Showing posts with label havalar sular. Show all posts
Showing posts with label havalar sular. Show all posts

December 23, 2021

Ay Resmen Sene Bitiyor

Ayın 23'ü olduğunu dehşetle fark ettim biraz önce, hâlâ ayın ilk haftasındayız filan diye düşünüyordum. Neler oldu o arada peki?

Diş randevuma gittim, yarın bir daha gideceğim. Tatsız bir gelişme oldu bu, hiç anlatmayayım. Bok gibi bir süreç başlayacak yarın.

Karşı komşunun yavru köpeğini iki defa daha gördüm. İlki kadar törensel olmadı ama gene o günün en güzel hadisesi oldu iki defasında da. Bir yandan da barbar kocamın ofisinin arka bahçesinde yavru köpekler var, düşünür müsünüz safkan sokak köpeği yavrusu evlat edinmeyi? Aşırı yuvarlaklar şu anda ve bütün gün birbirleriyle güreşiyorlar. Kara burunlu, kara kaşlı, kahverengi yavrular. Bir ara fotoğraf çekeyim, tekrar yazayım yavruları. 

Ben de çocukluk arkadaşımın yavrusuyla güreşiyorum fırsat buldukça. Bir akşam otururken ensesinden çekiverdim.


Dünden hazırmış, yapıştırdı valla sırtımı yere. 12 yaşında bu çocuk, nasıl oldu bilmiyorum. Seri halinde fotoğraflar var, bu yukarıdakinde gene insanlık onurumu üç gram filan koruyabilmişim.

İki gün önce 3. doz aşı oldum, bir hayli perişan etti beni. Anca bugün kendime gelebildim. Evde ateşim fırlamış, kas ağrıları içinde sürünürken Mubi'de güzel bir film seyrettim, Sevda tavsiye etmişti, Microhabitat diye Kore filmi.


Yoksullukla boğuşan Miso'nun hikayesi. Evlere temizliğe gidip ucu ucuna denk getiriyor kirasını ve hayattaki tek lüksü olan bir kadeh viski ve sigarayı. Bir gün sigaraya zam geliyor ve bütün bütçesi alt üst oluyor, yeni bir plan yapmak zorunda kalıyor Miso. Çok insancıl, esprili ve nazik bir filmdi. 

Ekmek hamuru yapmıştım, gidip ekmek yapayım. Başka da bir planım yok. Nasılsınız, iyi misiniz? Yılbaşında ne yapacaksınız?

December 8, 2021

Botlarımı Hâlâ Boyamadım

Ama dün pazıyı pişirdim ve biraz önce diş hekiminden randevu aldım. Cuma gününe. Umarım kanal tedavisi filan gerektiren bir şey değildir diyerek gene süratle kapatıyorum bu konuyu.

Sabah köpeklerle terasta dikilmiş sokağı seyrederken gözümün ucuyla beyaz bir leke gördüm karşı apartmandaki balkonlardan birinde. Hiç selam sabahımız olmayan bir komşu, kapalı balkonunun bir kanadını açmış iki eliyle bir yavru köpeği havaya kaldırmış bana gösteriyordu. Aynen şöyle:


Aklımı kaçırdım ahhahhha! Küçük bir çığlık atmışım, "AYYERİMÇOKGÜZELAĞĞĞĞ" diye hislerimi ifade ettim, karşılıklı el salladık, içeri girdiler. Umarım bundan sonra her komşu, eve giren her yeni kedi-köpek ile bu töreni tekrarlar, valla günüm harika başladı. 

Hafiften yağmur yağıyor ama hava çok soğuk değil. Anlatacak başka bir şeyim de yokmuş bugün. Gidip evdeki bakliyatları haşlamak suretiyle salataya çevireyim. Bir de gene çorba. Ay sizde de önlenemez bir karbonhidrat yeme isteği var mı? Ekmek arasına makarna dökesim var, kendimi zor tutuyorum. Bu seneyi kontrolsüzce kilo alıp vererek geçirdim, kendimden bıktım. 

Giderken birkaç günlük Sam Fender videosu bırakayım, şarkı sözlü video. En azılı düşmanı kendi kafasının içinde yaşayanlar için:

November 30, 2021

Yağmur Ama Doğal Afet

Eveth. Bir numaralı gündem maddesi: Diş hekimini arayıp randevu almak çünkü dişim ağrıyor. İki haftadır direniyorum o telefonu etmeye, şimdi de koşarak hava durumuna geçeceğim.

Fırtına var. Birkaç saattir karşı apartmanın çatısına sonradan kondurulan dandik endüstri tipi bacaya bakıyorum. Bacayı belinden bir iple çatıya tutturup önlem almışlar ama o kadar yalpalıyor ki sağa sola, umarım uçmaz. Yaza yaza kendim de dahil herkesi bunalttığım mesele, konut olarak tasarlanmış apartmanın zemin katı lokantaya dönüştürülünce çatısına da lokanta bacası ekleniyor. O bacalar bir boka yaramıyor. Aynı yağlı dumanı 3 metre yukarıdan mahalleye salıyorlar. Mahalleyle kavgam bitmedi, bitecek gibi de görünmüyor. Her gün yenisi açılan kahveciler de bitecek gibi görünmüyor. Bir sokağa 8 kahve dükkanı düşmeye başladı. Ayh neyse.

Kendimi sakinleştirmenin yollarını arıyorum mütemadiyen, anlaşılan anda kalabilen biri değilim, nefesime odaklanıp zihnimi boşaltamıyorum. Bunlar olmuyor. Bu sabah "Ulan o düğüne neden o korkunç eteği giydim ben?" diye uyandım. Bahsi geçen düğünün üzerinden 20 sene geçti. Etek hakikaten korkunçtu. Bluz da berbattı, bluzu kahve yaparken hatırladım. 

Neyse, normalde gün içinde kafam dağılıyor ama tez yazarken sabah 6 - akşam 6 masada oturup konsantre olmam gerekiyordu. Yaz başında SonikPanik bir miktar eğlenceli internet şeyleri yolladı, içlerinde bir de ortam sesi oluşturabileceğiniz bir internet sitesi vardı. O ortam sesi size yemin ederim benim verimliliğimi en az %50 arttırdı, sinirlerimi yatıştırdı, günde 12 saat çalışmamı sağladı. Şu ses:

https://environment-other.ambient-mixer.com/cozy-library

Şömineli kütüphane sesi. Biraz kurcalarsanız istediğinizi ekleyip çıkarmanız da mümkün. Bazen hafif yağmur sesi ekliyorum. Başka bir sürü seçenek de mevcut, orman morman, Harry Potter yemek salonu, ne isterseniz.

Sabah açtım canım kütüphane ortamımı, üzerinde de yumuşak klasik müzik açtım. Camın önünden uçarak leğen geçti mesela ama evin içinde bir Hobbit ambiyansı var. Bundan sonra hayatımı böyle geçireceğim.

Masamın altında da şu var:

Fırtına ve yağmur anksiyete veriyor bu buzağı ebatlarındaki köpeğimize. Gene bugün fena değil, normalde işi gücü bırakıp battaniyeye sıkıca sarmam ve avutmam gerekiyor. 

Endüstriyel dandik baca hâlâ uçmadı, fırtına devam ediyor, gidip çorba yapayım. Çorba en asil duyguların gıdası bence. Naapıyorsunuz, iyi misiniz?

November 26, 2021

Doktor Ama Bir Faydası Yok

Komşular, Romalılar, buralarda mısınız? Hellö.

Ayh ne biçim bir yazdı ve ne biçim bir sonbahar. Buraya yazmadığım ayları aynen şöyle geçirdim:

Oha 5 ay olmuş! Neyse ama, inanmazsınız doktoramı bitirdim, jüriye çıktım, geçtim. Ve bu sefer kaçmayıp o insanı doğduğuna pişman eden "Odtü'ye tez teslim ediyorum" sürecinden de geçip mezun oldum. Jüri ne güzeldi ama ondan sonra ters gidebilecek her şey ters gitti. Tabii ki bir gece önce kütüphanenin database'ine yüklediğim pdf, ertesi gün yüklediğim yerde yoktu filan. Kayıp formlar, yağmur gibi sağdan soldan gelen "Hocam, bir sorun var" emailleri. Ohh allahım. Merkür şaapıyordu tam bu dönem ahhahhha!

Neyse, herkesle beraber bu ikiliye de teşekkür ettim tezin başında:

Elbakyan'ın Sci-Hub'ı olmasaydı ben nah yazardım bu tezi. Dio'nun verdiği moral desteği de başka yerde bulamazdım. Bir video çakıp gideyim, tez dışında da çeşitli aydınlanmalar yaşadığım bir yaz oldu, umarım yavaş yavaş her şeylerden bahsederiz birlikte. 


