Showing posts with label tanıştığımıza çok memnunum. Show all posts
Showing posts with label tanıştığımıza çok memnunum. Show all posts

February 18, 2017

(1) Apartman

İlham Kedisi'nin "Apartman Sohbetleri" şalanjında bir kısmımız için ilk gün, nedir ne değildir okumak için şuraya gidebilirsiniz. İlk soruya cevaben nasıl bir apartmanda büyüdüğümüzü yazıyoruz.

Büyüdüğüm apartmana gelene kadar doğduğum apartman, taşındığımız apartman, annanemin yanında oturduğumuz apartman filan da var aslında. Ne çok apartman var.

Neyse, esas apartman İzmir Karşıyaka'daydı, annemle babamın hayatta sahip oldukları ilk ev. O yüzden hepimiz için çok önemliydi, parkelere filan basamadık bir süre, çizilmesinler diye. Google maps'ten baktım:


Sağdaki apartmanın en üst katıydı bizim ev. Benimkiler satın aldıklarında henüz inşaat bitmemişti, bitmesini bekledik. İlkokul 2'yi bitirdiğim yaz taşındık. Apartmanın kendisini değil de sokağı koydum çünkü buradan dümdüz yürüyünce sahile çıkılıyor. (İzmirliler için: Yalıya çıkılıyor.) Apartmanda bir numara yok zaten, normal beton.

Komşular da normal komşulardı. Karşı dairemizdeki Rüştü Amca dışında. Rüştü Amca kesinlikle normal ya da sıradan ya da unutulabilecek biri değildi. Bütün eski aile fotoğrafları annemlerde olduğu için internetten bulduğum şu vesikalığını koyayım, ben tanıştığımda biraz daha gençti bu halinden.

Olaylar annemle babamın bu evi satın alma arzusuyla müteahhitin ofisine gitmeleri ve "Karşı daireyi bir komiser aldı, bu daireyi kendisine sormadan satmamıza izin vermiyor" cevabını almalarıyla başladı.  Daha sonra 3 kişilik çekirdek ailemizin testten başarıyla geçtiğini öğrendik, alım-satım işlemleri yapıldı.

İlk tanışma annem ile Rüştü Amca'nın karısı Zeynep Teyze'nin balkonlardan hafifçe sarkmaları suretiyle gerçekleşti. Ne iş yaparsınız, kimlerdensiniz konulu konuşma herkesin Hukuk Fakültesi mezunu olduğunun anlaşılması üzerine şöyle devam etmiş:

Annem: Arif de 1970 ODTÜ Mimarlık mezunu.
Zeynep: Aa öyle mi? ODTÜlüler genelde solcu olur.
Annem: Biz de öyleyiz zaten, Arif Dev-Gençliydi.
Zeynep: Rüştü Abiniz de o yıllarda Ankara Emniyet Müdürüydü.
Annem: Ay?
Zeynep: Evet. İyi günler o zaman.

Annem en baştan her şeyi söyleyeyim de ne olacaksa olsun diye düşünmüş fakat komiser sandığımız Rüştü Amca'nın emniyet müdürü çıkması biraz sürpriz olmuştu.

Ertesi gün Zeynep Teyze kahve ve sigara içmeye gelince annem biraz rahatladı. Zeynep Teyze müzik kaseti ödünç almak istedi, annem bizde sadece türkü ve Yunan müziği kasetleri olduğunu söyledi. Rüştü Amca türkü sevmezmiş, klasik müzik ve jazz dinlermiş ama gene de içi kaset dolu kutuyu alıp gitti Zeynep Teyze. İçinde her türlü solcu türküler, Nazım'ın kendi sesinden şiirleri filan. Yani Rüştü Amca karısını yollamış, kasetler üzerinden bizim evin anarşi düzeyine bir bakacak. Etrafıyla ilişkisini böyle küçük numaralarla sürdürdüğünü sonradan anladık.

