Showing posts with label güzel dizi. Show all posts
Showing posts with label güzel dizi. Show all posts

December 23, 2019

Viçır Is Not Viçıng, Çeşitli Mimarlıklar, Bazı Çeneler Ne Kutlu Çeneler

Çok rüzgâr var bugün burada, yağmur da yağacakmış, güvercinlere öğünlerini takdim ettim. Köpenkler karşılıklı koltuklarda uyuyor, Koko battaniyemi gasp etmiş ama alamayacağım kıçının altından, çok derin uyuyor.

The Witcher'ı sebat edip bitirdik, ben beğenmedim. Dizinin oyuncu kadrosu belli olmaya başladığında herkes kendini yerlere atmıştı, "Henry Cavill'den Geralt olmaaaağz!!" diye. Bence dizideki tek iyi şey Henry Cavill'di, gayet inandırıcı bir Geralt olmuş sesinden tutun haline tavrına kadar. Geriye kalan karakterlerin sevilecek bir yanı yok, karakterlerin bir derinliği yok. Bakılacak bir özellikleri de yok; saçları çok kötü, kıyafetler sıkıcı.

Saç, makyaj, kostüm departmanını geçtim, senaryo da iyi değil. Savaş çıkıyor, anlamıyoruz neden. Gelip şehri yakıp yıkıyorlar, kim bu düşman? Düşmana neden düşman olmamız gerekiyor? Bu insanlar kim? Bu kraliçe neden bu kadar gerizekâlı? Kadın kendini kuleden aşağı attı sonunda, "Ayh aptal kadın" diye gözlerimi devirdim. Ben Cersei'nin ölümüne ağlamış insanım.

Ayh neyse. Game of Thrones'dan sonra hayatın bir daha eskisi gibi olmayacağı belliydi zaten. Onun da son sezonundan hıncımı alamadım, haydi kapatıyoruz hop hop diye bitiriverdiler. The Witcher, o boşluğu dolduracak dizi değilmiş. Ama Henry Cavill'in köşeli çenesine ve karın kaslarına bakmak için seyrederim tabii ikinci sezonu.

Perşembe günü Urla'ya doğru yola çıkıyoruz, yılbaşından ziyade babamın 1 Ocak'taki 75. doğum günü vesilesiyle. Doğum gününden neredeyse bir hafta önce gidiyoruz çünkü biliyorsunuz çalışmayan telefonlar, çöken internetler, allah bilir utanıp bize söylemedikleri başka neler.

Hafta sonu bianet'e "forensic architecture" hakkında yazdı, valla okurken bir sürü şeyi merak edip gugılladım. Adli mimari tabir edilen iş gerçekten çok etkileyici, Eyal Weizman da enteresan bir mimar. Şuradan okuyabilirsiniz yazıyı. Weizman'ın kitaplarını ve El Cezire televizyonda yayınlanan Rebel Architecture belgesel serisini merak ettim. Weizmanlı bölümü şu:



Weizman'ın gözetleme kulesindeki bir askerle arasında geçen diyalogla başlıyor. Diyalog gerçekten İsrail'in Filistin'deki varlığının nefis bir özeti gibi. Weizman'ın iddiası, İsrail'in mimariyi ve yerleşimi bir savaş aracı olarak kullandığı. Bu bölümü seyredip diğerlerine de bakacağım. Rebel Architecture serisi, mesleklerini bir direniş yöntemi olarak icra eden mimarları anlatıyor.

Bir başka doğum gününü kutlayıp gideyim. Eddie Vedder, ay lav yu sins 1991.



Eski Türkiye'de MTV vardı, eski MTV de müzik kanalıydı. 1992'de 13 yaşında bir kuduz ergen olan ben, bütün dünyayla aynı anda oturup bu "unplugged" konseri izlemiştim. Bir daha da kendime gelemedim zaten.

Köşeli erkek çenesi motifini de hayatıma Eddie Vedder sokmuş olabilir, şimdi düşündüm de.

Çamaşır yıkamam, anamla babama götüreceğim şeyleri ayırmam filan lazım. Kalkayım masadan. Grunge hırkasını giymiş kardeşlerimden başlamak suretiyle hepinizi öbüyorum. iyi haftalar temenni ediyorum.

July 23, 2019

Çeşitli Yaz Meşguliyetleri

Valla nasıl oldu bilmiyorum ama dün gerçekten evi süpürüp paspasladım, bezelye pişirdim, 25 dakikalık hafif bir yoga yaptım. Kargo bile geldi o arada ama kitabı bitiremedim, 10 sayfa kaldı. Birazdan çöker bitiririm. Bizim Büyük Challenge'ımızın 36 maddesinden 13 tanesi kaldı. Goodreads'de de şalanja girmiştim bu sene 45 kitap okurum diye, geride kalmadım henüz, programa uygun ilerliyorum. 45 de aslında çok acıklı bir rakam, bir miktar geçerim o sayıyı diye umuyorum. Okumak için dizdiğim çok kitap var gene.

Big Little Lies seyrediyoruz beğenerek ve heyecanla, ilk sezonu bitirdik, ikinciye başladık. Nicole Kidman, Reese Witherspoon filan var; ikinci sezonda Meryl Streep de eklendi.


Fragmanda dev bir gerilim-macera-suç havası var, sanki her saniye tokat yiyecekmişsiniz gibi. Dizinin kendisineyse daha sessiz ve derinden gelen bir gerilim hâkim.