Ağğğğğ Bığraaayğğn! Eğer İstanbul'a gelirlerse aynen böyle haykırmak üzere giderim o konsere. Gelmezlerse evde haykırırım zira Türk lirasının hiçbir manası kalmadı (Shut up.) Bayağı battı memleket (Shut up.) Fakat albüm çok güzel galiba (Shut up.) Yazık değil mi hepimize? Delirir gibi oldunuz mu çünkü ben oldum galiba?

May 18, 2021

Testereli Adam

Saat 08:30 gibi Kudi'yle terasta dikilip bomboş sokağı seyretmek üzere her zamanki yerimize yürümekteydik ki apartmanın bahçesindeki çam ağacının üzerine tırmanmış bir adam gördüm. Testereyle ağacın dallarını kesiyordu. Pazar günü oldu bu, altını çiziyorum bakın, sabah 08:30. Çam, bahçedeki tek ağaç ve bu sene nihayet bizim dairenin hizasına geldi. Kudi anında adama havlamaya başladı, sarkıp aşağıya baktım, başka adamlar da bahçede durmuş ağaçtaki adamı izliyordu. Ben artık bir düz adamı diğerinden kesinlikle ayıramıyorum. Her yer aynı adamlarla dolu.

Yılların pasif-agresifi olarak hemen apartmandaki tek arkadaşım 70+ birey komşumu aradım. 5 saniye içinde balkona fırlayıp avaz avaz bağırmaya başladı. Aşağıdan bir adam "TEYZEEE BİR ŞEY YOK, BUDUYORUZ TEYZEEEEE" diye komşumu sakinleştirmeye çalıştı. Bu teyze meselesi beni o kadar sinirlendiriyor ki anlatamam, hiç öyle bir akrabalık/samimiyet referansı filan yok o teyzede, hem yaşlılığı hem de kadınlığı küçümseme var. "Senin kafan basmaz, karışma" var. Bu adam sanırım bizim apartmanda oturuyor ama allah belamı versin emin olamıyorum, bu düz adamların hepsi aynı sarkmış eşofmanları giyiyorlar hafta sonları ve apartmanımızın eski monşerliği kalmadı artık.

Neyse, hadise bir saat kadar sürdü. Meğer apartman yöneticimiz ve bir diğer daire kafa kafaya verip bahçeyi temizletmeye karar vermiş, kimseye haber vermedikleri için ben 08:30'da ağaçta testereli adam görünce şok geçirmiş oldum. Bir yandan da kimse kimseye güvenmiyor bu apartmanda, bahçeyi otopark yapmak isteyenler var, geri kalanlarımız sürekli bu kaygıyla yaşıyor. Ve tabii ki bir çam ağacı bu kadar budanır mı bilmiyorum. Ve tabii ki bazı insanlar balkonlarına ağaç dalı değsin istemiyor, bu da başka bir apartman hayatı motifi. 

Bir miktar bezelye buzdolabında çimlenmişti, karton bardaklara itelemiştim bezelyeleri. Tahmin edersiniz ki bezelye yetiştirmek konusunda da hiçbir şey bilmiyorum. 

O incecik yeşil kollar sağa sola uzanmaya başlayınca can havliyle kokteyl çubukları sokuşturdum bardaklara. Bu sabah bir baktım böyle tutunmuş çubuğa, zaten sinirlerim bozuk, gözlerim doldu. 

Yemek filan da yapmadım bugün, dışarıdan söyleyeceğiz. Erken yatıp bir bozayı gibi uyumayı planlıyorum. Öberek gidiyorum.

December 17, 2020

2020'de Kitap, 2020'de Müzik

Ayh bu ayın da yarısı geçmiş bile, 2020 bitiyor resmen. Senenin bu son günlerinde, Türkçe yazan bunca insan içinden bir kenara ayırıp bağrıma bastığım herifin bir seri kadın tacizcisi, bir predator olduğunu öğrendim. Öğrenmeden 3 gün önce bir kitabına başlamıştım, öğrendikten sonra arasından ayracımı çıkarıp kitaplığın derinliklerine tıktım kitabı. Her yerde fotoğrafları karşıma çıkıyor, yüzüne bakmayı içim almıyor, yazdıklarını okuyabileceğimi hiç sanmıyorum. Bundan sonra da sayemde bir kuruş para kazansın istemem. 

Kadınların yaşadıklarının dehşetini sindirmek mümkün değilken üzerine bir de edebiyat çevrelerinde gayet de bilinen bir durummuş diye okuyup duruyorum. Edebiyat çevreleri ne kadar ayı-erkek çevreler. Bir kadın daha fazla dayanamayıp herkesin önünde çığlık atana kadar o ayı-erkek ve dahi yer yer kadın çevreler kafalarını diğer yana mı çeviriyor?

Ya da biz ne yapıyoruz? Mesela bandrol sahteciliği yapıp kendi yazarlarını dolandırdığı ortaya çıkan yayınevinin kitaplarını hâlâ satın alıyor muyuz? Yine aynı yayınevinde taciz iddiaları da vardı, onlar ne oldu? 

Bu ahval ve şerait içinde polisiye okuyorum, mümkün olan en az sayıda insanla konuşuyorum. Daha az kalori alıp daha çok su içmeye çalışıyorum. Ev üzerime üzerime geliyor mu? Bazen geliyor. Bazen de gelmiyor, yani elimden bu kadar geliyor.

2020'yi caz dinleyerek geçirmişim, yıl sonu listesini görünce şaşırmadım. Beni depresyona sürüklemiyor caz, başka şeyleri hatırlatmıyor, insan sıfatından çıkmadan efendi gibi müzik dinleyebilmemi sağlıyor, bir yandan başka şeylerle meşgul olabilmeme müsade ediyor. Liste şu, Instagram'da paylaşmıştım:

Babama dönüşmüşüm hakikaten, babam aşırı sofistike bir caz dinleyicisi olduğundan değil, aynen benim gibi ennnnn meşhur kim varsa onları dinlediğinden. Annem nefret eder cazın her türünden. En çok dinlediğim 5 sanatçı içinde bir Miles Davis eksik, o da 6 numaradır eminim.

Goodreads'de kendimle girdiğim "50 kitap okurum bu sene" iddiasını kazanıp üzerine an itibariyle 13 kitap daha eklemişim. Çoğu polisiye, üçte biri filan normal roman, az çizgi roman okumuşum. Bizim Büyük Challenge'ımız bana bu sene ne bir tat verdi ne de heyecan, gene de challenge maddelerine denk düşürdükçe işaretledim. Geriye sadece "2000-2010 yılları arasında yazılmış Türkçe bir kitap" maddesi kaldı. Bu madde için işte yukarıda bahsettiğim tacizci mahluğun kitabını okumaya başlamıştım. Bu saatten sonra bu maddeye denk gelecek bir kitabı ne aramak istiyorum ne bulmak ne de okumak. Feci şekilde sıkıldım şalanj yapmaktan da Türkçe edebiyattan da. Sosyal medyadan üzerime kitap yağmasından da bunaldım, bir şeyleri kaçırıyormuşum gibi geliyor görünce, sürekli kitap sipariş ediyorum. Sipariş ettiğim hızla okumuyorum, aslında bu yeni çıkan kitaplarla o kadar da ilgilenmiyorum. Kitap okumak çok kişisel bir şey, en yakın arkadaşımla fikir ayrılığına düştüğümüz oluyor, neden hiç tanımadığım insanların övdüğü kitapları almaya çalışıyorum ben?

Perşembeymiş ayol bugün, uyandığımdan beri cuma sanıyordum. Ayh neyse, bir önemi var mı? Valla yok, neden olsun. Son günlerde yaptığım en faydalı şey camları silmek oldu sanırım. Temiz camlar moralimi düzeltiyor. 

Söyleyecek bir şeyim yok, gideyim bari. Naapıyorsunuz, iyi misiniz?

December 4, 2020

Her Yer Çok Kalabalık

AL SANA PORTAKAL hadisesinin ertesi günü Sevda'yla mahallede buluştuk, sırt çantama bu yandaki üç portakalı koydu. Bir miktar da mandalina. Ben de onun çantasına annemlerin yolladığı limonlardan koydum. Sonra biraz yürüyüp ayrıldık. Ne kadar ideal ebatlarda üç portakal değil mi bu sefer?

