Showing posts with label sanat hadiseleri. Show all posts
Showing posts with label sanat hadiseleri. Show all posts

April 8, 2020

Evde Kültür 13 / Fırtınalar

Filtre basayım derken köpeği görünmez etmişim. Kara köpek laneti diye bir şey var komşular, carıl carıl güneşin altında durmaları lazım, aksi takdirde görünmüyor bunlar. Instagram'da filan ekmeğini yemek mümkün olmuyor pek.

Ayrıca halis muhlis sokak köpeği olan bu çoraplı bireyin öğlen uykusuna duble yastıkla yatıyor olmasına dikkatinizi çekmek isterim. Rüzgârda sallanan yapraklara varana kadar havlıyor, kesinlikle laftan anlamıyor, sevgi göstereyim diye alnıma tokat atıyor, tam bir hödük. Ama duble yastık.

Annemlerin yanına Urla'ya gidince bulduğu her fırsatta evden de kaçıyor. Nerede buluyorum peki ayıyı? Mahallenin çöp konteynırlarının önünde. Bir ölü güvercin macerası yaşamışlığımız var ki içimden anlatmak gelmiyor. Tam bir ölü güvercin de değil, bir ölü güvercinin yarısı. Ohhh yarabbi, neyse, kapatıyorum bu konuyu. Köpenkli hayat sürprizlerle dolu. Hayatta iyi sürprizler var, kötü sürprizler var.

Patatesler büyüyor:


Bir adet güzel pembe çiçek yakaladım sabah evi turlarken:


İki adet online aktivite gördüm, onları haber vereyim. Biri Yaşar Kemal belgeseli, 10 Nisan Cuma 22:30'da, İBB Kültür Sanat Youtube hesabında:


Başka Sinema mıydı hatırlamıyorum, bir yerlerde gösterimi vardı, gidip görememiştim. İnce Memed'i okumaya niyetliyim ne zamandır, "söylemeye utandığım şeyler" listesi yapsam ilk sıralara şunu yazardım: Hiç Yaşar Kemal okumadım.

Bir de Bocelli konseri var, gene Youtube'da, 12 Nisan Pazar günü, bizim saatimizle 20:00'da.


Şuraya tıklayarak gidebilirsiniz, hatırlatıcı koyabilirsiniz kendinize. Duomo'da olacakmış konser, sadece Bocelli ve müzisyenler olacakmış katedralin içinde. Pazar günü Paskalya, konserde en azından bir Ave Maria filan olacaktır kesin. İnananların Paskalyasını, inanmayanların ve kurumsal dinlere gıcığı olanların da ilkbaharını kutluyorum. Sabah Sevda'ya konseri haber verirken Bocelli'ye "Botticelli" demiş olduğumu da ekleyeyim. Neyse, en azından ikisi de İtalyan diyerek bu konuyu da kapatıyorum.

Müzikli şalanj için dinlemeye utandığım bir şarkı bırakacağım buraya. Gene barbar kocama sordum, "Model-Pembe Mezarlık" dedi. Valla onun adına ben de utandım. Benimki de bu aşağıdaki:



Yine evde müzik dinlediğimiz bir gece çalıvermiştim bunu, baştan sona ezbere eşlik edince kocam kafamın içinin tam bir çöplük olduğunu beyan etmişti. Ay üstüme kürekle 90'lar atın, fırtınağğğğlar koparsa kopsuuuğğğn, sürüklesiiin ikiğğmiziiii! Berke Hürcan ne yapıyor diye gugıllamaya gidiyorum, öbüyorum.

March 3, 2020

Kitap Fuarı, Grangé, Mehmet Bey, Balıklar

Pazar günü Ankara Kitap Fuarı'na gittik, herhalde corona virüs kaptık çünkü çok kalabalıktı ve bırakın ellerini 20 saniye yıkamayı, kendini yıkamayan insanlarla yan yana kitaplara baktık.

Yemin ederim yazarken utanıyorum ama kış mevsimindeyiz, ben yıllardır sigara içen insanım, fuar alanı o kadar da sıcak değildi ama gene de aldım ben o kokuları. "5 gündür yıkanmıyorum" kokusu. Öyle orta yere hapşıranlar, yayınevi çalışanlarına öksürenler. Biraz daha bundan bahsedersem 20 yaş yaşlanacağım buracıkta, Mine Kırıkkanat olacağım, göbeğini kaşıyan kıllı adamlar filan.

Neyse, pazar pazar kendimizi bakteri denizine atmamızın sebebi Jean Christophe Grangé imza etkinliğiydi. Valla bana kalsa çok üşenirdim, zaten son 2-3 kitabını okumadım, bıktım sanırım biraz o tanıdık kurgudan filan. Ama barbar kocam heyecanlandı, "Adam kalkmış Ankara'ya gelmiş! Sen bayılırsın böyle şeylere, buna niye gitmiyoruz?"

Erken gitmeyi başaramadık, biz vardığımızda dev bir sıra oluşmuştu doğal olarak. En fazla bir saat bekleyelim, daha uzununa girmeyelim diye anlaşmıştık. Girmedik imza kuyruğuna. Ama şans eseri Grangé'yi yakından gördük. Fuara girer girmez sağ tarafta bir Fransız Enstitüsü standı vardı, orada takılıyordu. Valla iş makinası seyreder gibi durup baktık adama bir süre. Kocam fotoğraf çekti.


Sonra da "Delikanlı adammış, kalkmış gelmiş virüstü Türkiye'ydi bakmadan!" diye takdir ettik Grangé Beyi. Valla bu mesafeden sevimli birine benziyordu.

Sistemli bir şekilde dolandık fuarı, barbar kocam yeni tutkusu olan İstanbul'a gelmiş elçi günlüklerinin, seyahatnamelerin peşine düştü, Tarih Kurumu'ndan iki kitap aldı. En sevdiği yayınevi Kitap Yayınevi yoktu fuarda, bozuldu biraz. Ben de bakmak istediğim birkaç yayınevini göremedim. Ama Mehmet Eroğlu'nu gördüm, İletişim standında oturuyordu.

"Allaaah Mehmet Eroğlu!" deyivermişim, gidip son kitabını aldım hemen, Kötü Adamın On Günü. Tabii sormak isteyebilirsiniz, "İyi Adamın On Günü'nü okudun mu?" diye. Hayır. "Peki hiç Mehmet Eroğlu okudun mu?" sorusunun cevabı da menfi. Okumadığım halde hayatımdan çıkmama konusunda bir Sezgin Kaymaz değilse bile bu kategoride ilk 5 içindedir Mehmet Eroğlu. Annemlerden çalıp eve getirdim kitaplarını, kaç sene oldu. Leylak Dalı'yla konuşurken kaç kere bahsi geçti allah bilir, "Sen seversin" yazarlarından biri.