Kaset kutusu bir hafta kadar sonra geri geldi. Rüştü Amca ile hiçbirimiz henüz karşılaşmamıştık. Bir akşamüstü babamı işten eve bırakan Anadol kapıya yanaştı, koştum otomata bastım, aynı anda karşı dairenin kapısı açıldı. Rüştü Amca ipekli ropdöşambırı ve gene ipekli fularıyla kapıda belirdi. O arada da babamın hafiften kelleşmiş kafasının tepesi merdivenlerde göründü.

Rüştü Amca: (Babamın keline doğru) Arif Bey, Arif Bey!
Babam: (Merdiven tırmanmaktan nefes nefese) Efendim abi?
Rüştü Amca: 5 Mart 1971 gecesi neredeydin?
Babam: Gözaltındaydım abi. Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün bodrum katında.
Rüştü Amca: Ben de en üst katta makamımdaydım.

Herkes kendi evine girerek dağıldı. Bahsi geçen tarih, korkunç ODTÜ yurtları baskını. Nasıl ama, korku filmi gibi değil mi? Annem de babam da görüşleri yüzünden işlerinden olmuş insanlar; bu eve taşındığımızda annem hala emekli olmaya uğraşıyordu, Milli Eğitim Bakanlığı'nın koridorlarında kucağında ben varken hakaretlerle kovalanıyordu. Babamın yıllarca Suudi Arabistan çöllerinde çalışması sayesinde bir ev alacak parayı biriktirebilmişler ve karşı komşumuz Rüştü Amca suretinde belirivermiş.

Fakat olaylar burada devasa bir dönüş yapıyor çünkü Rüştü Amca eski usül bürokrat insandı. Sağ görüşlüydü allah için ve bir milim dönmedi tabii ki fikirlerinden ama inanılmaz donanımlı, dehşet verici bir şekilde zeki ve detaycı, esprili, oturup konuşmaktan zevk alacağınız, sizi de gözünü kırpmadan dinleyen, hükümet gibi derler ya, işte öyle biriydi. Şimdilerde gördüğümüz yüzü neşe içinde yağdan parlayan, kafası ancak bir top karnıbahar kadar çalışan tipler Rüştü Amca'nın anca kapısına paspas olabilirdi. O da belki.

Ailece ahbaplığımız annemle babamın kendilerini Rüştü Amca'nın adı verilen polis kolejinin açılış töreninde Mehmet Ağar'la otururken bulmalarına yol açtı mesela. Annemin hala anlatırken rengi soluyor. Rüştü Amca bizi bir nevi evlat edinmeye karar verdi, edindi de. Annemle babamın devletle olan ve kesinlikle çözülmeyen sorunları çözüldü, Rüştü Amca'nın lenf kanseriyle boğuştuğu yıllarda annemler gözlerini kırpmadan ne lazımsa yaptılar. Atlattı kanseri, hem de iki kere.

Ben her sömestre sonu karne göstermeye gitmek zorundaydım, gözlüğünü takıp uzun uzun incelerdi karnemi, evin içinde derin bir sessizlik. Sonra da her seferinde yeni bir cüzdan, içinde de o zamanın en büyük banknotunu hediye ederdi. Ödevlerime yardım ederdi, tıkandığı yerlerde deniz subayı olan oğlunu arardı. Hakan Abi dünyanın çeşitli yerlerindeki gemilerden bağlanıp ödev yaptırıyordu bana. Evdeki kütüphanesini de (tabii ki askeri bir disiplinle) gönlümce kullandım hep.

Rüştü Amca sayesinde en formal yemek masasında bile idare edebilirim, çatal bıçakla taze incir filan yiyebiliyorum. Çünkü ne demek yapamamak? Ne demek becerememek? Ne demek bilmiyorum? Çok efsanevi akşam yemekleri verilirdi evlerinde, çocuk masası gibi bir adet de yoktu, yetişkin gibi oturup yetişkin gibi yemek yer, sohbete dahil olurdunuz. Bir yaz tatilini Burhaniye'deki yazlıklarında geçirdim, döndüğümde annemlere "Beni toplama kampına yolladınız!" diye ağlamıştım. Sabah 7'de kalk emri veriyordu.