Eve dönerken çiçekçiye uğrayıp çiçek aldım, bir de peynirciden Tire Süt Koop kaşar peyniri. Hafta sonu sokağa çıkma yasağı var diye günde iki kere ellerimi arkama bağlayıp mutfağı teftiş ediyorum, almam gereken bir şey var mı diye. Halbuki biz hafta sonları dışarı çıkmayı bırakalı yıllar oldu. Çıkılmıyor bu taraflarda dışarı, ne parklarda bir kıçlık yer oluyor ne de dükkanlara girmek mümkün oluyor. 

Bugün öğlen Tunalı'ya indik Sevda'yla, plak almak için. Plağı aldık, çay içmeyi reddettik, baklava vardı onu da reddettik. En son yüzümüze dezenfektan sıkarak uğurladı Shades Süleyman Bey. Göze sıkılabilen bir şeymiş ondaki, "GÖZ AMELİYATLARINDAN SONRA KULLANILIYOR!" dedi, tartışacak halim yoktu, zaten biraz korkuyorum kendisinden. Almak istediğim plağın bir beyazı, bir de siyahı vardı. Beyaz olan limited edition filan, "Ya bunların arasında ne fark var allahaşkına?" diye bütün samimiyetim ve cehaletimle sordum. Yere çökmüş yeni gelenler kutusunu karıştırıyordum, arkamda ayakta dikiliyordu. Cevap gelene kadar süren sessizlikte kesin gözlerini kısıp enseme baktı ve içinden "Allahım nelerle uğraşıyorum?!" filan dedi. (Beyaz plağı aldım.) 

Hazır inmişken markete filan da girelim bari dedik ama mümkün olmadı, Tunalı'da kıyamet kopuyor bugün. Her yerde uzun kuyruklar var, normalde sakin olan dükkanlar bile tıklım tıklımdı. Sevda gözünü karartıp mandıraya girdi, peynir reyonunun önünde biz yaşlarda bir kadın peynir alıyordu ama nasıl almak? Şöyle almak: "Şu yumuşak peyniri de anneciğime alayım, evet yarım kilo, anneciğim çok seviyor. Şu kaşardan da oğluşuma istiyorum, oğluşumun kaşarı. Anneciğimin, oğluşumun, anneciğim, kaşar, tulum, evet oğluşumuşun, annnnnneciğiiimmm peyniriş..." Ya acaba şuradan uçsam, tekmemi kadının beline denk getirebilir miyim diye hayal kurdum mandıranın kapısında dikilirken. Hayatını anlatmaya gelmiş, reyonu tıkamış, dükkanı işgal etmiş, peynirci abiyi esir almış. PANDEMİ VAR HAN'FENDİ. VİRÜS VAR. Herkes delirmiş.

Şunu gördünüz mü?

Haberin tamamı şurada, okumak isterseniz. Şaşırdık mı? Eh, pek şaşırmadık. Komik mi peki? Valla bence değil. Çok acıklı. Bir yandan da aşırı sağcı ve muhafazakar hükümet ne demektir sorusunun bir haber başlığına sığacak kadar özetlenmiş cevabı olmuş. Bize parmaklarıyla başka bir istikamet gösterirken kendileri durmaksızın bok attıkları o kültürlerin, yaşamların, özgürlüklerin nimetlerini sonuna kadar tecrübe ediyor. Macar Lgbti komünitesine ve mütteffiklerine, insan gibi yaşamak isteyen hepimize sabır, dayanma ve mücadele gücü temenni ediyorum. 

Ve gidiyorum. Nasılsınız, iyi misiniz? 3 günlük eve kapanmaya hazır mısınız? 

December 1, 2020

İçe Doğru Göçmek

Sanalmarket'ten 3 adet portakal rica etmiştim, bunları yollamış market çalışanı. Mutfakta kendi kendime güldüm biraz. Fotoğraftan pek anlaşılmıyor ama en büyük olan kafam kadar, en küçük ise ufak bir mandalina ebatlarında. "AL PORTAKAL! AL! ÜÇ TANE AL!" diye torbaladığını hayal ettim, allah biliyor ben de o ruh haliyle yaşıyorum. Üstelik bütün gün sebze meyve de doldurmuyorum torbalara. 

Benim bu taneyle sebze meyve alma huyum evde hır çıkmasına sebep oluyor 10 senedir. İki sebebi var taneyle almamın; şu yaşımda hâlâ kestiremiyorum kiloyla alsam aşağı yukarı kaç tane gelecek, diğer sebep de çok alıp çürütüp çöpe atmak istememem. 

Bu tabii biraz pandemisiz hayatın alışkanlığı, taneyle almak, markete manava filan girmeye gocunmadığım zamanlar, evde bittikçe fırlayıp gidebilmenin rahatlığı. Barbar kocam "KİM GİDİP ÜÇ PORTAKAL ALIR?!" diye isyan ediyor. Ben alıyorum çünkü portakalların ikisi dolapta durmaya devam ediyor, beş gün oldu. Bir tanesini yiyen de benim zaten. Orta boy olanı yedim.

Yeni sokağa çıkma yasaklarıyla beraber ruhunuz daraldı mı? Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi, bunun bir sonu yokmuş gibi geldi mi dinlerken? Bana öyle oldu. Sonra hemen silkinip kendime geldim. Önce televizyondaki altyazıyı okuyup anlamayan barbar kocama bağırdım. Sonra da kafamda plan yapmaya başladım.

Zaten feci şekilde salmıştım, ne bir küçük egzersiz ne yediğine içtiğine dikkat etmek ne de günlük rutin filan kalmıştı. Bugün itibariyle yeniden gündelik hayatımı toparlamaya çalışacağım. İnternetlerde şunu buldum:


İZOLASYONDA İYİ OLMAK İÇİN GÜNLÜK YAPILACAKLAR LİSTESİ:

Temel şeyler: Duş / Meditasyon / ... (Kişisel hijyen ve kafayı rahatlacak bir aktivite gibi düşünebiliriz.)

- Bir şeyi ya da bir yeri temizlemek 

- Büyümekte olan, canlı bir şeyle ilgilenmek: Çocuk / Bitki / Köpenk ve benzerleri

- Yaşadığın anın farkına varmak: Bir ses ya da şarkı / Bir his / Gördüğün bir şey / Bir manevi-dini aktivite (Bir şarkıyı gerçekten baştan sona dinlemek, sırtına vuran güneşi düşünmek; "anda kalmak" dedikleri şey herhalde bu. Bilmiyorum tam olarak nasıl oluyor ama bu da bir tür egzersiz, deneriz yapmayı bence.)

Aynı evde yaşamadığın biriyle iletişim kurmak

- Nabzını yükseltecek bir şey yapmak

- Sonradan "İyi ki yapmışım" diyeceğin bir şey yapmak

Bir gün daha ben duvarlara bakarken geçip gitsin istemiyorum. Şu kadar aydır tamamen göçmemiş olmamın tek sebebi, sanırım, daha önce bir defa tamamen göçmüş ve yardım almış olmam. Göçmeye yaklaştığımı fark edip müdahale ediyorum elimden geldiği kadar.

Neyse işte, böyle. Biraz dambıl indirip kaldırayım, duş alayım, doğru dürüst giyineyim. Sonra sandviç yapacağım, bir de çay. Annemleri arayayım. Şu saksısı elimde kalan kaktüsü yeni bir saksıya yerleştireyim. Banyoyu temizleyeyim. Miley Cyrus'ın yeni albümünü dinleyeyim, merak ediyorum. Bir adet de makale okumayı filan başarırsam listeyi tamamlamış olurum. Belki 1993 senesinde ettiğim bir lafı neden ettiğimi düşünmeden uyuyabilirim bu gece ahhahhha ay çok korkunç!

Nasılsınız, iyi misiniz? Bugün neler yaptınız? Pandeminin de sonu var, bitecek biliyorsunuz değil mi?
 

November 27, 2020

Hava Hâlâ Soğuk

Yarın öbür gün gelirim diye çıkıp gitmişim, üç hafta geçmiş. Arada bu sayfayı açtığım oldu, denemedim değil yani yazmayı. Beyaz boşluğa bir süre baktıktan sonra kapatıp kaçtım. 

Halim yok, pek tadım tuzum yok, zaten yazacak bir şeyim yok. O arada bir de "İzmir'e geri dönmek istiyorum" ağlamaya başladım, iki gün sürdü. Ama ne ağladım; kendi kendime ağladım, telefonda annemlere ağladım, kardeşime yolladığım sesli mesajlara ağladım, bayağı bildiğiniz şarıl şarıl ağladım. İki gün boyu. Neyse, geçen haftaydı bu. Ağlamam kesildi ama geri dönme isteğim baki. Neyse, sonra yazarım bunu. Nereden çıktığını buldum sanırım, sebepler ve sonuçlar var.