Neyse, kitabı alıp Mehmet Bey'e doğru hamle yaptım, Mehmet Bey tam o anda sandalyesinden kalktı, arkasını dönüp standın içine yürümeye başladı. Anında bozuldum, kocam sırtımdan itti "Yahu git, nereye kadar gidebilir zaten adam standın içinde?" diye. O arada Mehmet Bey beni görüp döndü, yeniden oturdu imza verme sandalyesine. "Ay hocam ben molanızı böldüm?" dedim, Odtülüymüş, tabii ki haberim yoktu, o "Hocam" alışkanlıktan fırladı ağzımdan zaten. Kime nasıl hitap edeceğini bilemeyenlerin kurtarıcısı "Hocam".

Adımı sordu, söyledim. "Hah!" dedi. Meğer torununun adı da Mina'ymış. Yani sormak istedim acaba kızının çocuğu mu yoksa oğlunun mu diye. Çünkü eğer oğlu varsa ve bu Minacık oğlunun çocuğuysa resmen kağıt üstünde benden bir tane daha var. Bizim soyadlarımız aynı çünkü Mehmet Bey'le. Sonradan gugılladım, Mehmet Bey'le aynı ilkokuldan da mezunmuşuz. Biraz daha gugıllasaydım allah bilir neler bulacaktım; belki ben Mehmet Eroğlu'yum, Mehmet Bey de bendir, bilemiyorum.

Ağzımda bir şeyler geveledim, kikirdedim filan. İmzalayıp geri verdi kitabı, hop diye ayağa kalkıp şrank diye elini uzattı, tokalaştık. Mihihiihi diye ayrıldım standdan. Ya Mehmet Eroğlu acayip janti bir bey'fendiymiş, hem çok şık hem çok havalı. Valla heyecanlar içinde imzalattım kitabı.

Sezgin Kaymaz okumaya başlamak için Sezgin Kaymaz söyleşisine gitmem gerekti, herhalde artık Mehmet Eroğlu da okurum diye düşünüyorum. Bu son iki kitap polisiyeymiş üstelik, daha ne ister insan.

Kitap dükkanı eganba'da bu hafta Marquez kitapları indirimdeymiş, haftanın yazarıymış. 6 Mart doğum günü çünkü hayatımın ışığı Marquez'in. Şu listedeki kitaplar içinde bir tek Benim Hüzünlü Orospularım'a kefil olmam, seveni de oldu ama ben beğenmemiştim. Hiç okumadıysanız eğer, öykülerinden başlarsınız belki. Yaprak Fırtınası, Kırmızı Pazartesi, Albaya Mektup Yok.

Balık burcu sezonu tam gaz devam ediyor, biraz gerizekâlı oluyorlar ama sevilmeyecek kadar değil. Aynı doğum gününü paylaştığımız Jon Bon Jovi Bey'den bir parçayla veda etmek istiyorum, çok öbüyorum.




February 17, 2020

Güneş Var, Suede Geliyor

Ay hava 10 derece şu anda, sabah camdan giren güneşle uyandım, valla yataktan şöyle kalktım:


İnsanın moralini düzeltiyor azıcık güneş. Bir yandan da Suede konserine bilet almaya uğraşıyorum. Bilet sitesi bir hayli kullanışsız, üst köşede dakikalar geri sayıyor, ekran bir türlü bir sonraki adıma geçmiyor filan. Ailece internet alışverişlerinde geri sayım anksiyetesi yaşıyoruz.

Konser 17 Mayıs'ta. Bilmiyorum muvaffak olacak mıyız İstanbul'a gidebilmeye o tarihte. Ama alacağım bu biletleri, sonra da her gün açıp bakacağım, ihtiyacım var buna.

17 sene önce gittim bir Suede konserine. İlk Rock'n Coke muydu? Öyleydi galiba. Rock'n Coke 2003, ay ne heyecanlıydı yarabbi. Kardeşimle gitmiştik, çocuk 15 yaşındaymış, abla gibi ablayım bence.

"Gel buna da el ele gidelim" yazdım, o hafta sonu Belçika'da konferans varmış. Çocuk global bir hayat yaşıyor, ben yerimden kıpırdamıyorum. Ama bakınız, hiç kıpırdamazsanız 17 sene sonra devir tamamlanıyor, Suede gene geliyor sizin olduğunuz memlekete. Darısı Placebo ve Pulp'a, onların 17. sene-i devriyesi olmadı daha.

Ay aldım vallahi biletleri. Haydi hayırlısı bakalım. Aslında yazacak bir şeyim de yok. Gideyim biraz inşaat seyrederek çay içeyim. Anama pijama, çorap ve kitaplardan müteşekkil bir paket hazırladım, onu kargoya vereyim. Evde bulaşık süngeri yokmuş, çok şaşırdım dün. Eskidi diye attım herhalde kullandığım süngeri, attığımı da hatırlamıyorum. Evde yedek yokmuş. Makinada yıkanmayacak öte beri üç gündür duruyor öylece.

Öberek gittim, iyi haftalar da diledim gitmeden.

December 2, 2019

Sanatlar, Kültürler

Ohh yarabbi başım ağrıyor, insan sıfatına giremedim, haftaya böyle başlamamak gerekiyor.

Dün öğlen, Aylin'in dürtmesiyle haberdar olduğumuz Sezgin Kaymaz söyleşisine gittik Kızılay'a. Bunca senedir hâlâ bir kitabını okumuş değilim Sezgin Kaymaz'ın, yani nasıl başarabildim inanın bilmiyorum. Kaç sene önce blog komşularımdan biri Lucky'i yollamıştı, o kadar uzun zaman oldu ki kimin yolladığını unuttum. "Lucky'i okusan kesin seversin" tavsiyesini kaç kere duydum allah bilir. Aylin, imzalatıp yolladı başka bir kitabını. Evde mevcut olduğu halde okumadım yani.

Ve hiç utanmadan kalktım söyleşiye gittim dün. Aslında ben son ana kadar karar veremez ve nihayetinde üşenirdim ama Sevda kitapları okumuştu, kafasında sorular vardı, Sezgin Kaymaz'ı merak ediyordu. Sevda tatmin oldu söyleşiden, her şey tam tahmin ettiği gibiymiş.

Söyleşiden sonra okurlar sorular sordu, bahsi geçen kitaplar hakkında en ufak bir fikrim olmadığı için boş nazarlarla takip ettim bu kısmını. Aylin'in kocası omzumu dürtüp "Ben yanlış mı anladım, sen hiç mi okumadın Sezgin Kaymaz'ı? Niye geldin sen buraya?" diye sordu. "Ay sus allahaşkına, herkes duyacak. Ya sakın söylemeyin Sezgin Bey'e, hepsini okuyacağım bak and içiyorum!" dedim. İşim de vardı, paltomu filan alarak kaçtım soru-cevap kısmı bitmeden. Aylin arkamdan hâlâ "İmzalatayım mı sana yeni kitabı?" diye soruyordu. Ne cevap verdim bu soruya peki ben? Müspet cevap verdim ya, gerçekten, "Evet" dedim.

Sezgin Kaymaz, esprili, kendiyle dalga geçen, gayet hoş bir insanmış. Kitaplıktan Lucky'i çıkardım, masama koydum. Bu sefer olacak gibime geliyor.