Sonradan anlatmıştı, müteahhiti arayıp "O gözlüklü çocukları olan aileye ver evi" demiş. Yani benimkilerin bütün sicilini zaten biliyormuş, daha biz taşınmadan. Evi tamamen benim sayemde alabildiklerini söyleyip dalga geçerdi annemlerle. O yüzden büyüdüğüm apartmanda alın terim var benim.

2007'de öldü Rüştü Amca, büyüdüğüm apartman deyince anlatılacak en olağanüstü şey onunla olan arkadaşlığımızdı. Gittiği yeri de hizaya sokmuştur, ışık ve huzur diliyorum. Benim hayatıma da böyle temas etti işte, okusa bıyık altından gülerdi diye tahmin ediyorum.

December 7, 2016

Kumaşlar, Kediler, Biliyorum

Çabuk tarafından yazıp kaçacağım. İki adet Instagram hesabını şaapıcam, belki biliyorsunuzdur ama olsun.

Biri artgarments, klasik resimlerden kıyafet ve aksesuar detayları koyuyorlar. Klasik dedim, arada modern resimler de oluyor ama çoğu Rönesans ile 19. yüzyıl arası. Çay içip kumaşların desenlerine, düğmelere, dantellere bakıyorum.


Diğeri de helloptati. Dünya güzeli iki kedi, başka dünya güzeli kediler, gündelik hayat fotoğrafları ve etaminler. Geçenlerde bir tanesini koydu o etaminlerin, o kadar beğendim ki hemen herkeslere yolladım.


Boynuma asmak istiyorum bunu, hayatıma o şekilde devam etmek istiyorum.

Şuracığa bir de kedi yapıştırayım gitmeden, bu bir avuç tekirli beyazlı yavruyu annem geçen yaz sokakta çocukların elinden almıştı. Adını Tintin koydu. Bu öncesi:


Bu da sonrası:


"Arif kediyi tut."
"E peki tutayım."
"Fak dis şit."

Tekirin masadan nazikçe destek alan arka patisine dikkatinizi celbederek gidiyorum; rüyalarda görüşürüz, bu şarkıyla buluşuruz.



December 4, 2015

"Time to take a ride"

Bunca ölümün, korkunçluğun ve her türlü felaketin arasında bir ergenlik arkadaşıma veda etmeye geldim.

Memleketin hali ayrı bir yerimden vuruyor ama iki arkadaş mesela, oturup konuşabiliyoruz, kaygılarımız ve dehşetimiz ortak çünkü. Ama bir ergenlik ikonumun 48 yaşında öldüğünü duyunca ben 20 sene önceki odama ışınlanıyorum, o odaya da kimse giremiyor maalesef. Ergenlik odalarının -sanal ya da gerçek- en önemli özelliği bu zaten. (Birbirinin tıpatıp aynısı milyonlarca ergen odasından bahsediyorum tabii ki. Tıpatıp bambaşka odalar, öyle düşünün.)

Dandik teybimde dinleye dinleye bozduğum kasetler, ah! Boktan kağıtlara basılmış o posterler, o rakınrol tavır, o fırlayan kaburga kemikleri!

En sevdiğim seslerden biriydi Scott Weiland, sahnede en güzel duran şarkıcılardan biriydi. Buralardan kopyaladığım o "Fak dis şit!" tavrını sarıp sarmaladım, yirmi seneyi geçti içimde taşıyorum. Scott Weiland, gitti gider.

Şunu koyayım, bu unplugged konseri yayınlandığında seyretmiştim, televizyona yapışarak. Allah bilir sene bin dokuz yüz doksan kaç. Üç?



