persephone ayak parmaklarıyla bile kaçmak istiyor. Ete gömülü o parmaklar?

Sorsanız bir çok şey olmak isterim ama Bernini'yle aynı dönemde yaşamış bir heykeltraş, mimar falan olmak istemem. Tam da öyle birinin hayatı için google'da Francesco Borromini'yi aratabilirsiniz. Kiliselerden ve zenginlerden sipariş alırken sıkıntıdan fenalıklar geçiren, melankolik, fevri Borromini en sonunda kendi canını almış. Bernini her ne kadar bir rakstar da olsa Borromini'nin hayaletini hala yanında taşıyor; birinin adını anan, diğerini de anıyor. Sonsuza kadar kurtuluş yok onlar için, birbirleriyle lanetlenmişler.

Bernini'nin Roma'daki numaraları saymakla bitecek gibi değil, kiliselerde heykeller, altarlar, Vatikan'daki San Pietro bazilikasının içinde ve dışında bir çok iş, meydanlarda çeşmeler. Şu var mesela, The Ecstasy of St. Teresa, Santa Maria della Vittoria kilisesinin içinde bir şapelde.


Azize Teresa önemli bi şahsiyetmiş, heykelde onun yaşadığı ilahi bir an tasvir ediliyor, yazdığı anılarından hareketle. İlahi bir kendinden geçiş sipariş edilmiş Bernini'ye, ortaya çıkan netice bir miktar "Ouuuvvv ilahi dedik ama bu kadın bayağı orgazm oluyor?!" tepkisi almış. Almış da ne olmuş, Teresa nerdeyse 400 yıldır her gün melekle karşılaşıyor, o ilahi an 400 yıldır sürüyor; milyonlarca turist, hacı, inanan-inanmayan da her gün önlerinde saygıyla duruyor, bu ana şahit oluyor. Ben inançlı biri değilim, beni insan ırkının bir ferdinin tonlarca ağırlıktaki taşı havada uçuşturması etkiliyor. O boşluktaki ayağın kırılganlığı, o elbisenin hafifliği. Ve tecrübeyle sabit ki insanlık, müteasıp sığırları değil özgür ruhları bağrına basıp hatırlıyor. Yoksa niye 40 derece sıcakta yüzlerce hacıyı iteleyip şu heykelin önünde iki dakika geçirmek isteyeyim, değil mi?

Son olarak tabi ki bir fil var, hep bir fil var. Bu seferki Bernini'nin fili. Karşılaşma anımız sanırım Roma'da dolaşmanın tam olarak nasıl bir his olduğunu da anlatıyor biraz.

Bakına bakına gezerken Santa Maria sopra Minerva kilisesine girdik, Roma-Katolik kiliselerinin en önemlilerinden biriymiş, biz gene bir heykel peşindeydik. Michelangelo'nun Christ the Redeemer'ı, yani Kurtarıcı İsa.


Dünyanın gördüğü en büyük ustalardan birinin elinden çıkma ve onun diktiği yerde duruyor 500 yıldır, sessiz bir meydana bakan kilisenin loş bir köşesinde. Michelangelo'ya saygılarımızı sunup çıktık, file tosladık.


Sırtında taşıdığı Mısır dikilitaşını civarda bir yerlerde bulunca bir kaide yaptırıp meydana dikmeye karar vermişler, kaideyi Bernini'ye sipariş etmişler. O da bu fili önermiş, "kusursuz bilgiyi taşımak için sağlam bir akıl gerekir" diyerek. Siparişi veren dönemin Papa'sı, işte eskizler yapılmış falan, herkes filden memnun derken gene bu meydana bakan başka bir kilisenin rahibi, heykeli kendi kilisesinin önüne istemiş, üstelik fil yerine de köpekler olsun istemiş. Bu kilise bir Dominikan kilisesi, Domini Cane, yani "tanrının köpekleri", yani tanrıya sadakat falan. Papa reddetmiş ama Dominikan rahip pes etmemiş, projenin her anında araya girip Bernini'yi çıldırtmış. "Bu fil, bu dikilitaşı taşımaz, filin altına bir küp koysun destek için" diye tutturmuş, Bernini "Ben bundan çok daha ağır şeyleri havalarda uçuşturdum, sen kimsin?!" diye itiraz etmiş ve fakat Papa destek için küp ekleme fikrini kabul etmiş.

Bernini "Ya sabır" diyerek küp yerine bir küre tasarlamış, filin karnının altına yerleştirmiş, görünmesin diye de filin sırtına bu örtüyü atmış. Fakat esas intikamını şöyle almış; bu aşağıdaki, filin kıçı.


Burası da kıçın baktığı istikamet, Dominikan rahibin kilisesi.


Yani ne yapıyormuşuz, sanatçının işine karışmıyormuşuz. Yoksa sonsuza kadar fil kıçına bakmakla lanetlenebiliyormuşuz.