Müzikleri de güzel, Spotify'da liste buldum, buraya da ekleyeyim. Birkaç gündür bunu dinliyorum:


Galiba daha önce yazmadım, bir de Sharp Objects seyredip beğenmiştim. Gene dramlı ve gerilimli. Niye Big Little Lies seyrederken aklıma geldi diye düşünüyordum, yönetmenleri aynıymış meğer:


Bir yerlerde okudum, Sharp Objects'i "güney gotiği" kategorisine sokmuşlar. Çok yerinde buldum bu tespiti. Big Little Lies da California'da geçmese aynı kategoriye girerdi, coğrafyadan kaybediyor. 

Eskisi gibi cayır cayır kavuran bir yaz gelmedi, şu saatte oturduğum yerde usul usul kavruluyor olmam gerekirdi, bugün bir de serince rüzgâr var. Ben daha uyuz bir yaz hayal etmiştim, yaprak kıpırdamayan, saatlerin geçmek bilmediği filan. Uyuz yaz beklentisi ve biraz da Güney Amerika/Amerika'nın güneyi edebiyatından ilhamla, güneşin yakmaya başladığı bir akşamüstü çilekli limonata yaptım. Yetişkin limonatası, alkollü. Sürahiye doldurup terasa çıktım. (Köfte kokusu bitmedi komşular, artık pirzola filan da yapıyorlar. Bütün menüyü tespit edebiliyorum baca dumanından. Neyse.)

O sürahiyi içtik. Sonra ben kendimi kokteyllerin renkli dünyasında buldum, boş vakitlerimde tarif okuyorum, not alıyorum. Marketlerde ve internetlerde dolanıp malzemelere bakıyorum. İyi tarafı, kaç sene önce Sevda bana bir shaker ve 4 adet martini bardağı hediye etmişti çünkü allah bilir neye takmıştım ve yerlerde yuvarlanıyorum "Shaker lâzım! Çok lâzım!" diye. Evde ayrıca metal kokteyl çubukları ve karıştırıcılar filan da vardı. Şimdi sık sık kullanıyorum hepsini. Kötü tarafı, bir şişe iyi cine gözümün önünde 50 lira zam geldi geçen hafta. Bulduğum tarifteki marka kahve likörünün şişesi 166 lira. Memleket batıyor, benim aklıma kokteyl yapmak geldi. Bir şişe bira kaç para oldu, kokteyl ne demek? 

Hadi bu alkol, olmasa da olur (Ahhahhah ay kendime güldüm), Postcrossing gibi dünyanın en sakin, en emekli hobisinden de elimi eteğimi çektim. 15-20 kartpostalla, içlerinde Amerika'ya gidecek olan varsa hele, postanede gişeye dayanmak valla biraz yürek istiyor. Amerika'ya bir kartpostal 4,60-4,95 lira arası pulla gidiyor. 

3 aydır yazmıyordum, normal market alışverişine verdiğim paraların şokunu evde kendi kendime ve eşime dostuma haykırarak yaşadım. Buraya bohem ve sanatsal bir şekilde kokteyl malzemelerini ve posta pulunu uygun gördüm. Yani içkinin yasak olduğu dönemlerde bile insan ırkının içmesine mâni olamamışlar, Homo Sapiens ile alkol arasına kim girebilir a dostlar? Arkeologum ben, biliyorum bunları. 

Öberek gidiyorum, başka şuursuz şikayetler ile geri geleceğim.

April 12, 2018

Korsan Baba, Teleferik, Güzel Dizi, Çok Güzel Blog

Annemi düzenli olarak videolu arıyorum, babam sağdan ve soldan dahil olmaya çalışıyor her seferinde. Pek olamıyor, annem öldür allah o ekranı babamın da kafasının sığacağı şekilde çevirmiyor.

Dün annem bir şeye bakmak için kalkınca babam belirdi ekranda:


Sinirlerim bozuldu, gülmekten patatese döndüm. Hiçbir şey söylemeden çaldı da çaldı tepsiyi. Sonra bakla ayıklayacağını beyan edip tepsisiyle uzaklaştı. Performans sanatı dedikleri bu değilse ne bilmiyorum gerçekten.

Sarajevo'da olan biteni internetlerden ve gugıl tıransleyt yoluyla takip ediyorum. Olimpiyatlardan kalma meşhur teleferik yeniden kullanıma açıldı, savaştan sonra ilk seferini yaptı geçen hafta. Gidiş-dönüş bilet fiyatı 20 KM olarak açıklanınca kıyamet koptu, anket filan yaptılar:

"20 KM vermeye gücünüz yeter mi?" diye soruyor, valla hemen "Ne"ye bastım. 20 KM dediğin 52 lira yapıyor, oha. Yalnız değilmişim, %90 çoğunluk isyan ettik. Sonra okudum, sanırım Bosnalılara 6 KM, turistlere 20 olarak yeniden düzenlenmiş fiyatlar. Buna da ayrıca bozuldum. O paraya iki kişi cevapçiçi yeriz.

The Terror dizisini seyrediyoruz, çok beğeniyorum. 1845'te İngiliz Kraliyet Donanması'ndan iki gemi kutup keşfi yapmak üzere yola çıkıyor, başlarına gelmeyen kalmıyor. Kutup keşfi de değil aslında, idealist bilimsel nedenlerle gitmiyorlar, ticaret yolu açma peşindeler. Bir hayli gerilimli, nefis bir hikaye. Kısmen gerçek hadiselerden esinlenmiş bir romanın uyarlamasıymış. AMC parayı basmış sanırım, prodüksiyon pek havalı. Fragmanını koyayım:



Son olarak bir de güzel blog önereceğim, sahibesi hiç karşılaşmadığım ama buralar sayesinde tanıdığım bir kız kardeşim. Hayatından işlenmiş şekeri çıkardı, bu macerasını anlatmak üzere yazmaya başladı ama hayatla derdi ve edecek lafı olan herkes gibi sadece şeker meselesiyle kalmıyor yazdıkları, "Ay ben de, ben de!" diye diye okuyorum. Zaten musallat oldum, okurken fark edersiniz büyük ihtimalle. Buraya yazdıklarım yetmezmiş gibi bir de oraya hayatımı anlatmaya başladım. Şuradan üstüne tıklayarak gidebilirsiniz bendahaşekerim bloguna. Ben de internetlerde paten satılıyor mu diye bakmaya gidiyorum. Paten kaymışlığı olan komşulardan tavsiye bekliyorum. Ama eski usül, 4 tekerli paten, ayakkabılı olsa daha bile iyi olur.