Bir de şunu, en sevdiğim şarkılardan birinin yenice bir canlı versiyonu.



Ne diyeyim, elveda. Belki böyle huzur bulursun. Zaten yalan dünya, sen hep taş gibi sahnede, ben hep 14 yaşında.

November 6, 2014

Sevgi ve Dostlukla

Nerden anlatmaya başlayacağımı bilemedim, biraz başından başlıyorum, tekrar tekrar yazıyormuşum gibi olacak. Ama sonu bir kartpostala bağlanıyor. (Kartpostalı duyunca kaçmaktan vazgeçtiniz umarım.)

Daha önce de yazdım, bir yerlerden para bulunca geçen Mayıs Urfa'ya gittik, çocuklara arkeoloji atölyesi yapmaya. Üç kişilik ekibimizin bir üyesi eski arkadaşım, meslektaşım ve projenin parasını bulup getiren Maresi'ydi. Diğeri de onun arkadaşı, antropolog, "Alamancı" Nilgün. Uzatmadan geçiyorum, bir akşam şöyle bir konuşma geçti:

Maresi: (Keh keh gülerek) Nilgün'ün amcaları meşhur aslında, belki tanıyorsundur.
Ben: Aaa kim kim?
Nilgün: (Biraz mahçup, tanımayacağıma emin) Metin-Kemal Kahraman kardeşler.

Tabi ki tanımıyordum, Nilgün biraz anlattı, sadece Grup Yorum'a "Hah evet Grup Yorum!" diye kafamı sallayabildim, çok da merak ettim Metin-Kemal ikilisini. Ankara'ya döner dönmez bütün albümlerini aldım, biraz da interneti karıştırdım. Kemal'in 20 sene önce memleketi terkettiğini, Metin'in tek başına konserlere çıktığını okudum filan.

Maresi ve Nilgün'le yazıştığımız bir email silsilesi var, oraya yazdım "AAAOOOOYYY ÇOK GÜZELMİŞ YA MÜZİKLERİ!!!" diye, bir şarkıya özellikle takıldım, buraya da yazdım hatta bir ara.

Geçen Temmuz sonuydu galiba, barbar kocam salondan seslendi, "Minaaa bak bu senin abilerden biri değil mi?" diye. Bir baktım ki Kemal Kahraman televizyonda, Türkiye'ye dönmüş, gazetecilerle konuşuyor. Anında hesaplar yaptım kafamda, Ağustos başında bir gün arayla hem İstanbul'da Nilgün'ün düğünü hem de Dersim'de Munzur Festivali var, festivale biraz zor giderim ama amcalar olarak kesin düğüne gidecekler, allah bilir iki-üç şarkı da söylerlerler filan diye. Festivale gidemediğim gibi düğüne de gidemedim. Maresi gitti ama. Zira Nilgün, Maresi'nin erkek kardeşiyle evlendi. Halaylar çekilmiş.

Boynumu büktüm, eninde sonunda Ankara'ya konser vermeye gelirler diye kendimi avuttum. Bir sabah evden çıkarken posta kutusundan tombul bir zarf aldım, Maresi'den gelmiş. Annemle buluşacaktım, attım çantama zarfı, ailemizin kapkekçisine oturduk, orada açtım. İçinden bu çıktı.


Önce heyecandan, sonra da Maresi'nin tatlılığına ağladım. Düğüne giderken kartpostalı kolunun altına sıkıştırmış, bütün gece uygun bir an kollamış, bir türlü yakalayamamış. En sonunda Metin'le Kemal gelmişler, "Hah Maresi, biz de seni arıyorduk, arkeologmuşsun, merak ettiğimiz şeyler vardı, soracaktık" diye. Maresi'yi de heyecan basmış, uzun uzun sohbet etmişler, bir ara benim kartpostalı itivermiş önlerine. Hatta, sanırım Kemal'in "Eh evet, dili bilmese de müzik hoşuna gider" gibilerinden serzenişini "Aaaa yooo, Mina internetten çevirilerini bulup okuyor şarkı sözlerinin" diyerek bertaraf etmiş. Hakkımı yedirmemiş ahahhahha! Okuyorum ama valla, bayağı mesai harcadım buna. 