Kitap bakınırken (ay hâlâ kitap diyor?!) Nesin Çocuk Vakfı'nın 2020 takvimini gördüm, hayvanlarla yoga temalı. Bir adet kendime, bir adet de yoga ile seviyeli bir ilişki sürdürmeyi başaran tek arkadaşım Sevda'ya aldım. Ay çok güzel takvim!


İllüstrasyonlar Serkan Akyol'un, Instagram'da takip ediyordum; bir illüstratör biliyor olmama ayrı sevindim, takvime ayrı. Her ay memleketimizin bir başka nesli tükenmekte olan hayvanı, bir başka yoga akışı (yoga flow filan, biliyorum hep bunları) yapıyor. Mart ayında alageyik var mesela.

Asacak yer arıyorum. Evde hiç boş kovuk kalmadığı gibi pek boş duvar da kalmadı.

Hepimize iyi haftalar diliyorum, nohut ve pilav pişirmeye gidiyorum. Öbüyorum.

May 2, 2018

Filmler ve Kitap

Yarın İşçi Filmleri Festivali başlıyor, şuradan festival sayfasına gitmek ve il il programlara bakmak mümkün. Bana yürüme mesafesindeki belediyenin Çağdaş Sanatlar Merkezi'ne dadanmaya karar verdim, oradan çıkıp 20 dakika yürüsem Kızılay'dayım ama allah biliyor Kızılay'a her gittiğimde içim ölüyor biraz; insan denizi, trafik, dönerci, toma filan. Mahallemden takip edeceğim festivali. Gerçi merak ettiğim birkaç kısa filmi cuma günü Mimarlar Odası'nda göstereceklermiş, belki koşarak gider dönerim.

Yarın şu ikisine niyetlendim:



Bir anda hava kapandı, şangır şungur yağmur yağdı burada. Şimdi de güzel bir serinlik var. Bilmiyorum bunlar hala bahar yağmuru mu yoksa canına okuduğumuz iklimin kafa karışıklığı mı, gene de seviniyorum yağmur yağınca. Sardunya ekmiştim, bir saksı kekik aldık, bir de köpenkler yesin diye çim ektim. Teras biraz yeşerdi, güzel oldu. Daha çok kuş geliyor şimdi, camdan onları seyrediyorum çaktırmadan. Lavanta alayım diyorum, arılar da seviyormuş hem. Ama yaşatır mıyım, öldürür müyüm emin olamıyorum. Zor bir şey mi lavanta acaba?

Şunu okudum:


Guillermo Rosales, 1979'da Küba'dan kaçıp Miami'ye yerleşiyor ama Küba'da bulamadığı huzuru Miami'de de bulamıyor. Şizofreniden de çekmiş hayatı boyunca, Miami'de bir takım bakımevlerine girmiş çıkmış. 1993'te intihar etmiş, daha 47 yaşındayken. Felaketzedeler Evi için kısmen otobiyografik demişler; çaresiz, umutsuz, kimsenin istemediği bir grup insanın kaldığı bir bakımevinde geçiyor. Aşağı yukarı 100 sayfaydı kitap ama ağırdı, insanın içi burkuluyor okurken. Bir ara biraz umut kırıntıları belirdi, onlar da kısa sürede yok olup gitti.

Bir yandan da bütün bu şiddet, kenara itilmişlik ve sıkıntının içinde o kadar nefis espriler var ki, özellikle göçmenlikle ve Küba ile ilgili, kitabı bir anda alıp bambaşka bir yere taşıyor. Mesela anlatıcı karakterin rüyasında Castro'nun öldüğünü görmesi; bir tabutun içinde getiriyorlar Castro'yu, bir anda dikilip "Eee kahve içmeyecek miyiz?" diye soruyor. Rosales, Küba'daki rejimin geldiği yerden de Miami'deki Kübalılar'dan da nefret ediyor, sanırım genel olarak insanlıktan pek hazetmiyormuş.

Biraz gugıllayıp okudum Rosales'in hayatını. Küba'dan Miami'ye göçen bir hayli çok yazar çizer varmış, burada kendi edebiyat çevrelerini oluşturmuşlar, bilmiyordum. Rosales'i ayakta tutmaya çalışan, yazdıklarını yayınlatması için uğraşan başka yazarların anlattıklarını okudum, çok dokunaklı hatıralar. Yazdıklarının neredeyse hepsini yok etmiş Rosales, geriye bir bu, bir de sanırım bir roman daha kalmış.

Bu kitap, Bizim Büyük Challenge'mızın 25. maddesine tekabül ediyor, "İntihar etmiş bir yazarın bir kitabı." Ay yazarken bir tuhaf geldi bu madde, çelınca sokmak için kendini öldürmüş yazar aramadım, kitabı zaten okuyacaktım. Hay allah, şuursuz gibi oldum. Yani bazen şuursuzum hakikaten ama bu sanki biraz acayip oldu.

Daha fazla uzatmadan gideyim, zaten akşam oldu. Zaten Kudi yanıma dikildi ve burnuyla dürtüyor. Zaten ütü yapacaktım, hiç öyle bir an gelmedi. Zaten kitap okusam daha iyi. Zaten çay yapacaktım, bir saattir kalkıp çay yapacağım. Gideyim çay yapayım.


April 6, 2018

Okuyan Genç Emir

Ay sabah sabah taa 6 yıl öncesinden kalma bir hadise hortladı. İnsanlık için küçük bir hadise, onu da baştan söyliyeyim de sonradan şey olmasın.

Sabahları spora gitmeden önce gazete filan okuyorum, feysbuklara bakıyorum. Dino Merlin Bey fotoğraf eklemiş, Dubai konseri için şehre varmış:


Aaaa bir baktım Dino Bey'in arkasında Okuyan Genç Emir var! 2012'de Sotheby's Müzayede Evi'nde satışa çıktı, ben üzüntüden kafayı yedim. Buralara ağladım "Dubai'ye gidecek bu, bir daha asla kimse göremeyecek," diye.

Önce Liverpool'daki Walker Art Gallery'de sergilenen resim sandım, şans eseri görmüşlüğüm var o resmi. Email atıp "Neden satıyorsunuz Osman Hamdi Bey'i alçaklar!?" diye haykırdım, onlardan gelen cevap üzerine anladım ki Osman Hamdi Bey iki adet yapmış zamanında. Liverpool'daki genç emirin elbisesi sarı, satışa çıkan yeşil.  Walker Art Gallery, "Tüm resimlerimiz halka açıktır ve asla satılık değildir," diye manifesto gibi cevap yazdı.

Sonra Pera Müzesi'ne, Kültür Bakanlığı'na filan yazdım; "GÖZ GÖRE GÖRE GİDİYOR OSMAN HAMDİ BEY!!" diye. Teşekkür ettiler bana eksik olmasınlar. Müzayede gerçekleşti, resim satıldı. Fakat ben bir türlü kim aldı, kaça aldı bilgisine ulaşamadım. Sonra da unuttum Okuyan Genç Emir'i.

Louvre almış. Ve Abu Dhabi'de açtıkları müzeye koymuş. Ülkeyi tutturmuşum, şehri tutturamamışım 6 sene önce ağlarken ama zengin birinin özel koleksiyonuna değil de bir müzeye girmesine sevindim. İsterdim ki memlekette kalsın, devlet müzesinde sergilensin. Olmadı. Niye Birleşik Arap Emirlikleri'ne şube açtı anlamıyorum ama gene de Louvre Louvre'dur. Müze müzedir diye kendimi avutuyorum.