December 7, 2017

"Diese Stadt Ist Krank"

Yani diyor ki, "Bu şehir hasta."

Netflix'te yeni diziye başladık, bitirmek üzereyiz, şiddetle tavsiye etmek istiyorum.



Herkesler Stranger Things'le karşılaştırmış, Stephen King'in It'iyle filan. Çok daha karanlık, daha yetişkin ve allahım ne kadar da güzel bir şekilde Alman.

7 bölüm gömdükten sonra kafamda Almanca cümleler kurmaya başladım seyrederken, "Aber warum hast du das gemacht?" filan diye. Günün bilgisi: Dizi seyrederken kafamın içinde konuşuyorum. Bir sonraki repliği tahmin etmeye çalışıyorum, karakterlere soru soruyorum, onaylıyorum filan. Eğer gerçekten dev bir hadise yaşanıyorsa ekranda, dönüp barbar kocama bağırıyorum, "OHA NEDEN BÖYLE OLDUAA?!" diye. Bizim evde buna "yorumlu seyretmek" deniyor.

Dün akşam bir de Alman grameri tartışmak zorunda kaldık, bazı fiillerin mastar hali ayrı, cümle içinde ayrı. "Auslöschen" mesela, söndürmek manasında. Üçüncü tekil, şimdiki zaman, cümle içinde "löscht aus" haline geliyor. "Aus" en sona gidiyor yani cümlede. Ben geçmiş zamanlara geçemeden barbar kocam baygınlık geçirdi, oysa bir de "hat ausgelöscht" hali var.

Ağaç yaşken eğilir yıllarımda öğrendiğim için olabilir, çok tutkuyla seviyorum bu dili. Fakat unuttum yıllar içinde, liseden çıktıktan sonra her şeyler İngilizce'ydi çünkü. Kalkıp kursa filan gideceğim de yok, Netflix biraz daha Almanca dizi çekerse bir yerlere gelebilirim diye düşünüyorum.

Ay tam gidiyordum, ekşisözlük'e bakacağım tuttu.


Bir yazıda virgül olmayınca okumakta çok güçlük çekiyorum. Neyse.

Arkadaşlar, elaleme süsleniyor musunuz? Kulaklarınızla aşık oluyor musunuz? Bugün de göze hitap etmeyi başarabildiniz mi? Gecelik giymek istememek kaynaklı anormalliğinizi tedavi ettirmeyi düşünüyor musunuz? Sevdiğiniz için bütün koşullara rağmen gecelik giyiyor musunuz? Bakın sevdiğiniz için dedim?

Ahhahhahha ay ne güldüm, sinirlerim bozuldu. Gözleriyle değil kulaklarıyla aşık olan kadınlar, her gece seksi gecelik filan, umut dünyası tabii, naapıcaksın.

Haydin öbtüm. (Seni değil ekşisözlük yazarı. Seni değil. Sen cinsiyetçi bir hıyarsın.)

November 9, 2017

Kırmızı Çente

Az aşağıda anlattığım halay felaketi boyunca kafamda ponponlu bere varmış benim, paltomu çıkarmayı akıl etmişim fakat bere gündemime girememiş. Fotoğraflı belgeler var ama hem kendimi hem arkadaşlarımı yakmayayım şimdi. Aman yarabbi. Bu telefonların fotoğraf da çekmesi işi hiç iyi olmadı gerçekten.

Neyse. Günün bilgisi: Eşantiyon seven bir insanmışım ben. Sorsanız kesinlikle reddederdim ama resmen öyleyim, içim sevinçle doluyor.

Eşantiyona geleceğim bilahare. Dün sabah spora gittim, eve döndüm, duş aldım, tekrar fırladım. Yenimahalle'deki Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü'ne gitmem lazımdı. Çok sevdiğim bir aile dostumuzun Makedonya doğumlu 72 yaşındaki babası yeniden Makedon olmaya karar vermiş. 3 ay önce yaptıkları başvurunun durumunu sormaya gittim çeşitli otobüslere binerek, inerek, sıkışarak filan.

Başvuru, başvurulduğu haliyle duruyormuş, bir miktar telefon numarası filan alarak çıktım. Kendimi Kızılay'a attım, Rossmann'a girdim. Bu kozmetik marketler açılmadan önce sanki bu kadar çok kozmetik almıyorduk biz. Barbar kocamın diş macunu, deodorant gibi taleplerinin yanında bir de Ada'ya kuru şampuan alınacaktı. Neden diye sormanızı çok arzu ediyorum.

Çünkü Ada'nın anası (Sevda) gece vakti eve böcek girince paniğe kapılmış, eline gelen ilk spreyli kutuyu hayvanın üzerine boşaltmış. Kuru şampuanın böcek öldürmediğini böylece anladık ve yani ben olsam lise son talebesi çocuğumun şampuanından bir günahmışçasına uzak dururum. Sınava girecek bu, zaten hormon dalgalanmaları da var. Bırak şampuanı, odasına yanaşmam.