Kaç gecedir hava sıcaklığı sıfırın altına düşüyor, her sabah "Bugün sardunyayı içeri alayım" diye kalkıyorum yataktan. Olmadı, olmadı, bir türlü alamadım. Yapmam gereken hiçbir şeyi yapamıyorum, aslında hiçbir şey yapmıyorum, nefes alıyorum sadece. Dün hava kararırken attım kendimi dışarıya, saksıyı sildim filan, kucaklayıp getirdim içeriye. Sonra mutfağın bu yarı karanlık köşesinde dikilip sigara içtim, sardunyanın fotoğrafını çektim. En azından bir kalem işi yapmış oldum. Geriye kaldı 300 kalem iş. Salondaki plastik saksılardan biri elimde kaldı mesela, kıtırt diye parçalara ayrıldı. Olduğu yere bırakıp kaçtım. Ütülenecek şeylerden de kaçıyorum. Halılar, perdeler, bulaşıklar, market torbaları, covid, hayat, pırasalar üstüme üstüme geliyor. Ayh, neyse.

Kitap okuyorum, gece yatarken okuyorum, sabah kahvaltı ederken okumaya devam ediyorum. Öykülerini çok beğendiğim bir yazarın ilk romanını aldım, online kitapçıda satışı başlamamıştı, Tunalı'ya inip YKY'den pençeleyerek aldım. 400 küsur sayfayı 4 günde okudum, o dünya güzeli öyküleri yazan insan neden bu çorba gibi romanı yazmış diye düşündüm, bozuldum. İçindeki "süpermen-kriptonit" "o güzel atlara binip gittiler" "büyümek istemeyen peter pan" gibi klişeler içimi öldürdü. İyi yerlerini cımbızla ayıklamaya çalıştım ama yani roman okumak böyle bir şey olmamalı, niye ayıklamak zorunda olayım?

Bu romanı hiç başıma gelmemiş gibi sessizce kitaplığa tıktım, bir gerçek suç romanı okumaya başladım, iyi geldi. Sırf cinayetli olduğu için de değil, ne güzel yazmış adam ta 1950'lerde. Capote'nin Soğukkanlılıkla'sıyla kapışır, valla belki biraz döver bile. Meyer Levin - Compulsion, Türkçe basılmış mı bilmiyorum, bulamadım internet dükkanlarında. 

Ay internet var mı yok mu belli değil, Spotify çalışmıyor. Yazıyı yollamayı deneyeyim, gideyim. Naapıyorsunuz, iyi misiniz? 

November 4, 2020

Hava Soğuk

Koca bir yazıyı sildim. İyi yaptım bence, ne bir derde çare oluyordu ne önemli bir fikir vardı. Üzgün, endişeli ve gerginim. 

Çiçekleri aldığım gün fotoğraf çekmiştim:


Ne filtre basmışım yalnız, gene göz gözü görmüyor. Zaten bir hafta olmuş, buruştu, boynunu büktü çiçekler. Gene cam şişe ve saire birikti evde, onları atarken çiçekçiye de uğrardım ama boğazım yanıyor, başım ağrıyor. Biraz da halsizim. 

Geçenlerde Kudi ne güzel yatmıştı terasta, bir fotoğrafını çekeyim dedim:


Bir anda belirdi ve kesinlikle çekilmedi. Tıkaç-köpek.

Kudi'ye şişme boyunluk taktık bir ara, delirmiş gibi dirseklerini yalıyordu. Hiç memnun olmadı. Çok gıcık kapmış köpek:


Herhangi bir konuda en ufak bir fikrim yok, gidip tarhana çorbası yapacağım. Yıkanıp daha kalın bir şeyler giyeceğim üzerime. Sonra da kitap okuyayım. Aklıma başka bir şey gelmiyor, bundan daha fazlasını yapmaya halim de yok. Bundan daha fazlasına kafamın çalışacağını da pek sanmıyorum. 

Nasılsınız, hafta nasıl geçiyor? Öberek gidiyorum, geri gelirim yarın öbür gün. 

October 29, 2020

Yağmur Yağdı

Ne zamandır sokağa çıkmıyordum ama allahtan kafam çalıştı kısa bir anlığına, yağmurluk geçirdim üzerime. Sonbahar gelmiş hakikaten. Ben de isterdim Prince gibi olayım; bir rock star, bir ikon gibi karşılayayım sonbaharı. Moda ikonu olmadığım gibi 2 Prince edecek bir kilodayım. O yüzden H&M erkek reyonunda %50 indirimli bulduğum yeşil yağmurluğu giydim.

Sevda'ya sandviç yiyip çay içmeye gittim. Bir de çoğalttığım kauçuklardan bir fide götürdüm. Kitaplardan, koltuk döşemecilerinden, Göbeklitepe'den ve peynirlerden bahsettik. Bana ayırdığı bir miktar tarhanayı, erişteyi ve kurutulmuş meyveleri alıp eve döndüm. 

Evlerin camlarında 29 Ekim resimleri vardı yol boyu, çocuklar yapıp asmış. Fotoğraf çekeyim dedim, telefonuma bir haller olmuş, ekran kapkara. Gözlerimi devirip yürümeye devam ettim. 29 Ekim resimlerine baka baka, dökülen yapraklara basa basa. 

Çiçekçiye uğradım yarı yolda. Pandemi boyunca yaptığım en düzenli işlerden biri sanırım çiçek almak. Dükkan açıktı ama abi yoktu ortalıkta, yan dükkandaki terziye sordum, telefon açtı çiçekçiye. "Ay önemli değil, ben bekleyeceğim her halükarda" dedim ama durduramadım terziyi. Yolun karşısındaki marketteymiş, kasanın oradan el salladı çiçekçi. 

İki çeşit çiçek aldım, o arada biraz sohbet ettik, siyasi sohbet. Herhangi bir çiçekçiye gidecek değilim tabii ki ve Ankara'da zaten başka neyin sohbeti yapılıyor bilmiyorum. "Faşist yapılanma"lar, "yapısal sorunlar" filan havada uçuştu, çiçeklerimi alıp çıktım.

Apartmanın bahçesinde ne zamandır gördüğüm en güzel tekir kedi oturuyordu. Yanına yanaştırmadı, bari fotoğrafını çekeyim dedim. Ekran gene açılmadı, telefonu oracıkta çöpe mi atsam diye düşündüm, tekir gözlerini benden ayırmadan esnedi. 

Güneş battı, koyu gri bulutlar var. Beyaz şarap var sanıyordum, yarım kadeh bile çıkmadı. Neyse artık, çıktığı kadar. Sonbahar turuncusu oje sürdüm, kurusun diye bekliyorum, feci şekilde çişim geldi. Tabii ki geldi, hep aynı şey oluyor.

Bruce Springsteen yeni albüm çıkardı. Bir süredir kendi güvenli limanlarıma sığınmış vaziyette yaşıyorum, sevdiğim eski yazarlar, eski albümler. Bruce Bey de öyle bir liman, hiç hayal kırıklığına uğratmıyor. 

Yeni albümden ikinci videoyu çıkardı bile:


Nasılsınız, iyi misiniz? Güzel bir şeyler oldu mu? Balkabağı sezonu geldi mi? Güzel kitap okudunuz mu bu aralar? 

September 22, 2020

No Rain

Güneş geri geldi, hava açtı. Olsun, bu da sonbahar. 

Dün akşam kendi halimde otururken birden kompüterin ekranında bir Skype çağrısı belirdi. Arayan barbar kocamdı fakat barbar kocam o anda akvaryumun üzerine eğilmiş balıklara yem vermekteydi ve beni Skype üzerinden arıyor olması imkânsızdı. Çağrıyı cevapladım, karşımda babamı buldum. Babamın tamamını da bulmadım aslında, ekranda iki adet göz vardı sadece. Karanlıkta oturuyormuş.

Bu kaos birkaç ay önce başladı. Kocamın ofis bilgisayarının masaüstünde babamın kaydettiği Word dosyaları belirmeye başladı. Babama söylemedik, fenalık geçirmesin diye. O kuşakta çok yaygın bir "Bilgisayarıma girerler" endişesi var, neden bilmiyorum. Aynı kuşaktan eski patronum mesela, muhalif bir şey konuşacaksa cep telefonunu parçalarına ayırırdı. 

Tabii bir yandan da kocamın belgeleri babamın bilgisayarında belirdiği için nihayet babam uyandı duruma. Skype'ı dün fark etmiş, dalga geçmek için aramış. Onlarca iş kontağı arasından beni bulup arayabilmiş olmasına, Çin'de bir fabrika müdürünü aramamış olmasına şükrettik. Bir saat kadar sohbet ettik, iyi oldu.