Neyse işte sabahın köründe böyle heyecanlar yaşadım. Bir saat sonra Skype üzerinden simultane tercüme yapmam gerekiyor, kağıt-kalem hazırlayayım, duş alayım. Ya gerçekten bu aile içi tercümanlık işleriyle sömürülüyorum bence ben.

January 13, 2017

Dikkat! Kitaplar Olabilir! Dikkat! Köpekler Zaten Hep Buradaydı!

Dün kitap fuarına gittik. Derdim kitap filan değildi, Evrensel Basım Yayın'ın defterlerinden almaktı. Defter ararken bez çanta da buldum, pek sevindim.


İki desen daha vardı defterlerde, internette görmüştüm bunları, bir aydır filan kuruyordum kafamda. Standı dolanıp bir tane de kitap aldım. O arada iki kız yanaştı standa, ortaokul talebesi yaşlarında. "Bu kitapların yazarlarından şu anda burada olan var mıa?" diye sordular, stand görevlisi oğlanlar olmadığını söyledi. Elimde Asım Bezirci'nin kitabı, mesela onun neden burada olamadığını kızlara söylesem mi diye düşündüm. Kızlar biraz düşünüp bir soru daha sordu, "Peki sizde Sevgili Peygamberim kitabı var mıa?", oğlanlar gene olmadığını söyledi, başka bir yayınevi tarif ettiler, kızlar gitti. Oğlanlara "Ay neden refüze ettiniz, aha bunu ben yazdım diye verseydiniz şuradan bir kitap? Akşam evde skandal patlak verirdi belki?" dedim. "Mihi" diye çok az güldüler. Oğlanlar nazik ve kibar çıktı, ben olanca hödüklüğümle alacağımı alıp ayrıldım yanlarından.

Çocuğu olan ya da benim gibi çocuk kitaplarına meraklı komşularıma fikir verir belki, Evrensel'de çok güzel çocuk kitapları var. Şunları geçen sene almıştım:


Gizemli Mona Lisa, Düğününde Saklanan Damat, İlginç Ailenin Bilgiç Köpeği, üçü de çok meşhur birer tablo üzerinden biraz resim sanatı filan anlatıyor. Resmin Baş Yapıtlarına Yolculuk Serisi'nden bunlar, başka güzel çocuk kitapları da var, ben ara ara alıyorum.

Geçenlerde YKY'dan bir tane Osman Hamdi Beyli çocuk kitabı aldım, bulamıyorum şu anda evin içinde, bayağı ilkokul yıllarıma geri döndürdü beni o özensiz ders kitabı illüstrasyonlarıyla. Onu almayın. Üstelik pahalıcaydı, Evrensel'dekiler hem ucuz hem çok güzel.

Sevda, çalıştığı yayınevine uğrayacaktı, gidip onu buldum. Bulmamla masaya oturtulmam ve önüme çay gelmesi bir oldu. Şunları koyayım önce:


Ay fotoğraf ne dangalak oldu, neyse, kusura bakmayın. Bunları Sevda çevirdi ama nasıl çevirmek, Avrupa'da yapılmış Woolf tezlerini filan indirip onları da okuyarak, Türkçe basılmış bütün kopyaları kontrol ederek filan. Kan, ter ve gözyaşı var yani bu iki kitapta. Biz satın alamadan birer tane hediye etti hepimize, "satın alamadan" bu yazının ilerleyen bölümlerinde anahtar bir konsept haline gelecek, sabrınızı istirham ediyorum. Virginia Woolf hayatıma girsin istemiyorum aslında ama işte böyle kapıdan kovuyorsun, bacadan giriyor. Hala okumadım bunları.

Çayımı içtim, baktım Sevda daha oturacak gibi, paltomu ve çantamı yığdım standın içine. "Yığ yığ! Lütfen yığ!" dediler. Bir tur daha attım fuarda. Alacak bir şey bulamadım ne yalan söyleyeyim, Rahşan Ecevit'i gördüm, kitap imzalıyordu. Geri döndüm Aylak Adam standına. Sevda, Aylak Adam Bey Erkan Aslan Bey'le sohbet ediyordu, yanlarına iliştim. Ne zamandır bu kadar heyecanlı, konuşurken "Ay adam ne güzel anlatıyor" diye dinleyeceğim biriyle karşılaşmamıştım, tanıştığımıza çok sevindim. Erkan Bey de sevinmiş, elimde yazılı belge var:


Meğer böyle bir öykü kitabı varmış Erkan Bey'in. Sevda okuyup çok beğendiğini söylemişti, imzalatmak için yanına almış kitabı. Ben de dönüşte ondan alırım, okuyup geri veririm diye plan yapmıştım. Aylak Adam Yayınları standında dururken satın alamadığım ilk kitap oldu bu. Sonra üstümüze kitap atmaya başladılar. "BİZ ARKADAŞLARIMIZA KİTAP SATMAYIZ!" diye diye önümüze kitaplar yığdılar, kolumuzun altına sıkıştırdılar, bez torbalara doldurup verdiler. Allah biliyor, iki tane çocuk kitabını elime alıp standın dışına çıktım, çalışanlardan birine kısık sesle "Ben bunları satın alayım hemen. Satın. Şuracıkta. Eveth." dedim, gene olmadı, büyüyen gözleriyle "AAAAA YOOOO!" diyerek o iki kitabı da çantama soktu. Sevda bir, ben iki, bir de Tolga vardı yanımızda. Üçümüzü de neşeyle kitaba boğdular, biraz da mahçup olduk, bana bir yaşama sevinci bastı.

Bazı büyük yayınevleri endüstriyel bir hale geldi gibime geliyor, para verdiğime üzülmekten bıktım. Hepsi birbirinin aynısı yeni yazarlardan da bıktım, taşra bunaltısı-şehir bunaltısı-bunalmaktan bunalmalar okumaktan da yıldım bir hayli. Bari araştırma-inceleme okuyayım diye oturup onlarda da hunhar yazım yanlışları bulmaktan, ilkokul seviyesinde analizlere fenalık geçirmekten sıkıldım. Bir tane büyük yayınevini bayağı kara listeye aldım, öbürlerine de temkinli yaklaşıyorum.

Neyse, Aylak Adam Yayınları'nda bir iş yapma sevinci ve heyecanı vardı, mutlu bir samimiyet vardı. O ve diğer yolun başındaki, ne bileyim bastıkları kitaplarda seçici filan yayınevlerine daha çok destek atmak lazım diye berbat bir kamu spotuymuşçasına bitiriyorum sözlerimi. Kitapları da okuyup öyle yazarım, kuru kuru övmüş olmayayım bari.

Ay durun bitirmiyorum, berbat deyince aklıma geldi. Ne şunda bir zeka pırıltısı var:


Ne de bunda:



Zeka pırıltısı aramak tabii benim beyhude çabam, pırıltı mırıltı bir yana, bir tanesinde bayağı güldür güldür nefret, diğerinde de yersiz ve bayat ve zeka yaşı 3 bir dangalaklık var. Yarabbi.