Rossmann'da bütün raflar doluyken çocuğun şampuanının rafı bomboştu. Endişeler içinde başka bir tane aldım. Bir de multivitamin aldım, acaba iyi midir, nedir, kullananınız var mıdır? Duş jeli filan da atıp sepete, kasaya yanaştım. Oğlandan torba istedim, bana "Aaa ağır oldu bunlar, ben size şunu vereyim," dedi:


Böyle kalın kağıdımsı kumaşımsı çanta. "Ahihihih ayyy çente!" gibi bir şeyler diyebildim, işte o anda içim eşantiyon sevinciyle doldu. Aldıklarımı doldururken oğlan bir de kasanın altından ufak bir makyaj çantası çıkardı, ham kumaştan, üzerinde ananas baskısı var. Onu da ağzım kulaklarımda torbaya attım. Seksen kere teşekkür edip çıktım dükkandan.

Meclis Parkı'ndan geçerken köpekleri besleyeyim dedim. İki tanesine yanaştım, hiç yüz vermediler mamalara. Mama yemek yerine benimle yürüdüler bir süre, koşturup önden gidince durup benim yetişmemi beklediler, bir tanesi bir yerlere takılınca diğeri durup onu bekledi, sonra yine koşup bana yetiştiler. Dünün en güzel şeyi bu toplu yürüyüştü. Fotoğraflarını çektim:


Yürüyüş öncesi ısınma ve kaşınma.

Sevda'ya uğrayıp doğru marka olmayan kuru şampuanı ve ananaslı makyaj çantasını bıraktım. Ben olsam çantayı Ada'ya verir, aramızı düzeltirdim. Sevda'nın gözündeki pırıltı aksini işaret ediyordu, eşantiyon tutkusu herkeste patlak verebiliyor.

İnleyerek eve girdiğimde 11.500 küsur adım atmıştım, elimde 5 kilo kozmetik dolu kırmızı çanta, sırt çantamda da market alışverişi vardı. Akşam dondurma yedim sevinçle.

Yeni bir diziye başladık, Alias Grace. Yine Margaret Atwood'un bir romanından uyarlama. İki bölüm seyrettik ve çok beğendik.



Gideyim biraz camdan dışarı bakayım, güneş var bugün.

October 22, 2017

Yirmi Birinci Gün / Pullarla Kavga Ettim, Ajansı Aldım, Güzel Dizi Başlamış

21 günlük şalanjı böylece bitiriyorum, her gün kendimle ilgili bir bilgi ile devam edeceğim. Umarım ederim, bana da iyi geldi çünkü her gün yazmak.

Günün bilgisi: "Günaydınlar!" lafına neden bilmiyorum ama çok sinir oluyorum. Niye günaydın değil de günaydınlar? Belki suratsız biri olduğum için o neşeye ve yaşama sevincine gıcık kapıyorumdur. Hepimiz sabah programı sunucusuymuşuz, öğlen haberleri spikeriymişiz gibi bir haller. Gözümün önüne anında devasa irilikte, zorla beyazlatılmış dişler geliyor bir yerde "Günaydınlaaar!" okuyunca.

Dün sabah uyandım, köpenkler sağımda solumda horul horul uyuyordu, ben de bir süre öylece yatmaya devam ettim. Sonra sıcak bastı. Köpekler acayip ısı yayıyor. Kalkıp kahve yaptım.

Kahveyi çekirdek halde almak lazımmış, öyle daha taze kalıyormuş. Kahvecide öğüttürüp eve getirir getirmez bayatlamaya başlıyormuş diye el değirmeni almıştım. Onu da seramik dişli almak gerekiyormuş, metal dişler dönerken ısınıp kahveyi bozuyormuş falan filan. Valla bu kahve dünyasının detayları beni bunalttı bir hayli. Daha tam ayılamadan tor tor tor değirmen çevirdim mutfakta dikilip.

Oturup kartpostal yazdım bir miktar. Arkadaşlarıma yazıyorum artık sadece, posta ücretleri az buz değil. Yurtiçi 1.80, Avrupa'ya kartpostal 3.90, daha uzaklara 4.30 lira olmuş. Postcrossing'de 17 kart yollama hakkım varmış, orasının Çinli ve Tayvanlı kartpostalcı dolu olduğunu da düşünürsek ohooooo, resmen pahalı hobi olma yolunda dev adımlarla ilerliyor.

En son geçen sene filateli.gov.tr'den pul sipariş etmiştim, posta ücretleri zamlanınca elimdeki pullar bir tuhaf kalmış, 3.90'a, 1.80'e tamamlayacağım diye alnımda terler birikti. Yeniden sipariş mi versem diye girip baktım, ay allahım bakmaz olaydım.


En son ne zaman bu kadar kötü çizilmiş insan figürleri gördüm hatırlamıyorum. Kadınların burunları yok, birinin var ama onu da sanki başkası çizmiş de yanlışlıkla araya sıkışmış gibi. Herkes koca kafalı, bir kısmının boynu yok. O arkadaki eline bayrak yapışmış gibi duran kadın neden orada? Ay ne biçim tasarım bu?

Bir süre dolandım pulların arasında, içim bayıldı. Postaneden 10, 20, 30 kuruşluk pul almaya çalışacağım, elimdekilerle tamamlayıp bir süre idare edeyim.

Gazete okudum biraz, AP'nin sayfasında Işid'e katılan yabancı savaşçıların durumu ile ilgili bir haber vardı, Avrupa ülkeleri ölülerini de dirilerini de geri almak istemiyormuş ama açık açık da söylemiyorlarmış. Arada Işid karşıtı koalisyondan Amerikalı bir diplomatın açıklaması vardı:


Diyor ki "Amacımız, yabancı bir ülkeden gelip de Suriye'de Işid'e katılan her savaşçının Suriye'de ölmesini sağlamak.", sonra da iyice anlaşılsın diye ekliyor, "Yani Rakka'da iseler, Rakka'da ölecekler."