Küçük hayatımın önemli şeylerinden biri bu kartpostal ve hikayesi. Küçük hayatımın diğer önemli şeyleriyle organik bağı var; ekşisözlük'te "müzik arkeologları" gibi bir tanım yazmış biri Metin ve Kemal için, ne güzel bir tespit. 

Ve allah herkese bir Maresi versin; şunu yapmaya üşenmeyen, küçük heyecanları önemseyen, hayata "keh keh keh" keyfiyle bakan bir arkadaş. Ulus'tan geyikli masa örtüsü aldım, yollayacağım bu ara, geyikli masa örtüsüz ev olmaz. (Nilgün, olur da okuyorsanız, burayı çevirme kurban olurum.) 

Giderken bir video bırakayım aşağıya. Anca youtube videosu tabi, iki hafta önce Ankara'da konser vermişler, Kızılay'da poster gördüm, kaçırmışım. Nasıl yakalayacağım bilmiyorum.


Çevirisini de kopyalayayım;

Bahar Misafiri

Derdime dermandır.
Başıma dermandır.
Bir gün sana misafir.
Misafir, misafir.

Derdime dermandır.
Derdime dermandır.
Başıma fermandır ama ağırdır.
Sana bir gün misafirim.
Sana bir gün bahar misafiriyim.

Yaz geldi işte.
Yaz geldi işte.
Kara kaşına, gözüne kurbanım.
Elin elimde olsun.
Gel beraber düzgün baba'nın dağına gidelim.

September 10, 2014

33 Lira 25 Kuruş ve Doğal Çiçekli Özgür Taksi

İyi insanlardan bahsetmek istiyorum yoksa öleceğiz kahırdan. 

Tunalı'ya indik geçen gün, elimde "yapılacak işler" listesiyle; defterime yazıyorum artık çünkü yapmadan eve geri dönüyorum. İş kalemlerinden biri tuhafiyeye uğramaktı. 

Bir ay kadar önce bir şeyler aldım, kredi kartı uzattım, işte şifre mifre, derken pos makinasında bir sessizlik. Kartı çıkarıp tekrar soktu abla, bir daha şifre girdim, o arada arkadaşım S. uyandı "Makinada kağıt kalmamış olabilir mi?" diye. Öyleymiş. "Ay naapıcaz, iki kere mi çekti? Ay hay allah! Ay naapıcaz?" diye karşılıklı panik ataklar geçirdik, bankadan kontrol etmek üzere sözleştik, abla dedi ki "İki kere çektiysem geri gelin paranızı almaya".

Kontrol etmek aklıma 5 gün sonra geldi. İki kere ödemişim hakikaten aldıklarımı. Dükkana gitmeyi bir 10 gün sonra falan başarabildik, bir baktık tatile gitmişler kapatıp. Neyse yani, sanırım 1 ay kadar geçtikten sonra süklüm püklüm girdik dükkana, "Eee üüü hani iki kere çekmiştiniz karttan, ıcıbı hıtırlıyı mısınız?" diye.

Abla yerinden fırlayıp kasaya koştu, "Geceleri gözüme uyku girmedi, sizi bekliyordum!" diye. Bu aşağıdaki, benim 33 lira 25 kuruşum; aynı zamanda da tuhafiyeci ablanın iyi kalbi ve iyi esnaflığı.


Ceren Tuhafiye, Tunalı Hilmi Caddesi üzerindeki Aynalı Çarşı'nın içinde, 2. katta. Dikiş-nakış, düğme müğme, fisto falan her şey var. Ama sadece bebek yünleri var, aklınızda olsun.

Taksiye binelim dedik, yağmur başladı falan. Ben öne oturdum ve şu manzarayla burun buruna geldim.