Caravaggio da yarına kalsın, kendi yazısını hakediyor zaten. Uyumsuz, suratsız, sokak çocuğu, dünyanın en karanlık ama en ışıklı resimlerini yapan, diyorum işte bedess madırfakır Caravaggio. Haydi bakalım.

November 16, 2013

"Warhol tanıdığım en salak insanlardan biriydi..."

"...çünkü söyleyecek hiçbir şeyi yoktu."

Cümlenin sahibi Robert Hughes, bir sanat eleştirmeni, geçen sene televizyonda şans eseri "The Mona Lisa Curse" belgeselini seyrettik ve çarpıldık. Sanatın nasıl bir piyasa haline geldiğinden, ödenen meblağlardan, dönen dolaplardan bahsediyordu; iddiası, bu çirkinliğin önemli bir kilometre taşının Mona Lisa'nın New York'a "gezmeye" geldiği ve önünde kilometrelerce kuyruğun oluştuğu 1963 yılı olduğu. Mona Lisa o kadar bilindik bir imaj haline geliyor ki bütün anlamını yitiriyor, laneti de böyle başlıyor.

Zihnibeyler'e belgeselin adını ararken küçük bir parçasını buldum, şansıma zaten aradığım yeriydi.

Aşağıdaki videoda Hughes önce Damien Hirst'e, sonra Andy Warhol'a, akabinde tanımadığım başka birine ve final olarak da konuştuğu zengin Warhol kolleksiyoncusuna giydiriyor.



6 parça halinde şurdan seyretmek mümkün belgeselin tümünü, benim için son derece zihin açıcı bir deneyim olmuştu. Robert Hughes hiç lafını sakınmayan ve başka türlü düşünebilen bir eleştirmenmiş, ciddi şekilde hayranlık besliyorum.


July 24, 2013

Tatlı Rüyalar

Bugün Leylak Dalı'yla Cermodern'de buluştuk. Kakara kikiri, limonata, kahve falan, sonra da Hacettepe Güzel Sanatlar Öğrencilerinin Mezunlar Sergisi'ni gezdik. Leylak Dalı da yazdı sergiyi, şurdan bakabilirsiniz.

En çok beğendiğim bu aşağıdaki üç kavanoz oldu, içlerinde kum, çakıltaşları ve kağıttan hayaller var. Yağmur Sarıaltun yapmış, "Tatlı Rüyalar".



Pop-up çocuk kitabı görünce heyecanlandım, Özlem Aytekin'in kitaptan fırlayan kız çocuğunu, tavşanını, köpeğini falan çok sevdim.


Göker Kurular'ın her gün çapulanlar için özenle tasarlanmış motorcu kaskını çok havalı buldum.


Bana en çok hitap eden işlerden biri Adnan Anıl Çabuk'un "Pas pas"ı oldu sanırım. Gerçi eve gelen giden yok, kapıyı en çok çalan insan su getiren abi ve onu da seviyorum ama olsun, görünce ehi ehi diye güldüm. Kağıttan nazik hayallerden kırık camlı paspasa nasıl vardım, ben de anlamadım; içimdeki hödük, içimdeki çocuğun ensesine şaplağı yapıştırmış olabilir. ("İçimdeki çocuk" esprisi yapan bir ben kaldım değil mi dünya üzerinde?)


Yeri gelmişken sergiyi önce gezen, akabinde de yıkan adamdan da bahsetmem gerekiyor. Selam falan verince bizim gibi mazbut sanatsever sandık, meğer sanat bölümünde hocaymış. Bu "hocalığını" tanıdık tanımadık herkese bahşeden insanlar benim uykumu getiriyor. "Çok yetenekli çocuklar var, umarız hepsi istedikleri işleri bulur. Zira sanatla, güzel fikirle para kazanmak zor" dedik, çalışan kazanır-elması kızarır ayarında bir cevap verdi. Biraz kaçtık, sonra Hoca Bey dokunduğu her şeyi devirmeye başladı. Ben çıkışa doğru hızla ilerlerken Leylak Dalı'nı bir panonun arkasına saklanmış, sessizce gülmekten ikiye katlanmış vaziyette gördüm gözümün ucuyla. Hiç durmadan devam ettim yürümeye, o sessiz kahkahalar devasa bir çığa dönüşürdü ve ikimizin de sonu olurdu.

Leylak Dalı'nın verdiği kitabı (bakınız yandaki fotoğraf) ve Cermodern'den aldığım ayracı (gene oraya bakınız) çantama atıp kızgın Ankara güneşi altında yürüdüm, kendimi barbar kocamın dükkanına attım. Yastığımın altında Alper Canıgüz'ün Cehennem Çiçeği var, bitince kedilere başlayacağım.

Ayraçta diyor ki, "Bugün bir-iki köprü yakmak için iyi bir güne benziyor". Köprüler yakılmak, yollar yürümek, bazı paspaslar üzerinden atlayıp geçmek için vardır.