Urla'ya her gittiğimizde bu ikisinin ne kadar teknoloji ile ilgili problemi varsa çözüp öyle dönüyoruz Ankara'ya. Herhalde kocam kendi Microsoft hesabı ile girip bir şeyler halletti babamın bilgisayarında, böyle sanal-yapışık yaşıyorlar o günden beri. 

Ay cart diye geçiverdi koca gün. 28 sene önce bugün Blind Melon ilk albümünü çıkarmış, o albümün en meşhur şarkısı ilerleyen aylarda MTV'de üst üste çalmaya başlayınca fark etmiştim grubu. Şarkıyı da, tombul arı-kızlı videosunu da hâlâ çok severim, aşağıya yapıştırıp gideyim.

September 21, 2020

Tombalak

Spotify'ı açtım, sağ taraftaki "Arkadaşlarınız" listesinde Mansur Yavaş Bey belirdi, dün en son şu aşağıdaki listeyi dinlemiş:


Ay olur ya, neden olmasın akustik cover şarkılar, ben de açtım dinliyorum.  Hello sonbahar. Meteoroloji şu anda 21,4 derece veriyor hava sıcaklığını, güneş de yok. Ankara grisi var, yekpare.

40 yıl düşünsem şunu söyleyeceğim aklıma gelmezdi ama söylüyorum, valla sevindim ben bu serin ve kapalı havaya. Ne yazdan ne de bahardan istediğim randımanı alabildim bu sene, bari en azından bir değişiklik oldu. Randıman derken tatilden filan da bahsetmiyorum, bahar ve yazın bana verdiği hafiflik ve yersiz sevinçten bahsediyorum. Olamadı yersiz sevinçler.

Zorrrrla yeniden egzersiz yapmaya başladım evde. Yine sıfırdan başlar gibi, her yerim ağrıyor. Aylar sonra tartıldım, tahmin ettiğim kadar yüksek bir rakam çıkmadı ama bir disiplin abidesi gibi canımı dişime takarak vermiştim ben bu kiloları. Olduğu gibi geri almışım. Bir başka ruh ikizim kediyi takdim edeyim:


Ben anlıyorum seni Tombalak, yemin ederim anlıyorum.

Bugün Stephen King'in doğum günü, 73 oldu en sevdiğimiz kâbusların yazarı. Dün gece bunun şerefine bir kitabına başlayayım dedim. Gene tabii Maine'in bir yerlerinde geçiyor, karakterlerden biri ise Ohiolu. Bir aksan çatışması var kitabın ilk sayfalarında, Ohiolu kız ilk geldiğinde anlayamamış filan buranın yerlilerinin konuşmasını. Derken herkes birbirine "E, ya!" demeye başladı. "E, ya" Türkçe ne demek anlayamadığım için İngilizcesini de tahmin edemedim maalesef. Dolayısıyla hiçbir şey anlamadım. Garson kadın masaya yanaşıp, "E, ya... Burada işiniz bitti mi?" diyor mesela. "E, ya ne kadar da aptalım. Senin buralı olmadığını unuttum." "E ya, o kadarını da başarabilirdi." Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum. 31. sayfada pes edip yattım. Başka bir Stephen King ile deneyeceğim şansımı bu akşam.

Salonumuza yapışık inşaatta metal kesiyorlar, daha fazla dayanamayacağım. Evin diğer tarafına gitmek üzere kalkıyorum. Diğer tarafta da çok üzücü bir şekilde mutfak var. Cacık yapayım bari, cacık iyi bir şey. 

Nasıl geçti pazartesiniz? İyi misiniz? 

September 14, 2020

Doğa İntikam Mı Alıyor, Yoksa Biz Mi Gerzeğiz?

Ay tabii ki biz gerzeğiz. Sağda solda çok görüyorum, "Covid aslında doğanın intikamı, doğanın yeniden dengeyi sağlamaya çalışması" filan diye. Bu aşırı romantik, mesnetsiz saptamalar benim içimi kıyıyor. En son bir sosyal antropologdan da duyunca bu saçmalığı, isyan etmeye karar verdim buraya.

Neden öfkeli bir hayali karakter yaratıyoruz durduk yere? İntikam alan doğa, sanırsın ki Taş Çağı köylüsüyüz. Sonra yağmur duasına çıkanlarla alay ediyoruz, gözlerimizi deviriyoruz. 

Doğanın denge sağlamaya çalıştığı filan da yok, doğanın hiçbir şey yapmaya hali yok. Ha farz edelim dengeyi sağlamaya çalışıyor olsun, pandemide bile fabrikaları kesinlikle kapatmayan, delirmiş gibi inşaata devam eden, bulduğu ilk fırsatta da alışveriş merkezlerini açan insan türüyle başa çıkması pek mümkün görünmüyor. Üretim, tüketim, yayılım, tahribat asla durmuyor. Hem bencil hem de gerzeğiz.

Yani kabahat tamamen bizde. Doğaya kişilik ve karakter tayin edip konuyu muğlaklaştırmayalım. Başımıza gelen her tuhaf felaket, bizzat bizim bozduğumuz bir şeylerden kaynaklanıyor.  Kendi virüsleriyle gül gibi yaşayıp giden yaban hayatla aramızda sınır kalmadı, orman kalmadı. Yaban hayatı kendi içinde halledemiyor artık hiçbir şeyi, hemen dibinde insan yerleşimi var. İnsan türü yerinde durmuyor, fıldır fıldır seyahat ediyor, seyahatlar son derece süratli; bugün Çin'de virüs kapıyorsun, yarın Roma'da selfie çekiyorsun. 

Neyse, esas demek istediğim şu, böyle osuruktan tespitler benim endişemi arttırmaktan başka bir işe yaramıyor. Doğa intikam alıyor. Peki ne yapacağız biz? Çözüm ne? Belli değil. Çünkü karşı tarafta böyle Zeus meus gibi bir şey var ve çok sinirli, elimizle tutup gözümüzle göremediğimiz için işte en fazla keçi filan kurban edebiliriz belki. 

Derli toplu bilimsel açıklamalar okuyunca sakinleşiyorum. Bilimsel yöntem, şeffaf veriler, gerçekçi öngörüler. Bilim de maalesef filmlerde filan gördüğümüzün aksine, yavaş bir süreçmiş. Ama bir düşünün lütfen, "Ay belki intikam almaktan vazgeçer doğa" diye keçi kesip beklemeyi mi tercih ederdiniz, yoksa bilim insanlarının aşı bulmasını beklemeyi mi? (Bir arkeolog olarak ipucu veriyorum: keçi işe yaramıyor.) 

Zaten gıcık kapmıştım, bir de dün üzerimize kum yağınca iyice sinirlendim. Şimdi bir beş dakika sessizce durup kafamı boşaltacağım, sonra da hâlâ havaya uçurmadığım mutfağa gidip fırına sebze sokuşturacağım. Öbtüm, gittim. 

September 3, 2020

Valla Bilmiyorum Hiç

Ay naapıyorsunuz, iyi misiniz? Ben naapıyorum? Bilmiyorum. Zaman zaman ütü yapıyorum, pilav filan yaptığım da oluyor. Bazını severek, bazısıyla kavga ederek kitap okuyorum. Yaz mevsiminin sonuna geldiğimizi üzüntüyle idrak ettiğim için bir saksı gibi terasta oturuyorum.


Barbar kocam mesaj yoluyla yolladı bunu, "Aylardır seni bu açıdan görüyorum" diye. Ben fotoğrafa bakınca çaba görüyorum; saçımı balıksırtı örmüşüm iyi kötü, fiyonklu eşarp, halka küpe. (Kardeşim "Bir sen, bir de Jennifer Lopez kaldınız halka küpede ısrarcı!" diye isyan ediyor bazen. Aym sitil Mina fırom dı bılok.) Yüzümü görebilseydiniz biraz makyaj bile vardı. Bir görev bilinciyle kalkıyorum her sabah, giyiniyorum filan. İnsanlıktan çıkmayayım diye. Ben de bunaldım komşular, Romalılar. Herkes gibi ben de bunaldım. 

Ankara bugün 39 derece, Urfa'ya hiç gitmemiş Ankaralılar mesela camdan kafalarını dışarı çıkartarak küçük bir Urfa deneyimi yaşayabilirler. Wuhan deneyimi de mümkün şehrimizde, öyle yazmış herkesler bugün, bayağı boku yemiş vaziyetteyiz.