Keşke han'fendiler hayatlarına birer köpek soksa, keşke bey'fendi de biraz kitap filan okusa, ne bileyim. "Binali-Cinali" adeta kaldırımda unutulmuş bir öbek köpek kakası gibi.

Bir de şarkı atayım şuraya, gözlerimi devirerek değil de süzülerek gideyim. Spotify bulup çıkardı, beğendim hemen.



Ankara'da güzel, güneşli bir gün. Daha da güneşlilerini göreceğiz, elbette göreceğiz.

December 24, 2014

Tebrik Ederim Bülent Kılıç!

Time Dergisi, Bülent Kılıç'ı 2014 yılının en iyi "wire" fotoğrafçısı seçmiş. Hemen baktım ne demek oluyor diye; eski bir tabirmiş, telgrafla ya da telefonla yollanan fotoğraf manasına geliyormuş. Haber fotoğrafçısı filan gibi bir şey demek ki.

Dergi, bu fotoğrafı özellikle vurgulamış. 23 Ekim'de Işid'e yapılan bir hava saldırısı; kızıl alev topunun altına doğru bir Işid militanının silüeti seçiliyor.


Time'daki yazıya göz atarsanız, Bülent Kılıç'ın fotoğraflarından 40 tanesini görmek mümkün. Beni çok etkileyen bazı fotoğrafların onun elinden çıktığını farkettim, neden fotoğrafçıların adlarını bilmiyorum hiç diye kızdım kendime. Soma'da çektiği fotoğraflar mesela, insan nasıl unutur.




Şanlıurfa Suruç'ta çektiği bu aşağıdaki kareyi ilk gördüğümde basan hisleri tarif etmem mümkün değil.


Ve bu üç kare, Taksim Meydanı, Gezi'nin en güzel kızı ve Berkin'in cenazesi.





Fotoğrafla ilgili pek bir şey bilmediğimden, nasıl öveceğimi de bilmiyorum. Ama bunlar ne kadar dolu, ne kadar avaz avaz haykıran anlar.

Bir de şu fotoğrafı ekleyeyim, Bülent Kılıç görev başındayken bir başka fotoğrafçı, Yasin Akgül çekmiş.


Bülent Kılıç'la yaşıtmışız, 1979 Dersim doğumlu. Agence France-Presse için çalışıyor, aslında daha çok da toplumsal hafızamıza çalışıyor. Canıgönülden tebrik ediyorum, Time Dergisi benden bahsetmiş kadar gururlandım.

December 20, 2014

En İyi Arkadaşım İstanbul'a Geldi

Ben de onu görmeye gittim, doğal olarak. Daha gitmeden fenalıklar geçirmeye başladım, beni en iyi o anlar.

The Smiths ve Morrissey dinlemeye bayağı geç başladım ben, Ankara'ya taşındıktan sonra. Ankara sıkıntısı ve Morrissey üzüntüsü birbiriyle iyi anlaşıyor zaten. Şimdi düşündüm de hiç dinlememiş birine tarif etmek ne zor.

7 Aralık'taki konser, lojistik sebeplerle 17 Aralık'a ertelendi. Bilmiyorum nasıl sebepler onlar, benden başka kimse de söylenmedi sanıyorum. Çünkü benden başka herkes İstanbul'da yaşıyor, kimse konser iptali haberini Bolu civarında kısa mesajla almıyor sanırım. Başka kimse için beklemezdim; başka kimse için aynı yolu iki kere gitmez, iki kere otel parası bok püsür harcamazdım. Çünkü en iyi arkadaşım benim Morrissey, konserde kendisi söyledi, "I am your arkadaş" dedi.

Yalnız ve uzun gecelerin, içinden çıkamadığım varoluşsal bunaltıların, insanları anlamamanın, küçük ve büyük zalimliklere uğramanın, kalbimin sesi oldu Morrissey. Zihnin Arka Sokakları ve şenay izne ayrıldı şurada yazdılar; Morrissey, tek başına dinlemelik biri diye. Bana da öyle geliyor.

Konserlerde etrafımdaki insanlardan sıkılıyorum, mesela neden yiyişildiğini anlamıyorum. Gerçekten, neden? Ben de sevdiğim adamla gittim, yanımda olduğunu unuttum. (Lütfen evlilik ve aşk denklemleriyle gelmeyin bana. Benim evli olmayan halim de böyleydi. Müzik benim dini inancım.) O devamlı havaya kalkan telefonları da sahiplerinin vücut boşluklarına itivermek istedim, hep istiyorum. Sahneyi göreceğim diye gerdan kırmak zorunda mıyım? Dev şemsiyemi bırakacak yer bulamadım, konser boyu elimdeydi, yani o şemsiyeyle elalemi dürtmeme ne engel oldu, hala şaşırıyorum düşündükçe.

Velhasıl hem böyle pratik sebepler hem de Morrissey'in o nasıl yaptığını bilmediğim "bütün bunlar ikimizin arasında, kafanı omzuma yaslayabilirsin" havası yüzünden, hakikaten tek başına dinlemelikmiş. Ne gösteri dünyası ne eğlence, bence konser monser de değildi o geceki, başka bir şeydi. Böğrüme bir taş, kalbime bir hüzün yerleşti. Konser sonunda gömleğini seyircilere atıp hızlıca indi sahneden, o yorgun ve yarı çıplak gidiş beni çok fena yaptı.

Yeni albümüne çok hakim değilim, itiraf etmek gerekirse çok da tokadı çakmadı bana şarkılar. Bütün şarkılardan dünyanın dört bir yanındaki şehirlerin isimleri fırlıyor, henüz kafam basmadı buna. Esas sıkıntım sanırım o İspanyol usulü gitar, hayatta en sevmediğim seslerden biri o gitarın tımbırtısı. Neyse yani, en iyi arkadaşımın sanatından sual edecek değilim, onca yıllık hukukumuz var, en karanlık sırlarımı biliyor.

Yazının bundan sonrasında kronolojik bir sıra yok, zira hatırlamama imkan yok.

World Peace is None of Your Business'ı üstüme alındım, hepimizi teker teker parmağıyla gösterdi söylerken: "Dünya barışından sana ne / Rica etsem burnunu sokmaz mısın / Zengin kar edip zenginleşecek / Fakir, fakir kalmak zorunda / Ah seni küçük aptal / Her oy verdiğinde süreci besliyorsun". Sonra The Bullfighter Dies, "Matador ölür ve kimse ağlamaz / Çünkü hepimiz isteriz ki boğa kurtulsun". Ve The Smiths zamanından, Meat is Murder, "Et, cinayettir" ve sahneye yansıtılan o korkunç görüntüler.