Hiç bu kadar uykum gelmemişti, barbar kocam televizyonda zombi öldürüyor, ona bakarak koltukta uyurum diye hesap yaptım hemen. En kötü günüm böyle olabilir, bence bir mahsuru olmaz.

November 12, 2012

pelerinim nerde?!

çalışmak yerine yapabileceğimiz bi sürü başka şey şurda, her gün yeni bi tane ekleniyor.

September 26, 2012

bayılırım canlı renklere

takip ettiğim bi blogda gördüm, çok hoşuma gitti. miss moss, new york moda haftası'ndaki bi defilenin elbiselerini ukraynalı bi halk sanatçının resimlerinin üzerine oturtmuş. elbiseler mara hoffman, resimler maria primachenko. resimleri keşfettiğime daha çok sevindim.





September 13, 2012

krom sarısı ve yalnızlık

yarın için sunum hazırlıyorum ama 2 dakika durup şunu yazmam gerekiyor. bi süredir bi BBC belgeseli seyrediyoruz, "power of art - sanatın gücü" diye. 1600'lerden başladı, her bölümde başka bi ressam ya da heykeltraştan bahsediyor ama döneminin geleneklerinden sıyrılmış, söyleyecek bi lafı olan, aykırı sanatçıları seçmişler hep.

dün akşam van gogh'lu bölümü seyrettik, ben böyle sanatçı buhranlarını, o meşhur kulak kesme hikayesini bi kere daha dinlemek gibi beklentilerle oturdum, ki severim van gogh. kim sevmez ki zaten, herhalde en çok ismi bilinen ressamlardan biridir. ve fekat BBC, BBC'liğini yaptı ve beni çok çarptı bu bölüm.

deliler gibi kitap okuduğunu bilmiyordum mesela, şekspir'i falan hatmettiğini, yalnız olduğunu, sevilmek istediğini. bazen günde birden fazla resim bitirirmiş, öyle fışkırıyormuş içinden resim yapma isteği. hiç resim eğitimi almamış. ve kardeşi theo'ya yazdığı mektuplar tabi. mektupları biliyordum ama mesela hep şöyle imzaladığını bilmiyordum; "ever yours with a handshake", çok istedim türkçe karşılığını yazayım ama bilemedim nasıl çevrilir. böyle deli gibi mektup yazmak nasıl bi histir, anladığımı düşünüyorum.

ruhu huzur bulamamış, en sonunda kendini vurmuş. bunla ilgili de türlü tevatür dolaşıyor, öldürüldüğünü iddia edenler var. son sözü "the sadness will last forever" olmuş, "hüzün sonsuza kadar sürecek". mezarı paris'te bi yerlerde, yanıbaşında da kardeşi theo yatıyor, van gogh'tan bi sene sonra ölmüş o da.

belgeseli hazırlayan sanat tarihçisi simon schama bu aşağıdaki resmini anlattı en sonunda, neden çok önemli olduğunu. resmin ortasındaki hiç bi yere varmayan yol, hiçe sayılmış perspektif kuralları, bakanı içine alan buğday tarlası ve geliyorlar mı gidiyorlar mı belli olmayan kargalar. sonsuz yalnızlığın ve hüznün resmi.


resimleri kimselerinkine benzemeyen, yalnız ve üzgün van gogh'u bi kere daha bağrıma bastım dün akşam. geçen kış bi müzede "vazoda ayçiçekleri"ni görmüştüm van gogh'un, bütün hüznün yanında resmen hayat fışkırıyordu resimden, bu ikisini aynı anda nasıl resmedebilir insan hala anlayamadım.
belgesel dizisini seyrettikçe ne kadar çok resmi dünya gözüyle görme fırsatım olduğunu farkettim ve çok şanslı hissettim kendimi. bi şey için şükran duyacaksam bunun için duyabilirim hiç düşünmeden.

ever yours, always with a handshake,

fermina.



August 17, 2012

gemma correll

çok beğendiğim bi sanatçıdır. şu kendisi:


şunlar da bi kaç illüstrasyonu:





şurdan da web sayfasına gidebilirsiniz.





August 2, 2012

ben sustum en azından

çok beğendim. diyor ki, dünya güzel, herkes susup tadını çıkarmalı. bu 10 yaş altı nalet temenniler çok hoşuma gidiyor.


June 14, 2012

i don't like watercolour but watercolour likes me

marilyn manson'ın suluboya resimlerini kim bilir kaç sene önce televizyonda görmüştüm, sergi açılışını haber yapmışlardı. kan, tükürük ve kedi yavrusu püresi falan yerine sulu boyayla resim yapıyor olmasını çok sevimli bulmuştum. aşağıya koyuyorum bi kaç tane.

ilk resim, kedisi lily white. ikincisi vincent gallo, sonuncu da ara sıra dövdüğü? bi arkadaşıymış.