Şu kedi ruh ikizim olabilir:


Böyle duruyorum, altı ay oldu. Tahammül edebildiğim insan sayısı da hiç bu kadar azalmamıştı. Köpeklerle de münakaşa ediyorum. Gerçekten bilmiyorum hiç. Bilemiyorum. 

Ay neyse, bir yere varacağım yok, iki satır yazayım dedim. Ki yarın gelip gene yazacak yüzüm olsun. Ne bileyim, motivasyon filan. Öbtüm.

May 22, 2020

Tabiat Hadiseleri, Martin Beck, Dondurma

Belediye dün sarı alarm verdi, ufak çaplı fırtına gelecek diye. Söz dinleyen bir yurttaş olarak çıkıp saksıları filan indirdim. Sonra da "Hiç fırtına gelecek gibi durmuyor" diye gözlerimi şüpheyle kısıp beklemeye başladım. Şüphe, genlerimizde var. Ve hava çok sıcaktı dün.

Fakat belediye haklı çıktı, tam bir fırtına olmasa da ara ara kuvvetli rüzgar esti bütün gün, hâlâ da esiyor. Yaşlandıkça hava durumu hayatımın çok büyük bir kısmını işgal etmeye başladı, telefonumda üç ayrı meteoroloji app'i var. Sonra dün akşamüstü şunu gördüm internetlerde:


O küsuratlı ortalamalar, o hava ve yer olaylarının detaylı açıklamaları; heyecanla okudum, barbar kocama da yüksek sesle tekrarladım, "HAVA VE YER KATMANLARI! ZIT KUTUPLU YAPILAR!" diye. Bugün hava kapalı, serin, yağmurlu ve hakikaten yer yer şimşekli/yıldırımlı. 

Daha önce okumadığım bir polisiye serisinin ilk kitabını bitirdim geçenlerde. Maj Sjöwall ve Per Wahlöö'nün Komiser Martin Beck serisi. 


Olaylar İsveç'te geçiyor, bir kadın cesedi bulunuyor, polis katilin peşine düşüyor; tam bir klasik polisiye. Barbar kocam okuyup "Oh çok şükür allahım, sanatsız düz polisiye!" diye sevindi. Sanatlı polisiye tam olarak nedir emin değilim ama ne demek istediğini anladığımı düşünüyorum. Aslında sorabilirdim ne demek istediğini fakat mutfağa yürüyordum, duramadım, yürümeye devam ettim.

Sanırım kitabın sağına soluna antik Maya ritüelleri filan serpiştirilmediği için sevindi. Grangé-Dan Brown türü, illa bir şeytana tapan illuminati, bir kafayı pagan ayinleriyle bozmuş seri katil, bir simgeler semboller filan. Martin Beck'te bir Kuzey Avrupa minimalizmi var. Kurban var, polis var ve bir de doğal olarak katil var. Cümleler kısa kısa, diyaloglar dallanıp budaklanmıyor.

Benim en hoşuma giden tarafı kitabın 1960'larda yazılmış olması, ilk defa 1965'te basılmış. FBI'a mektup yolluyor İsveç polisi, sonra oturup cevap bekliyorlar. 10 gün sonra cevap geliyor FBI'dan. Basın toplantısında sigara dumanından göz gözü görmüyor. Kurbanın adını öğrenmeleri mesela, 3 ay sürdü. Bayıldım bunlara, Amerikalı polis yılbaşı kartı filan attı Martin Beck'e. Etkilendiğim bir başka şey de olay örgüsünün, karakterlerin, bilhassa da katili tanımaya başladığımız bölümlerin alabildiğine modern yazılmış olması. Sade, gerçekçi ve modern.

Kitapla ilgili sevmediğim tek şey kapağı oldu, insanın başı dönüyor kalabalıktan. Her taraftan bir şeyler fırlıyor, kaç ayrı çeşit font var bu kapakta güzel allahım? 

Seri 10 kitaptan oluşuyor, 5. kitap geçenlerde çıktı.

Yine dün internetlerde bir de şununla karşılaştım:


Başka bir şey düşünemez oldum, hayatta başka bir amacım kalmadı. Hiçbir yerde görmedim bunu ben, bizim buradaki mandırada da yoktu. Gidip mandırayı darlayacağım, belki getirirler. 
Gideyim biraz bulutlara bakayım. Öberek gittim.

May 20, 2020

Pide Kamyoneti, Komşular, 8

Ay ne uzun sokağa çıkma yasağıydı, tamamını pide kamyoneti bekleyerek geçirdim. Kendime göre bir pide tüketme planım var, plana göre dün pide almam gerekiyordu. Gelmedi dün kamyonet. Ya da 19 Mayıs coşkusu içinde duymadım kornasını, bilmiyorum.

Pide kamyoneti beklediğim için bütün gün duşa giremedim, ne yemek yapacağımı bilemedim, okuduğum şeye dikkatimi veremedim. Hava da feci sıcaktı, çatının hemen altındaki evimiz daha da sıcaktı. Pide peşinde koşmadığım saatleri kendimi oradan oraya atarak tükettim. 

Barbar kocam pazartesi günü evden gizlice çıkıp iki sokak aşağıdaki ofise gitti. Çünkü şunlarımız ofiste yaşıyor:


Bunlarımız bize kayınvalidemden yadigar. 7 yaşındaki bu iki huysuzu, evdeki 10 yaşında iki ayıyla kaynaştırmayı aklımızdan bile geçirmedik. Ofiste dosya dolabı devirerek, storları parçalayarak, online toplantıları basarak filan yaşıyorlar. 

Dün Kudi sokağa havhavhav havlayınca içerden koştum, karşı apartmandaki komşuların neredeyse hepsi balkonlarında oturuyormuş, el salladık birbirimize. Sonra da neden Kudi'nin havlamasına izin vermediğim konusunda açıklama istediler. Dikkatinizi çekerim, havlamasına neden izin verdiğim değil, vermediğim konusunda.

"Bırak havlasın, köpek bu", "Sokağın kendi gürültüsünden duyulmuyor zaten", "Biri bir şey mi dedi de sen koşturuyorsun böyle her seferinde?", "O havlayınca bizim oğlan 'Arkadaşım geldi benim' diye içeriden ona havlıyor" (Bahsi geçen oğlan, insan yavrusu ve evet Kudi'ye havlayarak cevap veriyor bir süredir), "Sen gerilince o da geriliyor, daha çok havlıyor", "Bence senden ilgi beklediği için havlıyor, havlarken bir yandan da arkasına bakıyor sen geliyor musun diye", "Merhabaaa" (Sonradan dahil olan bir diğer komşu), "Ay biz rahatsız filan olmuyoruz, boşuna koşuyorsun peşinden."

Ay hay allah diye diye büzüldüm, ne yapacağımı bilemedim, girdik içeri nihayet. Sonra düşündüm, sokağın en hayvan dolu apartmanı bu bizim karşı apartman olabilir. Teras katta iki tüylü tekir yaşıyor, hayatımda gördüğüm en güzel tekirler olabilirler. Bir altında puantiyeli bir av köpeği var, yavruluktan yeni çıktı, çok beğeniyorum. Pauntiyenin altındaki komşuların dünya güzeli ve alabildiğine efendi bir Husky melezi köpekleri vardı, yaşlıydı. Sonra yeniden köpek almadılar. Kudi'yle havlayarak arkadaşlık eden ufak oğlanın da bir kedisi var, onların yan dairede bir Jack Russel yaşıyor. Bir alt katta da siyam kedisi var. 

Dün akşamüstü, annesi siyamı kucağına sıkıştırmış sağa sola sallanıyordu, sokaktan gelen marşlara eşlik ediyorlardı hoptiri hoptiri. Bu saydığım hayvanlar içinde kendini sıkıştırtacak tek birey siyam zaten. O da sadece annesine sıkıştırtır. Diğer kedi bireyler balta girmemiş orman panteri gibi takılıyor. Jack Russel bazen balkona çıkıp yanık yanık türküler icra ediyor, bazen de Kudi'yi azarlıyor. 

Neyse yani, Kudi'yi biraz kendi haline bırakmaya karar verdim, komşular mahalle baskısı kurdu üzerimde ahhahhha! Ay neşeyle Dave Brubeck dinliyorum sabahtan beri, şunu ekleyivereyim buraya:


Salon ısınmaya başladı, gideyim evde serin köşe arayayım. Sizi annemle yaptığım şu çok derin konuşma ile başbaşa bırakarak gidiyorum: 


May 14, 2020

Tereyağı İçin Bir Haiku

Bir sosyal medya hesabında aradığım her şey Ovacık Doğal Ürünleri'nin Instagram hesabında mevcut:


Aradığım şeyler: tereyağı, kesinlik, kısa cümleler. Adeta bir haiku ile sesleniyor Ovacık Doğal Ürünleri.