Morrissey dedi ki "Arkadaşlarınızın yardımınıza ihtiyacı var" ve katliam başladı; domuzlar, civcivler, inekler. Sonuna kadar seyredemedim, kafamı önüme eğdim. Milletin para verip geldiği bir "eğlence" aktivitesinin tam ortasında dakikalar boyunca hayvanlara kötü muamele sahneleri izletmek bir miktar delilik ve mangal gibi yürek istiyor. O kadar takdir ediyorum ki anlatamam. Ben cazgır bir vejetaryen değilim, birilerinin o cazgırlığı yapması gerekiyor. Çünkü var etin kaynağında cinayet, kötü muamele var, zalimlik var. Huyudur, konser verdiği alanda et mamülü sattırmaz Morrissey. Bildiğimizden yiyip gittik, barbar kocam dürüm ve ıslak hamburger yedi, ben üstüne ketçabı basıp ekmek arası patates yedim. O ekmek ve patatesleri alnıma taç yapmak istiyorum, et yemeyi bırakmak yaptığım en iyi şeydi.

Son inek de öldü, konser kaldığı yerden devam etti. Biri sahneye bir plak uzattı, galiba Zeki Müren plağıydı. Bir kaç kişi kendini sahneye atmayı başardı, Morrissey'e sarıldılar. Giderken attığı gömlek paylaşılamamış, ekibinden biri makasla inip herkese küçük parçalar kesmiş. Mektup veren oldu, alıp cebine koyduğunu gördüm Morrissey'in.

Öyle biri çünkü, en içten hislerinizi bir mektupla anlatmak isteyeceğiniz biri. Bu sebepten, biraz da kanser olduğunu duyduğumdan, zaten bütün şarkıların doğasındaki hüzünden filan, boynu bükük çıktım konser alanından.

Yazıyı konserde çalınmayan ama en sevdiğim Morrissey şarkılarından biriyle bitireyim.



Sözlerini de iyi kötü çevireyim, hiç üşenmem, hiç.

Melek, melek
Canına kıyma bu gece
Biliyorum aldıkça alıyorlar
Ve karşılığında sana
Gerçek hiçbir şey vermiyorlar

Ama seni kullandıklarında
Ve kırdıklarında
Ve tüm paranı harcadıklarında
Ve kabuğunu bir kenara attıklarında
Ve seni satın aldıklarında
Ve sattıklarında
Ve keyif için fatura kestiklerinde
Ve annenle babanı ağlattıklarında
Ben burada olacağım
İnan bana
Burada olacağım
İnan bana

Melek, canına kıyma
Bazı insanlarda hiç gurur yok
Ve anlamıyorlar
Hayatın aciliyetini
Ama ben seni hayattan daha çok seviyorum
Seni hayattan daha çok seviyorum.

Çok şey anlayan biri değilim ama hayatın aciliyetini hep anladım, gerçekten anladım. Sessizce uzanıp alnının kenarından öpüyorum seni. Sen hayatımın kötü anlarısın, iyi anlarısın. İçinden çıkamadığım düğümler, ağlayarak açılmalarımsın. Çaresizce sevilmeye çalışmalarım, evimi kundaklayıp sokağa çıkmalarımsın. En iyi arkadaşımsın.

September 22, 2014

Emrah Serbes Söyleşisi

Böyle bir şey varmış, galiba bilet falan almak lazım, emin değilim.

Tatbikat Sahnesi de annemlerin evinin karşısında, camdan el sallarım. Hala bir Emrah Serbes kitabı okumaya muvaffak olamadığım için meraklısına duyurayım bari dedim.

September 16, 2014

Domestik Hadiseler, Bir Sergi Duyurusu, (2) Üç Kereden Çok Okuduğum Kitap


Kudi'yi ve dışarda unuttuğu dilini gözetlemekten arta kalan zamanımı dandik tahta kaşıklarımın saplarını boyayarak geçirdim. Pinterest'te falan görüp özeniyordum.

İki ayrı domatesten çekirdek çıkardım. Bu kavanozlarda fermente olacaklarmış, çekirdeklerin etrafındaki jelimsi tabaka eriyecekmiş, biraz da kurutunca saklamaya hazır olacakmış. Böyle yapınca zayıf çekirdekler yüzüyormuş, iyi çekirdekler dibe çöküyorumuş. The Guardian gazetesinde okudum, beceremezsem onlara çemkiririm. Evet.

Bir de pazardan aldığım pancarlardan turşu yaptım, her şeyi az olmuş, tuz-muz, sirke falan, neyse artık. Sağdaki kavanozun arkasında, gerizekalı gibi renkli kağıt bantla müdahale ettiğimiz kırık pencereyi görüyorsunuz. Pimapen hayatımın en büyük sorunsalı haline geldi.

Akşama Mimarlar Derneği'nde sergi açılışı var.



20 dolar ve 20 kilo, sürgüne gidenlerin yanlarına almalarına izin verilen eşyanın ve paranın miktarı. Memleketin bütün acılarını sahiplenmeye kararlı olduğum için gidip bir bakacağım.

Mimarlar Derneği'ni bulmak çok kolay, Kuğulu Park'a bile atsanız kendinizi, ordan yukarı yürürsünüz. Dışardaki zile basın ve otomatın sesini duyduğunuz anda kapıyı itin, bir tuhaf kapı. Cinnah Caddesi 19 no'lu bina da çok fantastik bir bina, mimarlığın hala sanatlı bir iş olduğu zamanlardan.

Gelelim kitap meydan okumasınaaaa. 3 kereden fazla okuduğum kitaplar ikiye ayrılıyor, çocuk kitaplarım ve Kolera Günlerinde Aşk.

Samet Behrengi'nin çocuk kitaplarını, Nazım Hikmet'in Sevdalı Bulut'unu, Küçük Prens'i, Hababam Sınıfı serisini falan kaç kere okudum allah bilir. Hala da okurum elime geçince.


Ama bununla hastalıklı bir ilişkimiz var. 3-4 sene öncesine kadar her yaz okuyordum, en son plajın birinde okurken kardeşim isyan etti, "ALLAHIM HER SENE, HER SENE! BİR DE AYNI YERLERİNE GÜLÜYOR, AKLIMI KAÇIRICAM!" diye. Sol yanım yandı o gün, şemsiyeyi ayarlayamamışım, tatilin kalanını yarısı kırmızı yarısı beyaz biri olarak geçirdim.

Sorularıma cevaplar aradım, içine girip dolaştım, Fermina Daza ile Florentino Ariza'nın en yakın arkadaşı oldum. Sizi de kardeşim gibi delirtmeden bu bahsi burada kesiyorum. Sorunun cevabı bu, hep bu.

June 19, 2014

Ay İnsan Hiç Mi Üşenmez?!

Ara ara uğrayıp ne okuduklarına baktığım bir kitap blogu var. Beş kişi kollektif olarak yürütüyor, bir kitap seçiyorlar, beşi de okuyup kendi yorumlarını yazıyor. Dürüst olmak gerekirse aynı kitap hakkında beş yazı okumaktan bir süre sonra sıkıldım ama yeni çıkan kitapları falan takip etmek için, şöyle bir "Ne diyorlar acaba?" diye göz atmak için bir kenarda tutuyorum o blogu. Bir de facebook grupları var. İçlerinden birinin yayınlanmış bir hikaye kitabı da var, henüz okumadım.