Cin biberler, biraz arkada fesleğen var, bir de bu mor çiçek. Abi çiçeğin adını da söyledi, unuttum.


Özel yaptırmış bu saksıları oturttuğu yeri. Gece sarhoşlar avuçlayıp koparıyormuş dalları, çok sinirleniyormuş. "İnsan katil olur" dedim, "Olur valla" dedi. Arkadaşım S. "Geceleri durakta bıraksanız saksıları?" dedi, "Asla olmaz" diye cevap verdi. Çok takdir ettik bu tavrını, saksılar ait oldukları yerde zaten, sarhoş öküzlerin kendine gelmesi lazım.


Trafik sıkışıktı, sohbet ettik bir hayli. Bahçesi varmış Kayseri'de, emekli olup onunla uğraşmak istiyormuş, zaten oturdukları evin balkonunu bostana çevirmiş, hanım pek memnun değilmiş bundan. Lada Niva gördük bir tane, onları beğeniyormuş, bir tane almak istiyormuş, hem bahçeye gidip gelirmiş hem arabayla ilgilenirmiş, seviyormuş mekanik işlerini. Taksisi için de planları varmış, gazete dergi falan koymak istiyormuş, ıslak mendiller, bir şeyler daha. Bir de domatesten nasıl tohum alacağımı anlattı, çok memnun oldum.

Bloguma yazacağımı söyleyince kendi tarifini kendisi verdi; "Doğal çiçekli özgür taksi", Bülten Sokak 11/51, Veysel Odabaşı. Bu da telefonu 0535 203 6238.

Bir saksı fesleğen, hiçbir zaman sadece bir saksı fesleğen değil. Veysel Abi'ye çok selam, betonun ve trafiğin içinde bahçeciliğe devam!


February 26, 2014

Küçük Bayan Gün Işığı

Her üniversiteye hazırlanan Türk genci gibi zamanı gelince dersaneye yazıldım; eskiden çok iddialı çocuklar dışında genelde lise son sınıfta gidilirdi dersaneye, işte belki bir de ekstradan matematik dersi falan. Seviye belirleme sınavına göre bir sınıfa düştüm, ilk cumartesi günü sabahın köründe gittim. Sınıfa vardığımda yer kalmamıştı pek, ne yapsam diye bakınırken bir çift koca gözün bana baktığını farkettim. Erkenden gelip yerine oturmuş, defterlerini falan açmış, hemen yanındaki duvara da bir Jim Morrison fotoğrafı yapıştırmış bekliyordu koca göz. Haydi hayırlısı, biraz deli galiba diye içimden geçirerek çöktüm yanına; koca gözlerin sahibesi, ben ve Jim Morrison test çözerek üniversiteye hazırlandık o sene.

Delilik konusunda beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı, üzerine şiirli mektuplar, Kordon'da çaylar ve biralar, sabahlara kadar konuşmalar, deniz kıyısında bir tatil, anne kekleri, Ankara maceraları falan eklendi. Bir gün nedense deri ceketini oğlanın birine verdi sokakta, günlerce geri almaya çalıştık, bir gün dersanenin camından sarkmış aşağıdan geçenlere tirat atarken buldum "İnsanlarım, benim insanlarım!" diye, bir gün tutturdu "Senin saçların sönmüş, niye sönmüş, bir şeye mi üzüldün, saçların bile mutsuz bugün." diye ki haklıydı ve bunu ilk ve son farkeden o oldu. Bazı günler İzmir Körfezi'ni boydan boya geçip beni görmeye geldi, her zaman bir demet mor sümbülle geldi, bazen araya yıllar girdi ama her seferinde kaldığımız yerden konuşmaya devam ettik.