Laykladım hemen ama gidip almam pek mümkün gözükmüyor. Evden Kızılay'a kadar maskeyle yürüyemem, nefes alamıyorum, burnum çeşme gibi akıyor maskenin altında. Bir şeye binmek de istemiyorum. Geçen hafta mahalledeki mandıraya gidip Tire Süt Koop tereyağı aldım zaten. (Koop deyince kalem elden düşüyooor, gözlerim görmüyor, aklım şaaaşıyor, şaaşıyooor.)

Keşke her yer kooperatif olsa. Mansur Bey de açtı ama o da uzak, vasıtasız gidebileceğim bir yerde değil. Başkent Market'te yerel üreticilerin, kadın kooperatiflerinin mamülleri satılıyormuş. Çok heyecanlanıyorum. Baklava varmış ama kesin cevizli o baklava. Bunun kavgasını bir başka yazıda icra ederim.

Ben oturmuş bunları yazarken, komşu inşaatın çatısına beton döktüler harharhar. Bir hayli yüksek sesli bir işlem beton dökmek, insan başka bir şey düşünemez oluyor.

Sokağın karşısındaki işhanının altında saçma sapan bir dükkan vardı. Bir milyoncuydu aslında ama bir milyoncu olduğunu kabul etmemekte ısrarcı bir bir milyoncuydu. Yıllar önce bir sefer girip yılbaşı için o yanan sönen ışıklardan almıştım. Eve getirince bazı küçük ampullerin kırık olduğunu farkedip gerisin geri dükkana gittim. Kadın bana "Nereden bileyim benden satın aldığını" muamelesi çekti. Ben de 8 sene kadar kin güttüm kadına ve boktan dükkanına. Bir gün baktım boşaltmış dükkanı. 3 gün içinde başkası tuttu, kafe yapacakmış. 

Ya tabii ki kafe yapacak. Benim anladığım zaten başka iş kolu kalmadı memlekette. Hiçbiri de düz kafe değil bunların, yanında muhakkak bir atölyeler, bir yogalar, bir iddialar da geliyor. Bu da kekli, reçelli, adeta bir annemizin elinden çıkma ürünlerle böyle sevgi saçan bir pazar yeri, yer yer bir şenlik, bazen bir aşk kompostosu panayırı, aman allahım tek eksiğimiz buydu bir kafe olacakmış. 

Sonra korona patlak verdi, boş durdu dükkan. Sonra ne oldu peki? İlk fırsatta gelip dükkanın önündeki bir avuç yeşil bahçeye beton döktüler.


Ohhh taze taze beton. Ne güzel beton. Canım beton. Kimse uğraşmamıştı o gariban bahçeyle, anca kendi kendine yeşil otlar çıkıyordu. Gariban mariban, biraz toparlayalım, araya da iki masa atarız? Yoo, asla. Biz şimdi olduğu gibi dökelim betonu, üzerine de banyo seramiği döşeyelim, on masa atarız. 

Yaz sıcağında o seramiklerden yükselecek buram buram ısıyla başa çıkmak için de vantilatör filan koyarlar masaların arasına. Off allahım gerçekten yani şu saatten sonra başlarım ben bu kafede satılacak olan anne eli değmiş gibi full organik reçellerin ızdırabına. 

Bugün de oturduğum yerden kıpırdamadan yorulmayı, hayattan yılmayı başardım. Gidip biraz da mutfak toplayarak yılayım.  Geçen gün ani bir kararla çoraplarımı çıkardım, dolaptan parmak arası terliklerimi bulup ayağıma geçirdim. Çok üşüyen biriyim, mevsim geçişlerini uzun törenlerle idrak ediyorum normalde. Son günlerin sevindirici gelişmesi bu oldu, yazlık terliğe törensiz geçiş. Bir de bakkala şeftali geldi, şeftali beni çok mutlu ediyor. 

Evet neyse, mutfak toplaması. Ama belki önce bir şeftali yerim. Öbtüm, öyle gittim.

May 4, 2020

Üzerime Baget Ekmek Atın, Kafamdan Aşağı Eau de Vie Dökün

Héllö. Bir hafta olmuş en son yazalı. Kompüter yokmuş gibi davrandım, önünden geçerken kafamı öte yana çevirdim, her şey beni bunalttı.

Çalışma masamdan kaçıp yemek masasına çöreklendim, uzun saatler boyu patatesle oturduk. Ben içerideyim, patates dışarıda. (Bunları da yıllarca "içerdeyim, dışardayım" diye yazdım, meğer ünlü düşmesi olmuyormuş.) (Ünlü düşmesi der demez gözümün önüne yere düşen manken/şarkıcı/aktör geliyor. Çok bir şey beklememek lazım.)

Patatesin bu kadar uzamış olmasını şüpheyle karşılıyorum, eski patates girişimlerimde daha az boy ama daha çok yaprak oluyordu. Rüzgâr da dinmek bilmediği için iki yanına destek sopası sokuşturup hafifçe bağladım patatesi. Haftalardır kesilmeyen bir rüzgâr var, o da sinirlerimi bozuyor.

Yemek masasında oturup kitap okudum. Patlamak üzereyim diye kitap şalanjıydı, iyi edebiyattı filan sallamayıp canım ne isterse onu okudum. Stephen King'in neden bilmiyorum inatla Türkçeye çevirmedikleri The Institute'unu okuyup bitirdim. Gene çocuklar var, telekinezi ve telepati var, kötü adamlar ve kadınlar var. Yarısına kadar "Ehhhh işte ne yazsa okurum zaten" diye geldim, sonra elimden bırakamadım. Stephen Bey'in sanatı da bu zaten.

Kısa bir çizgi roman sıkıştırdım hemen araya:


Fransa'da ufak bir yerde, iki 65+ erkeğin dostluğunu anlatıyor. İkisi de dul kalmış, balık tutuyorlar, beraber yemek yapıyorlar, köyün barına gidiyorlar. Derken birinin gizli gizli romantik randevulara gittiği ortaya çıkıyor, bu yaştan sonra romans ihtimaline uyanan diğerinin o rutin emekli hayatı alt üst oluyor.

Bir oturuşta okudum, Fransızlar bu çizgi roman işini çok iyi biliyor. Hem çizgileri çok beğeniyorum hem de anlatılan bu aslında sıradan hikayelerin insanı çarpıveren insancıllığını. Birkaç karede 65+ cinsi münasebet olduğunu ekleyeyim; meme filan da var. Meme de hayatın bir parçası.

Fransız kırsalıydı, bagetti, kaz ciğeriydi, baktım iyi geldi bu havalar hemen Bruno, Chief Of Police serisinin ilk kitabına başlayıverdim.

Zeynep tavsiye etmişti, iyi ki etmiş, aradığım her şeyi ve fazlasını buldum. Yine Fransa kırsalındayız, Périgord bölgesinde St. Denis kasabası. Bruno eski bir asker, şimdilerde kasabanın tek polisi. Terk edilmiş bir çiftlik evini tamir edip yerleşmiş. Sabah kalkıp kahve yapıyor, önce köpeğini, sonra tavuklarını besliyor. Sonra da işe gidiyor. Polislik pek bir şey olduğu da yok zaten, kasabanın bütün derdi Avrupa Birliği hijyen dayatmaları. Yüzlerce yıldır yaptıkları gibi yaptıkları peynirler AB kurallarına göre illegal olmuş, pazar yerini basan AB gıda müfettişleriyle savaş halindeler. İşte arada biri diğerini "Ahıra izin almadan pencere ekledi" diye şikayet ediyor, bir başka kasaba sakininin deposundan peynirleri çalınıyor filan.

Bir ibadet gibi, açılır açılmaz kasabanın kafesine koşuluyor. Küçük kahveler içiliyor, kruvasanlar, baget sandviçler yeniliyor. İlla ki bir küçük şarap içiliyor, ufak bir mangal yapılıyor. Şarap gugıllaya gugıllaya okudum; vin de noix'nın herkesin evde yaptığı ceviz şarabı olduğunu öğrendim, ceviz şarabının içine konulan eau de vie'nin üzüm dışında meyvelerle yapılan bir tür brendi olduğunu da öğrendim. Şampanya ve créme de cassis'le yapılan çok kolay ve aşırı derecede Fransız bir kokteyl öğrenip hemen bir kenara not aldım. Bruno, tereyağı ve ezilmiş sarımsakla patates kızarttı ama önce patatesleri tam 3 dakika haşladı, o yöntemi de kafama yazdım. Kitap böyle gastronomik hediyelerle dolu.