Bu beş kişi en son Türkiyeli bir kadın yazarın kitabını okudu, prestijli bir ödül almış kitap. Sonra da kendi düşüncelerini yazdılar ve o arada kıyamet koptu. Aşağıya koyacağım ekran görüntülerini ben aldım. Okuyacaklarınız ise kitabı beğenilmeyen ödüllü yazarın, genel olarak kitap okuyan insanlar, özel olarak da hikaye kitabı basılan blog yazarı hakkındaki fikirleri. (Kırmızı çerçeve ile sakladığım isim, hikaye kitabı olan blog yazarıdır; mavi çerçeveliler ise bu hakaret bombardımanı arasında iki kelime yorum yazmaya kalkışmış rastgele okuyucular.)




Olduğu gibi aldım ekran görüntüsünü, daha da var aslında ama üşendim, yani ödüllü yazar han'fendi hızını alamayıp yazdıkça yazmış. Blog takipçilerine "sürü" demiş, yazıları budalaca bulmuş, "Kitaplarımı okumak kimlere kalmış?!" diye sızlanmış, gerçek edebiyat okuru olsaymışız onu tanıyor olacağımızın altını çizmiş, "Biz amatörüz, işimiz gücümüz var, anneyiz" diye kendilerini mütevazı bir şekilde tanıtan blog yazarlarının ev işlerini, anneliğini küçümsemiş.

Fakat en korkuncu, hikaye kitabı basılmadan önce bir hikaye yarışmasına dosya gönderen blog yazarına ettiği laf. Neymiş, o dosyası çok yetersizmiş. Buradan han'fendinin yarışma jürisinde olduğunu tahmin ediyorum ve vay anasını demek istiyorum. Vay anasını.

Ödüllü yazar han'fendiyi tanımıyorum, adını duymama bu sanal amok koşusu vesile oldu. Blog yazarlarından sadece birini tanıyorum, o da pek hakarete maruz kalmadı zaten.

Sırf edebiyatçı diye harika bir insan olmasını da beklemiyorum kimseden. Fakat, son derece amatör bir şekilde kitap yorumları yazmaya soyunan ve bu amatörlüklerinin de her fırsatta altını çizen bir avuç okura bu şekilde saldırmaktan gocunmuyorsa; o arada önüne kim çıkarsa dümdüz edip hakarete devam ediyorsa; bir değil, iki değil, onlarca yorumla, delirmiş gibi kendi kendiyle konuşuyorsa; insanların gizliliğine güvenip yazılarını yolladığı bir yarışmanın dedikodusunu, hem de böyle uluorta ve pespaye bir şekilde yapıyorsa; "Kitabı okudum, beğenmedim" gibi son derece naif bir yoruma dahi "Gerçek edebiyat okuru olsaydı beğenirdi" gibi hem zeka yaşı düşük hem de gülünç bir cevap veriyorsa, sanırım benim de bu satırları yazma hakkım var.

Bahsi geçen edebiyat şaheserini okumadım, şu anda kitapla ilgili her şeyden biraz ürküyorum açıkçası. Tahammülsüz biriymişsiniz han'fendi. Belki facebook hesabınızı kapatmanızda fayda vardır, sinirlerinizi bozduğu çok aşikar.

June 4, 2014

deliduman


Emrah Serbes'in yeni romanı 20 Haziran'da kitapçılardaymış; kapağı, Emanet Şehir'den bilip sevdiğimiz Berat Pekmezci çizmiş. Levent Cantek'in pek güzel blogundan böyle haberler almak mümkün.

April 24, 2014

Söyleşi Varmış

En sevdiğimiz varoluşçu ukala dümbeleği, 5 yaşındaki mini-dedektif Alper Kamu'nun babası Alper Canıgüz, bu cumartesi Cermodern'de söyleşideymiş. Bakınız üstelik söyleşi ücretsizmiş, sırf Cermodern'de ücretsiz bir şeye dahil olabilmenin sevinci için bile gidilir.


April 10, 2014

Aferin. Ne Güzel Olmuş.

One Love, bu ne?


Yani biliyorum, Mogwai, Modeselektor falan, gayet güzel, rafine müzik yapıyorlar. Ama ben kalkıp Ankara'dan gitmem lan bunlara. Eli yüzü düzgün festivalde bunlar elektronik sahnesi olur, ana sahnede tırt bir şey olunca gider dinlersin, kendi adıma konuşuyorum, ben elektronik müzik dinleyicisi değilim zira.

Yıllardır sen Brit-pop gruplarını headliner yap, dünyanın parasını harcayıp gelelim biz. En son geldiğimizde kafamıza sıç hatta, alkolsüz biralarla gıkımızı çıkarmadan oturalım, kapıya linç timleri dayansın, bir de o olayın üzerine "yeaaa gençler, nasıldı ama festival?" diye kanırt bizi facebook'tan ordan burdan, sonra bu line-up. Oğlum biz zaten sizin patrondan ve patronun uzantıları olan bir takım mecralardan hırsımızı alamadık, bari gönül alın adam gibi festival yapıp.

Yine kendi adıma konuşuyorum, zaten kalbim kırık, elim ne eğlenceye varıyor ne para harcamaya. Mutsuzum ulan, unutamıyorum olanları. Her şey yolundaymış gibi festivale gitmeyi bile mesele haline getirdim. "Biz de varız, müzik var" falan diyebilmek için giderim diye kendimi yatıştırıyorum. Ama bakın hem bu ruh hali, hem köpeklere bakacak adam bulmak için yalvarmak, hem yol parası, hem konaklama parası, hem festival biletleri, hem oralarda yeme içme. Manyak mıyım ben?

Çok istediğim Pearl Jam'i getirseler iki kere düşünürüm bu saatten sonra. Bu burnundan kıl aldırmayan One Love havalarından da çok sıkıldım. İstanbul bağımsızlığını ilan etsin en iyisi, böyle çok cool bakışlar atarak anakaradan kopup uzaklaşsın bir ada gibi, hepimiz rahat edelim, gidip yemeğin suyuna ekmek banalım, uyuz gibi Brit-pop dinleyelim, rock dinleyelim falan.

February 24, 2014

Babylon'da Konser

6 Mart'ta Babylon'da güzel konser var, ben burdan bakmakla yetineceğim, bir perşembe akşamı İstanbul'a ışınlanabilmem mümkün değil.

When Saints Go Machine Danimarkalı bir grup, nerden biliyorum diye düşünürken iki sene önce yazdığımı hatırladım. Yeni albüm çıkarmışlar o arada galiba. Şunu dinleyelim madem, kapalı hava ve eve dolan donuk boz ışıkla da pek iyi gitti.




February 13, 2014

Hohoyt!

Hep mi kötü haber, hep mi üzüntü olacak, bu sefer de sevinçli başladık güne. Gezi olayları bahanesiyle 8 aydır hayatı çalınan kardeşimiz an itibariyle kuşlar gibi özgür! Ablası alacak birazdan, koynuna sokacak, eve götürecek. 8 aydır çekilen sıkıntıyı da diğer güzel çocukların ailelerinin kederiyle birlikte kalbimizde muhafaza edeceğiz, zira bu memlekette en hafifinden muhalif olmanın bile bedeli var, hani olur da unutursak kalbimize bakarız.