Araya giren yıllar bir de mini versiyonunu ekledi yanına, henüz tanışma fırsatım olmadı mini-koca gözle. En son Ankara'ya bir konuşma yapmaya geldi, Amerikan edebiyatında vampir motifi, son dönem vampirleri, erken dönem vampirleri ve kadın karakterler hakkında. Flamingo Pastanesi'nde milföy yerken bunlardan bahsettiğimiz bir sahneye zaten ondan başkası sebep olamazdı.

Bir blogu var, bu aralar daha sık yazıyor, şurdan okuyabilirsiniz. Kendisi için "komik anne, zor evlat, ortalama eş, tembel hoca, tutkulu öğrenci, aylak hayalperest, edebiyat-sever" demiş. 20 yıllık arkadaşlığımızın verdiği hakla peşinden her yere gidilecek insan, profesyonel mektup yazarı, gürül gürül bir huzur kaynağı ve tanıdığım en orijinal insanlardan biri olduğunu eklemek istiyorum.

Koca gözlü arkadaşımın adı Melis, çavdar tarlasında bir çocuktur, yürürken arkasında havai fişekler, simli rüyalar ve parlak renkli kırılgan çiçekler bırakır, tanıştığımıza çok memnunum.



Eski günlerin, rengi solmuş Converse pabuçların, bir kaç ergenlik sivilcesinin, test kitabımın kenarına gizlice çizilmiş bir kalbin, delirmiş bir tutkuyla şarkı söylemenin, dünyadaki son günümüzmüş gibi sokaklarda koşmanın ve o koca gözlerin hatrına eski dersane arkadaşımızdan bir şarkı ekleyip gidiyorum. Merhaba, seni seviyorum.

February 10, 2014

Bizim Helen

Yıllaaaar önce, hadi tam tarih vereyim, 1983'müş, annemle babamın "ay hadi ilk gelen otobüse binelim!" çılgınlıkları kapsamında Karaburun'a gitmiştik. Ben 4 yaşındaydım 1983'te, puslu bir hayal gibi hatırlıyorum. Çocukken gittiği yerleri kendi ebatlarıyla orantılı hatırlıyor insan, ben de öyle dev gibi dalgalar, uçsuz bucaksız sahiller falan hatırlıyorum. Bir de Helen var.

Helen'i Karaburun sokaklarında dedesinin evini ararken tespit etti annemler, gencecik bir kız. Kalkmış tek başına Türkiye'ye gelmiş, dedesinin evini de görürse içi rahatlayacak, biraz fotoğraf çekecek falan. Evi bulamadık galiba ama Helen'i de alıp İzmir'e eve döndük, bir kaç gece bizde kaldı.

Anneannem sağdı o zaman, ilk başta hiç anlamadı neden elin Yunan'ını eve getirdiğimizi. Sonra annem anlattı, "bak anne, yazık onun da ailesi yerinden yurdundan olmuş, kaç sene sonra köklerini aramaya gelmiş" diye. Hemen yumuşadı anneannem, göçmenler birbirini anlar çünkü. Helen'le birbirlerini dürte dürte, biri yüksek sesle İngilizce, diğeri bağıra bağıra Türkçe konuşarak anlaştılar. Ben Helen'i salondaki divanda uyurken hatırlıyorum, kalçasına anneannemin kara kedisi yerleşmiş vaziyette.

30 sene sonra Helen babamı bulmuş, bir email yollamış, bir de fotoğraf.


Yeşilli cüce benim, annem, babam, seksi şortlu oğlan da kuzenim. Annemin fotoğraftaki haliyle yaşıtım şu anda aşağı yukarı.

Email ve fotoğrafın arkasından bizim evde bir heyecan dalgası peydah oldu. Helen'in kocası Türkiye'ye geliyormuş, hemen planlar programlar yapıldı. Hatta babam Kostas'ı da çağırmış, Kostas da geçen yaz annemin Urla'da bahçe kapısından içeri bakarken yakaladığı bir başka Yunan. Atina'da antikacılık yapıyor, fırsat buldukça annemlerin bahçesine geliyor, babamla birbirlerine eski fotoğraflar falan yolluyorlar.