Bu Amerikan usülü sorun çözme beni çok memnun etti dün. Ben olsam Rus usülü sorun çözerek o "Işid gelinleri"ni de ortadan kaldırırdım. Çünkü takip ediyorum, kapatıldıkları kamplarda neşeyle anlatıyorlar eve getirilen Ezidi kadınların ve çocukların başlarına neler geldiğini, nasıl sadece seyrettiklerini. Ne pişmanlık var ne de insaniyete dair herhangi bir emare.

Gerçi ben Işid'e gelin olup sonra kaçmaya çalışırken ölenlere de acımıyorum. Kardeşimle konuşmuştuk bunu, o anlamaya çalışıyordu kızların durumunu. Ben üzülemiyorum, gördüğümüz her şeyi görüp gene de Işid'e giden o Avrupa doğumlu kızlarla empati kuramıyorum, hallerini anlamakla ilgilenmiyorum, ölmelerinin bir kayıp olduğunu da düşünmüyorum.

Kadın ya da erkek, cihat bir tür meslek. Suriye belki durulacak, bunlar başka bir yerde mesleklerini yapmaya devam edecekler. Ortalık Boşnak, Çeçen cihatçı dolu. Genelde memleketlerine dönüp bakkal filan açmıyor bunlar, kendilerine yeni bir cephe buluyorlar.

Bu konuyla ilgili fikirlerimi Rus ayısı Boris'mişim gibi açıkladığıma göre devam edeyim.

Tarhana çorbası yaptım, brokoli haşladım. Akşam da biraz mısır patlatıp yeni diziye başladık, Mindhunter diye. Yapımcısı David Fincher, bazı bölümleri de o çekmiş. 1970'lerin sonlarında FBI'da geçiyor, seri katillere henüz seri katil denmiyor, daha yeni uyanmaya başlamışlar böyle bir şeyin varlığına. Davranış bilimleri, psikoloji filan işin içine girebilir mi diye bakıyorlar. Kriminal profil çıkarma işi ortalıkta yok. Bütün bunların nasıl başladığını anlatıyor. Ben çok beğendim.

Gideyim bu güneşli pazar günü faydalı bir şeyler yapayım. Tam olarak bilmiyorum nasıl faydalı işler ama kompüterin başından kalkayım en azından.

March 28, 2017

Hayır, Katil O Değil

Dün akşam oturup şunu seyrettik:


3 bölümlük mini dizi, Agatha Christie'nin On Küçük Zenci'sinin uyarlaması. Bizde "zenci" diye basıldı, herhalde hala öyle basılıyordur, yurtdışında nigger yerine soldier olmuş o motif. Dizide de Asker Adası'na gidiyorlar, o meşhur tekerleme de askerli.

Bayağı karanlık, ürpertici, katil kim'li ve güzeldi, meraklısına şiddetle tavsiye ediyorum.

Arada bir piyango bileti alıyorum, bakmadan alıyormuşum, bunu farkettim. Yoksa şu numarayı kim alır allahaşkına?


Bir şey çıkmadı tabii ki. Süper Loto trilyorlar devretmiş, bir kupon ondan oynayayım bari. Bana her şey korkunç pahalı gelmeye başladı. Herhalde yaşlanıyor olmaktandır diye düşünüyordum, aynı gün içinde Mango'da 250 liraya kot salopet ve manavda kilosu 9,90'a muz gördüm. İkisi de ithal mamül, benim yaşımla ilgili değil sanırım durum.

Hava güneşli, çıkayım da manav gezeyim biraz.

October 12, 2014

(28) Güzel Kitap Adı ve Başka İnsanların Eşyaları

Sadece ve sadece adına vurulup aldım bu kitabı, ne yazarını biliyorum ne konusunu. Bir türlü de okuyamadım.

İlk sayfasını açtım, ilk cümleyi okudum: "Ayemenem'de mayıs, sıcak ve bungun geçer." Kitabı kapatıp bungun ne demek diye sözlüğe baktım. Sıkıntılı demekmiş. Ruh hastası olduğum için orijinalini buldum, "brooding" diyor orda, brooding için de tekrar sözlüğe baktım. Sonra bir süre camdan dışarı baktım, kalkıp kitabı rafa sokuşturdum.

Kitabı okumaya en çok yaklaştığım an bu oldu. Ama okuyacağım, belki de hiç benim hayal ettiğim gibi değil, olsun. Kadın, kitabı 1997'de yazmış, şu anda farkettim. Elimdeki de 12. baskıymış zaten.

Bugün yaptığım tek elle tutulur şey ekmek oldu. Dışarda can çekişen bir saksı kekik var, onlardan koydum içine. Bir de sırf meraktan pesto yaptım, yine dolapta çile dolduran bir sap fesleğeni kurtarmış oldum. Sonra da ekmekleri pestoya banıp BBC'de Antiques Roadshow seyrettim.

Pazar günlerimin en güzel şeyi bu antika programı, televizyonlarımızda BBC çıkmaya başladığından beri hastalıklı bir şekilde izliyoruz ailece. "AMAN ALLAHIM YOKSA LALIQUE Mİ O ŞİŞE??!! Hİİİİ TABAK RESMEN CLARICE CLIFF!!" noktasına gelmeyi başardık.