Bir yandan da güncel politika var, yakın tarih var, eski tarih var; toplumsal gerginlikler ve bürokrasi de var. Bruno'nun kendi travmalı geçmişi var. Bir polisiyeye Paleolitik mağara resimlerini, 2. Dünya Savaşı'nı, Fransa'nın Cezayir'de yediği haltları aynı anda yerleştirmeyi başarmış yazar. Bunların yanına yüzlerce yıllık Fransa-İngiltere itiş kakışını da eklemiş. Ve hiçbir şey batmıyor, merakla okunuyor. Çok güzel, esprili, düşünceli bir dili var.

İki günde bitirdim, beni ne tutuyor allahaşkına, hemen ikinci kitaba başladım. Orhan Pamuk - Benim Adım Kırmızı okuyacaktım ama biraz daha bekleyebilir. Bruno bu sefer ne yiyecek, kimin evinde kışlık şarap ve sosis yapılacak, o barakayı ve etrafındaki tarlayı kim yaktı filan, bunları merak ediyorum şu anda.

Türkçeye çevrilmemiş Bruno Chief of Police serisi, İngilizcesi mevcut. Polisiye okuyayım ama bir yandan da hafif hafif kültür yağsın üzerime istiyorsanız şiddetle tavsiye ediyorum.

Beyin hücrelerim tamamen ölmesin diye bir yandan da Edward Snowden'in kitabına başladım.


Sonra İngilizcesini bulup ondan devam etmeye karar verdim. Çeviri çok kötü olduğu için değil aslında. Kitabı "Snowden çok kolay okunan bir dille anlatmış" diye övüyorlar, Türkçesi kolay okunmuyordu. Takır takırdı biraz. Oğlan hakikaten herkesin anlayacağı gibi, konuşma diliyle, çok rahat yazmış.

Ben neden çeviri zabıtası oldum allahım? Eskiden böyle değildi, bu son yıllarda ben mi delirdim yoksa çeviriler mi gittikçe kötüleşiyor? Geçenlerde bir roman okurken gözlerimi devirmekten kör oldum, çevirmen günlük dilde sık kullanılan kalıpları, deyimleri filan olduğu gibi alıp kelime kelime Türkçeye çevirmişti. Baktım o yazarın yeni kitabını da aynı insan çevirmiş, neşeyle basmışlar, satışa çıkmış. Bende bir manyaklık var herhalde, ne bileyim.

Neyse. Şimdi gideyim, geri geldiğimde çeşitli hayvan hikâyeleri anlatacağım ve inanmazsınız köpekli hikâyeler değil.

April 27, 2020

Evde Aydınlanmalar 21 / Müzikli Şalanjın Sonu

Dört günlük sokağa çıkmama şeysi boyunca aydınlanmalar yaşadım. Mesela neden devamlı aklıma kazı anılarının geldiğini anladım. Evin etrafındaki inşaatlar yüzünden. Çalışma temposu ve çalışma şartları çok da farklı değil. Bazen cumartesi akşamüstleri mangal yapıyorlar, o mangallar da benziyor. Elçilik inşaatındaki oğlanları el arabasına kömür doldurup üzerine ızgara yerleştirirken gördüm geçen hafta. Hiç aklımıza gelmedi kazılarda, halbuki ne süper fikirmiş.

Neyse yani, kazma kürek el arabası, çay molaları, o 10 kişinin ortak kullandığı 3 su bardağı filan ortalama bir kazı ambiyansını hatırlatıyor bana. Biraz yaşlanınca kendime su matarası almayı akıl ettim tabii. Ama sabahın 5'inde matarayı unutup araziye çıkınca mecbur ağzını dayıyorsun ilk bulduğun pet şişeye, rüzgarda uçup gitmiş bir zavallı plastik maşrapaya filan.

Arazi fotoğrafı koyayım, 8 Ağustos 2011'miş, adeta bir Barok tablo:


Evimize en yapışık inşaatta zurnanın zırt, davulun bodonk, köpeğin hav dediği yere geldik.


O çizdiğim yeşil hattan yukarıya çıkacak mı inşaat? Normal şartlarda çıkmaması lazım, halihazırda eskisinden daha yüksek şu hali. Eskileri yıkıp yenileri çaktırmadan 1-1,5 kat daha yüksek yapıyorlar. Bizimki gibi eski apartmanlar bir beton ormanının içine gömülüyor.

Kırmızı okla gösterdiğim iki bacanın arasından günbatımını seyrediyoruz biz, elimizde bir o kaldı. Çünkü fotoğrafta gördüğünüz bütün çatılar, yıkılıp yeniden inşa edilmiş binaların çatıları. Yıllar önce Anıtkabir'i filan görürdük, ne göreceksiniz zaten Ankara'da başka ama onu da göremez olduk.

Geçen gün abilere sorduk, "Korkmayın, korkmayın! Daha yükselmeyecek, bu kat teras katı, üçgen çatı yapacağız!" dediler. Valla korkuyorum. Arka bahçeyi de yedikleri için bina gelip bize yapıştı, bir de konut olacakmış. Durduk yere kim gelip salonumuzun içine girecek bilmiyoruz.

Yaşadığım diğer aydınlanmalar çoğunlukla kocamla ilgiliydi. Bakkaldan vermeye çalıştığı dünya saçması sipariş, pantolon cebinde unutulmuş bir paket sigaranın 60 derecede 2 saat yıkanması, bir çiğ köfte yapma girişimi, bir yarım kalacağı başlarken belli olan cam silme macerası ve geride kalan kirli su dolu kova. Görüntülü konuştuğu 5 arkadaşından birinin 3 haftadır konuşmalara dahil olmakta ısrarcı, tiz ve gevşek sesli beyinsiz kız arkadaşı.

Müzikli şalanjı bitirevereyim gitmeden. Şu an nasıl hissettiğimi anlatan bir şarkı:



Eskiden nefret ettiğim ama şimdi sevdiğim bir şarkı kategorisi için gene barbar kocama teşekkür etmem gerekiyor. Normal teşekkür, sarkastik teşekkür, emin değilim şu anda. 10 senedir evde maruz kaldığım 70'ler-80'ler korkunç rak müzik fırtınasının tabii bazı sonuçları olacaktı.

Bu kabarık saçlı ve kırmızı taytlı adamları göre göre alıştım sonunda, sonra da merak etmeye başladım. Oturup okudum, röportajlarını seyrettim filan. Böyle böyle bazılarını diğerlerinden ayırdım. Ayırdıklarımdan biri Tom Keifer, ay herhalde 80'lerin o çok saçlı grup elemanları içinde Tom Keifer'dan yakışıklı/güzeli yok. Çok karakteristik, çok beğendiğim bir vokal Tom Bey. Cinderella tabii çok meşhur grup, kızlar kendilerini paralıyorlar filan ama sonra dramlar dramlar, çıkmayan sesler, ameliyat üstüne ameliyat, türlü felaket.

Şu 1989 Moskova Barış Festivali performansını koyayım, o üstündeki ceketi bulsam ne giyerim şimdi. Diskoya bara da giyerim, markete de giyerim, hiç çıkarmam üzerimden:



Romantik bir buluşmada çalınacak şarkı için kendimi zorlamam gerekiyor şu anda zira ne romantizm ne de buluşma var bugünlerde. Konsere götürülsem mesela, çok memnun olurdum. Slash'in yanına Myles Kennedy'i alıp çıktığı turnenin İstanbul konserine barbar kocamla gitmiştik, ikimizin de memnun kaldığı ender konserlerdendi. Çünkü normalde birimiz mutlu olsun diye diğerimiz acı çekiyor. İstanbul'dan güzel kayıt bulamadım, şunu koyuyorum:



Myles Kennedy de kocam sayesinde farkedip çok sevdiğim bir başka vokal, efendi bir insan.

Geldik son soruya, paylaşmak istediğim bir şarkı. Hazır yukarıda Tom Keifer övmüşken, geçen sene çıkardığı solo albümden şunu bırakayım:



O 1989 Moskova konseriyle bu video arasında 30 sene var, o elf gibi çocuk tabii tarih oldu. Kocam çok üzüldü bu halini görünce, hemen zalim yıllar diye dizlerini dövmeye başladı. Ben üzülmedim, ses var, cayır cayır gitar var. Adam 60 yaşında ve "Sonum senin elinden olmayacak" diye bağırıyor, daha ne istiyoruz?

Ohh valla iyi geldi bangır gümbür müzik. Yazıyı yollayayım, sesi biraz daha açayım, günün geri kalanında bir mana arayayım. Öbtüm.