Güzel bir fotoğrafını koyayım Görüş'ün, ablasıyla.


Kaş göz de kapatacak değilim, utanıp saklanması gereken taraf biz değiliz zira. Ne güzel pırıl pırıl çocuk.

Akşama da güzel bir konser var Ankara'da, Bosnalı ska grubu Dubioza Kolektiv Hayal Kahvesi'nde çıkacak, saat 21:30'da. Barbar kocamla Saraybosna'da duyup pek beğenmiştik, heyecanlandık Ankara'ya gelmelerine. Ska yapanın sistem karşıtı olanını severim, aslında ska da sevmem pek ama hemşehrilerimizi de yalnız bırakacak değiliz. Ayrıca hayatımızın en güzel seyahatine fon müziği oldular, o yüzden akşama Bosna milli takımı atkılarımızı alıp gidiyoruz.

Parti var yani bu gece, ölmemişiz, hayat gene de fena değil.




January 30, 2014

2012 Efes One Love'daki Gavur Kız, Sana Sesleniyorum! / You Know Who You Are!

Kapanacak bir hesabım, alınacak küçük bir intikamım var müsaadenizle. Hatırlarsınız 2012 yazında kalkıp Efes'in sponsorluğunda One Love Festivali'ne gitmiştik, alkollü içecekler çotank diye yasaklanmıştı. Kazık kadar insanlar olarak terbiye edilmiş, hizaya sokulmuş ve civardaki tek tekel bayisini zengin etmiştik. Şöyle yazmışım eve dönünce:

"okumuşsunuzdur, efes one love festivali'nde alkol satışı yasaktı. 33 yaşında evli barklı biri olarak bira içip içmeyeceğime başkalarının karar vermesi beni çok sinirlendiriyor. son dakika alınmış 4 adet kombine festival bileti sahibi biri olarak bu yasağı kapıdan girerken öğrenmem de çok güzel oldu. n'ooldu peki, dışarı çıkıp eyüp halkının kıymetli kaldırımlarında bira içtik, daha mı iyi oldu? daha mı az rahatsız oldular? ben de bi çok şeyden rahatsızım, o ne olacak? ben de halkım, sıradan biriyim, öbür %50'yim anlaşılan, ben ne olacağım?"

Böyle isyanlar, sızlanmalar falan. 

O gün girdik içeri, çimlere oturduk, öğlen vaktiydi henüz. Küp gibi oturmuş kalmıştık ki bir gavur kız sahnenin önünden yerlerde oturan kalabalığa doğru yürümeye başladı, bir yandan da avaz avaz bağırıyordu hepimize "Hepiniz koyunsunuz! Fakyu! İçki yasak sesinizi çıkarmıyorsunuz! Fakyu fakyu fakyu!". Böyle orta parmaklı falan, hiç tanımadığı etmediği biz diğer festivalci insanlara. İçime oturdu, unutamadım o küçük ve çılgın şovu.

Sevgili agresif festivalci kız, sen geçen yaz aylarını hangi ülkede hangi festivalde falan geçirdin bilmiyorum ama burdaki o bir kaç ayı sana armağan ediyorum. Orta parmakları da geri alabilirsin. Çok yardımcı oldun gerçekten hepimize, biz zavallı doğulu gariban müzikseverler senin gibi nevrotik yol göstericiler olmadan birer hiçiz çünkü.

Biraz geç oldu ama bizim burda adet böyle, fakyu tuu.

En güzel şarkıyı da kendime ve bu aşağıdaki beşliye armağan ediyorum. Common people deyince aklıma başka bir şey gelmiyor artık.



January 15, 2014

KuirFest Başlıyor Ama Her Şeyin Bir Çaresi Var


Efendim, bıkmadınız mı yani bu hayattan? Bakın herkes eşit, cinsel kimlik falan tamam ama düzelebilirsiniz. Üstelik Amerikan Shitty, ay, Shetty firması araştırmış yane.

Bunu barbar kocam buldu dün akşam, hemen ilgileneceğini düşündüğüm arkadaşlarıma yolladım, aldığım cevapları buraya yazabileceğimi sanmıyorum. Bir tanesini iş nedeniyle mahsur kaldığı doğu şehrinden halıya dürüp kaçıracağıma söz verdim, biraz aklı yatar gibi oldu ama homofin kullanmayacakmış, çok istiyorsam ben çeşitli yollarla kullanabilirmişim. Kurtaramadım yani kimseyi yaşadıkları zorluklardan.

Neyse, 16-23 Ocak arası Ankara'da KuirFest var, belki Homofin stand açmak ister. Kızılay Büyülü Fener'de film gösterimleri, Tayfa Kitapkafe'de söyleşiler, atölye çalışmaları ve yine film gösterimleri var. Bakın başka bir sinema değil, Büyülü Fener, boşuna tepinmiyoruz semt sinemaları yaşasın diye. Aşağıya programı ekliyorum, büyütmeyi beceremezsem linki şurda.


17'si akşamı Kite'da Nuri Harun Ateş konseri var, Bay Kafası Karışık Kontrtenor muhteşem sesiyle hem kendi şarkılarını hem de başkalarının şarkılarını söyleyecekmiş, repertuarı için gönül tellerini titreten bir çıfıt çarşısı diyorlar. Ben ilk defa dinleyeceğim, ne zamandır da dışarı çıktığım yok, heyecanlandım biraz.

Nasıl oluyor çıfıt çarşısı diyorsanız benim gibi, aşağıya da bir videosunu ekliyorum. Cuma akşamı gelirseniz eğer biz uzun ve irice bir çiftiz, hemen farkedersiniz; ben büyük ihtimalle giyinirken vur denince öldüreceğim için lateks gıcırtılarını ve simli-parlaklı izleri de takip etmeniz mümkün. Konser 21:00'de, Kite Güvenlik Caddesi'nde eskiden Overall'un olduğu yerde, giriş 10 lira ve bir bira dahil.

SONRADAN NOT: Konser Kite'dan Noxus'a alınmış, Noxus Selanik Caddesi 78/A'daymış. Haydi bakalım.



December 14, 2013

Fil Meselesi

Efendim illa ki 16. yüzyılda geçen ve bir fille bakıcısının hikayesini anlatan kitap okumam gerekiyorsa prensip olarak daha önce yazılmış olanıyla başlarım.

Gittim aldım Saramago'nun filli kitabını, Elif Şafak'ın filli kitabını da kitapçıda karıştırırım artık, Saramago'nun fili Şafak'ın filinin yarısı kadar ucuz.

Ne fena bu araklama işleri, kitapları okumadığım için bir şey yazamayacağım ama ne bileyim, 16. yüzyıl Avrupası'nda geçen filli bakıcılı bir kitap varken, üstelik de yazarı bir hayli meşhurken falan neden kendi de bir hayli meşhur olan bir başka yazar 16. yüzyılda ama Osmanlı döneminde geçen filli bakıcılı bir kitap yazar?

Neyse yani, alt tarafı sıradan bir okurum ben, biraz şüpheler içindeyim sadece. Yünlüleri yıkadım, gidip onları asayım.