Konsepti çok basit, bir grup antika uzmanı, İngiltere içinde geziyor, her programda masalarını kurup kasabalıların eski eşyalarını getirmelerini bekliyor. Eşyalar gerçekten antika mı, hikayesi nedir, kim yapmış, kim kullanmış; bunları kısaca anlatıyorlar ve fiyat biçiyorlar. Ve allahım neler getirdi insanlar evlerinden. Biraz önce seyrettiğim bölümde yaşlı bir kadın, gerçek bir Albrecht Dürer baskısı getirdi. Dürer! 20.000 paunt fiyat biçti uzman. Geçen bölümlerden birinde bir adam, amcasının Titanik'in durduğu bir limandan attığı kartpostalı getirmişti; kart gelmiş, amca geri gelememiş.

Çok acayip hikayeler; eşyaların tarihi çok ilgi çekici. BBC HD kanalınız varsa, pazar günleri 20:00 civarı başlıyor, alt yazılı. Sırf şu program üzerinden çemkireceğim o kadar çok şey var ki aslında, başka bir zaman artık.





September 6, 2014

Dracula Untold

Meh meh meh yeni Drakula filmi geliyormuş.

Geçen akşam Abraham Lincoln'ün bir yandan da vampir avladığı filmi seyrediyordum, bir aktör kafama takıldı "Kimdi bu? Allahım kimdi kimdi?" diye.

Dominic Cooper'ı daha geçen hafta Fleming dizisinde seyrettim, üstelik de Ian Fleming'i oynuyordu, nasıl unutabiliyorum çok acayip. Fleming, 4 bölümlük mini dizi bu arada, yazarın Bond serisini yazmadan önceki hayatını anlatıyor, fena değildi.

Neyse, geçen akşam Abraham Lincoln'de acılı vampiri oynayan Dominic Cooper, sinemalara gelecek olan Dracula Untold filminde Fatih Sultan Mehmet'i oynuyor ahhahhahha! Vallahi billahi Fatih!

Fragmandan anladığım, Vlad, toprakları Osmanlı tarafından işgal edilince çareyi vampir olmakta buluyor. Sonra da Türkleri dümdüz ediyor.

Şimdiden itiş kakış başlamış, "KENDİNİZE GELİN HÖAYYT CEDDİN DEDEN NESLİN BABAN!" falan diye.

Vampir filminde tarihsel tutarlılık arayan gençosmanlı tosunlarına muvaffakiyetler temenni ediyorum. 300 Spartalı filmi hakkında ne düşündüklerini de çok merak ediyorum bir yandan.

Kostümler, renkler, müzik falan güzel görünüyor. Vlad'ı oynayan Luke Evans'ı da beğeniyorum. (Tabi ki ona da bir süre "Kimdi allahım bu, kimdi?" diye baktım. Hobbit'te kayıkçıydı. Böyle böyle geliyor demans herhalde.) Kendi adıma her türlü vampir filminin meraklısıyım, standartlarım da alabildiğine düşük. Yalnız bu sefer Dracula'nın bir Mina'sı yok galiba, Wilhelmina'nın da az ekmeğini yemedim ehehhehe.

January 10, 2014

Cadı Yuvası


American Horror Story: Coven izlemeye başladık, 9. bölümü bitirdik. Önceki sezonlara göre daha az korkunçlu geldi bana, cadıları biraz hafife almışlar sanki ve fakat Jessica Lange'ın yanında hem Kathy Bates hem de Angela Basset var, etkilendim kadrodan.

Bu sezonun kostümleriyle kim uğraşıyorsa lütfen gelip benimle de uğraşsın! Elbiselere, ayakkabılara, saçlara falan bakmaktan bir haller oldum, ergen gibi "Zoe'nin botları episode 4" falan yazıyorum google'la. Botlar da şunlar:


Yani hippie bataklık cadısı mı istiyorsunuz, sofistike şehir cadısı mı, hepsi var. Çabuk gaza gelen bir insan olarak hep siyah giyesim var, bu meseleden bahsettiğim arkadaşım S. "Bu botları alıp fırfırlı etekle, tüllü şapkayla mı giyeceksin? Kotla giyeceksin." dedi sakin sakin. O kadar haklı ki üzülüyorum. Belki bugün biraz çaba gösterip etek metek bir şey giyerim, bakalım.

Dizi New Orleans'da geçiyor, cadıların kendi iç meseleleri haricinde bir de vuducular var, dışardan gelen başka tehditler var falan. Zaten cadı popülasyonuna kıran girmiş, zor zamanlar yani anlayacağınız. Önceki iki sezonu sevdiyseniz ya da korkulu şeyleri seviyorsanız bunu da izlersiniz bence. Ben bütün kostümleri tespit ettim, bir şey beğenirseniz çekinmeyin, sorun. Ben de gidip elbise dolabına bakayım biraz.

May 28, 2013

operation smile ve küçük thalita

dün gece bi belgesel seyrettik, anne karnında hayat nasıl başlıyor, doğuma kadar neler oluyor diye. çok güzel bi bbc belgeseliydi, adı "inside the human body", ilk bölümdü bu sanırım. çok acayip bi şey öğrendim, onu anlatacağım hemen.

anne karnındaki embriyonun yüzü 2-3 aylık dönemde oluşup bildiğimiz insan yüzünü andırmaya başlıyormuş ve o dönemde gerçekleşmezse bu, asla da gerçekleşmiyormuş. bi puzzle gibi birleşiyor yüz diye anlattılar belgeselde, en son birleşip bütün parçaları yerine oturtan yer ise üst dudağımızla burnumuzun arasındaki olukmuş. bu oluğa geri döneceğim.

aşağıdaki videonun ortalarında görebilirsiniz parçaların nasıl oluşup birleştiğini, bi embriyonun scan'lerini birleştirip hazırlamışlar görüntüyü.




dudağımızı üstündeki oluk tam birleşmediği zaman tavşan dudak ya da yarık dudak denilen deformasyonla doğuyormuş bebekler. genetik bi faktör falan değilmiş yani bu, anne karnındaki bi anda işlerin beklendiği gibi gitmemesinin bi sonucuymuş.

seyrettiğimiz belgeselde gönüllü çalışan doktorlardan oluşan bi organizasyon vardı, "operation smile" diye, operasyon gülücük gibi yani. her 3 dakikada 1 çocuğun yarık dudakla doğduğunu, bu yüzden yemek yemekte, konuşmakta, sosyalleşmekte sorunlar yaşadığını ve bazı ailelerin bu ameliyatı karşılayamadığını anlatıyorlar web sayfalarında. 1982'den beri, çoğunlukla da 3. dünya ülkelerinde 200.000'den fazla çocuğun gülümsemesini tek kuruş almadan düzeltmişler.

brezilyalı küçük kız thalita, dün geceki belgeselde vardı, biraz karıştırınca ameliyatı yapan doktorun çektiği bu videoyu buldum. videonun 2. dakikasından sonra bi ara kameranın ekranını thalita'ya çeviriyorlar ve ameliyattan sonra ilk kez kendisini görüyor. o büyüyen gözler, o küçük gülümseme, dünyanın en güzel yüzü resmen. tabi ki ağladım seyrederken. dün gece bu gönüllü doktorları seyrederken barbar kocam dedi ki, "bu doktor akşamları 2 kadeh içki içiyorsa cehenneme mi gidecek yani?"

thalita ve doktoru david chong aşağıda.



February 2, 2012

o ev, the ev

eğer person of interest'in son bölümündeki eve bayıldıysanız, dizi seyrederken evlerin içlerine, insanların komodinlerine, mutfak dolaplarına falan bakan biriyseniz eğer, bu yazı belki ilginizi çeker.

o ev, new york'un soho'sunda bi loft, 1800lerin ikinci yarısında inşa edilmiş. eskiden metroya elektrik sağlayan küçük bi fabrikaymış, elden geçirip konut haline getirmişler, 8 yıl sürmüş bu tadilat. şu andaki sahibi marcus nispel, kendisini texas chainsaw massacre, friday the 13th, conan the barbarian gibi filmleri yeniden çeken adam olarak hatırlayabilirsiniz. biz aramızda "pis alman bok" olarak anıyoruz, zira filmler ne kadar kötüyse ev o kadar güzel. person of interest'te görünce "o ev, aman allahım o evvv!!" diye heyecanlandık. biraz karıştırınca öğrendim ki sahibi evde oturmuyormuş, parayı bastırana kiralıyormuş, 100 000 dolara bi ay, 50 000 dolara bi haftasonu kiralamak mümkünmüş. beyonce'nin halo videosu mesela, burda çekilmiş.

232 metrekareye oturan bina 5 katlı, katlardan birinde yüzme havuzu var, tavan yüksekliği yer yer 7 metreye ulaşıyor. yetmezmiş gibi bi de terası var, oysa ben sırf o yarım daire pencere için neler vermezdim! daha çok fotoğraf şurda.










January 30, 2012

new girl

dizimag çok şahane bi şey. sıfır çabayla onlarca dizi seyredebiliyorsunuz, altyazı var, dert-tasa yok. new girl'ü sağda solda okumuştum, oturdum seyrettim 10 bölüm. sesli güldüğüm oldu.

yeni terkedilen kız, 3 oğlanla aynı eve çıkar, olaylar gelişir. kız tuhaf, nerdy bile olabilir bi miktar, içinde bulunduğu durumları şarkılı hale getiriyor mesela, "uuuuu şimdiiii gidiiiipp süüüüt alacağıımm yeaaaahh" gibi. oğlanlar da dahil olmak üzere herkesin defoları var dizide, biri üniversite terk, öbürünün basketbol kariyeri erken bitmiş, en kariyer sahibi olanları ise kendini kadın mıknatısı zannediyor ve olmadık yerlerde tişörtünü çıkartıyor. esas kızımızın en yakın arkadaşı manken falan ama onun da gönlü nerde hayvanadam varsa onlara meylediyor.

neyse, netice itibariyle birbirlerini destekliyorlar, "arkadaşlık dostluk, en önemli şey bunlar hayatta" gibi bi havası var dizinin. bölüm bitince geride kalan hafif bi şey seyretmiş olma hissi, bi feel-good hali falan bana ally mcbeal'i hatırlattı biraz.

zooey deschanel'den pek hoşlanmıyorum. ona rağmen seyrediyorum diziyi. illa ki bi deschanel seçmem gerekiyorsa ablasını seçerim. bence daha güzel hem. ve bunun david boreanaz'ın köşeli çenesiyle hiç alakası yok.


December 2, 2011

norman sen en iyilerine layıksın

walking dead seyrediyoruz. ikinci sezonda bi çocuk kayboldu gruptan ve allahım bitmek bilmedi çocuğu arama-bulma çalışmaları. kal burda dediler sana di mi yavrucuğum, neden kendi kendine koşturuyorsun ormanın içlerine içlerine?
neyse, walking dead'de en favori karakterim redneck daryl. redneck medneck ama sanırım bi yerlerde bi kalbi var. bi de tabi norman reedus canlandırıyor.
norman'ım.
boondock saints'teki rol arkadaşı sean patrick flannery'nin makus kaderini paylaşıyor sanırım norman da. bi türlü olmadı, bi filmle falan patlamadı. en son lady gaga'nın klibinde gördüm, lady gaga ucundan ruj çıkan bi tabancayla taciz ediyordu norman'ı. şöyle ki;


hiç hoş değil.
neyse ki walking dead'de karizması var, ok falan atıyor zombilere, kolları yırtık gömleklerle dolaşıyor. 


evet. neyse. norman reedus bi yandan da helena christensen'in yavrusunun babası. bu şekilde birleştirin tabi genlerinizi, kimseye yaşam hakkı bırakmayın.


norman reedus'u daha havalı rollerde ve daha çok kolsuz gömlekle görmek istediğimi de ekleyerek ıspanak pişirmeye gidiyorum.



November 28, 2011

late night horror


küçüklüğümden beri korku filmlerine bayılırım. annemin hitchcock sevgisiyle başlayan korku filmi merakım, ananemle alacakaranlık kuşağı seyrederek devam etti. sonra gelsin elm sokağı kabusları, halloweenler. hiç sınırım yoktur, ister imdb'de 3.2 almış olsun, ister japon orijinalinden bininci kere yeniden çevrilmiş olsun, ben seyrederim. 

american horror story'yi indirip seyretmeye başladık, fx de göstermeye başladı o arada. los angeles'a taşınan 3 kişilik aile, o güzelim evi süper ucuza kapatmış olmalarının bi sebebi olduğunu yavaş yavaş anlamaya başlar. aldatan koca, düşük yapmış karısı, sorunlu kızları, yetmezmiş gibi bi de hayaletli eve taşınırlar. ev şu:


evin geçmişi çok karanlıktır, oturan kimse hayata normal yollarla veda edememiştir ve öldükten sonra da evden kurtulabilmiş gibi görünmemektedirler.

hikaye çok güzel, karakterler nefis, oyuncular bombe gibi, atmosfer tüyler ürpertici. evin kadim hizmetçisini canlandıran frances conroy'un dizideki kadınlara ve aile babası adamlara böyle aşağıdaki gibi;



niyeti bozmuş adamlara ise şöyle aşağıdaki gibi göründüğünü söylesem mesela?


evin içinde zaman zaman şöyle bi şey dolaşıyor, dolaşmakla kalmıyor bu komple lateks kostümün getirdiği bi takım sorumlulukları da yerine getiriyor.


ben çok sevdim, klasik hayaletli ev hikayesi ancak bu kadar iyi dizi olabilirdi. bi de allahım umarım jessica lange gibi yaşlanırım, çok güzel.


October 12, 2011

bones don't lie

bones'un 6. sezonunu bitirdim nihayet, bu da toplamda 129 bölüm seyrettiğim manasına geliyor, en baştan seyrederim, hiç sıkılmam.
bones'a sarmam david boreanaz'a taa buffy the vampire slayer ve angel zamanından beri hasta olmam sayesinde oldu. o köşeli çene, o yavru köpek bakışları, o ince ruhlu-geniş omuzlu vampir kombinasyonu falan, ankara'ya ilk taşındığım günlerde aklımı kaçırmamamı sağladı. bi süre sonra çok ciddi bi mimar arkadaşımla buffy'deki dandik canavarların kritiğini yapar olduk. buffy, izin verirseniz sizi anında içine çekecek bi diziydi. ucuzdu ve çok eğlenceliydi ve tabi ki kızla oğlan ne zaman kavuşacak falan diye seyrettirdi kendini. angel'ı sadece david boreanaz'a bakmak için seyrettim, bi yerde zaten buffy'nin spin-off'u, uzantısıydı ve deyvit'in omuzları da yıllar içinde daralmamıştı.
bones uzun yıllar hüküm süren bi deyvit boşluğunun arkasından bombe gibi geldi, insanlara tavsiye etmeye de korkuyorum, çünkü her bölüm aşağı yukarı aynı şablona sahip. neden seviyorum o zaman;

1. deyvit bu sefer de renkli komik çoraplar giyen, yer yer melankolik, çoğu zaman süper-kuul ve her zaman fbi'ın en keskin nişancısı ve en başarılı ajanı. ve omuzları hep geniş, çenesi hep köşeli.
2. esas kız dr. brennan antropolog. antropolog! deschanel ailesinden zerre hazzetmesem de bu deschanel'i sevdim yıllar içinde. dizideki karakteri 3500 IQ, sosyal olarak biraz tuhaf ve tabi ki deyvit'le aralarında 129 bölüme yayılan bi çekim, bi "allahım ne zaman öpüşçekler?" durumu var.
3. her bölüm bi ceset bulunuyor, konu katili bulmak üzerine kuruluyor. seri katiller de oldu, cinayet çıkmayan olaylar da, ama hep bi ceset var.
4. dr. brennan karakteri tepeden tırnağa bi bilim adamı, herşeyi bu şekilde açıklıyor, manyaklık derecesinde nesnel. ilk başlarda itici bile geliyor insana soğuk nevale falan diye ama tabi ki dizinin senaristleri onu da sevdirmenin bi yolunu buluyor ilk sezon içinde. benimse en başından beri televizyon tarihinde en sevdiğim karakter, kendi içinde çok naif çünkü, "because bones don't lie" diyor ve hiç de yanılmıyor.
5. her bölümün nerdeyse yarısı laboratuvarda geçiyor, türlü teknolojiyle (bazıları sadece televizyon evreninde varolan teknolojiler) ipuçları bulunuyor, geek'ler nerd'ler harıl harıl çalışıyor, arada komikli şeyler oluyor, nihayetinde kötü adamlar yakalanıyor, kozmosun düzeni yeniden sağlanıyor, adalet yerini buluyor. bazen deyvit kötü adama bi de yumruk çakıyor, içimiz iyice rahatlıyor.

yeni sezon kasımda başlayacakmış, o arada "uvvv ben varım bu uyuzluğa" derseniz hiç üşenmem dvdlere yazar yollarım, 6. sezon finalini birileriyle konuşmam lazım, zor durumdayım.