Bu ay içinde böyle tuhaf bir buluşma var yani, rakı içer, musakka, dolma ve baklava yeriz diye düşünüyorum.

December 12, 2013

Gürbüz ve Deniz

Bu fotoğraftaki kara kütlenin adı Gürbüz. Bir aralar yazmıştım, bir arkadaşım vahşi yaşam araştırmalarında kullanmak üzere eğiteceği bir köpek arıyor diye. Aslında ödünç almak istiyordu ama olaylar farklı gelişti, ev arayan bu çocuğu gidip İstanbul'dan aldı, evlat edindi. İyi de yaptı. Gürbüz inanılmaz uyumlu, sessiz, sakin bir köpek çıkmış. İlk keşif gezilerine de çıktılar geçenlerde.

Gürbüz, orman seslerinden korkup arkadaşımın arkasına saklanmış zaman zaman, bir de vaşak kakası yerine kurt kakası bulmaya meyilliymiş. Familyasına bağlı çocuk diye güldük.

Bağlı durduğu boktan bahçeden kurtulup tanıdığım en iyi kalpli insanlardan birinin evine ve bilimsel araştırmalarına dahil oldu, aynı şansı tüm ev ve ilgi arayan köpekler için diliyorum.

Bu son arazi macerasında fotokapana bir sürü hayvan yakalanmış, çok güzel fotoğraflar var ama ben en çok şunu beğendim.


Kameraya çok yaklaşmayıp gene de fosforlu iki küçük nokta olarak yakalanan temkinli vaşağa çok güldüm. Onun dışında çakallar var, geyikler, kurtlar ve domuzlar, yer yer tavşanlar.

Yaptığı iş çok ilgimi çekiyor bu arkadaşımın, biraz da arazi hayatına özeniyorum, geceleri derme çatma kulübelerde kalıyor, gündüzleri yürüyor; ağaçlar, dereler, yere inen bulutlar, içim gidiyor. Bu son arazi seferinde Gürbüz'le donmuşlar gece, ıslanmışlar ve kuruyamamışlar falan. Bir kere de şikayet ettiğini duymadım, sürekli pozitif, hep güleryüzlü. Bir kaç kişi merak ediyoruz diye fotoğraflar koyar, bütün sorulara uzun uzun cevap verir. "Ya ben bir kuş gördüm, kuyruğu şöyle, renkleri böyleydi, cıyırk cıyırk diye ötüp kendi etrafında dönüyordu, ne bu?" diye telefon açarsınız, ona da cevap verir.

Doktora için Almanya'ya gidiyor yakında, Gürbüz'le beraber. Tüm kalbimle en harika şeyleri diliyorum ikisi için, gerçekten hakediyorlar.

Arkadaşımın adı Deniz, Antakyalı'dır, hem yakışıklı hem merhametlidir, tanıştığımıza çok memnunum.


August 1, 2013

Bir Düğün, Bir Fotoğraf, Bir Şöför

Başka bir şeyler ararken bu iki fotoğrafı buldum. 2008 yılında Maraş'taki kazı kampında çekildi ikisi de. Güneydoğu'daki kazılarda bazı efsane isimler vardır, herkesin tanıdığı, eline asistan gelenlerin profesör olduğunu gören falan. Biri zaman zaman bahsettiğim aşçı N. Abi, bir diğeri de şöför M. Abi. Zaten çoğu zaman takım olarak giderler kazıya, paket program.

M. Abi'ye sadece şöför demek biraz ayıp oluyor, beyaz minibüsüyle kazı ekibini dağlardan taşlardan geçirirek taşır tabi ama yıllardır kazılarda çalıştığı için başka maharetleri de var. Mesela toprakları sudan geçirip suyun üzerinde kalan buğday, tohum gibi bazı organik malzemeleri toplamak çoğu kazıda rutin bir iş, "suda yüzdürme/floatation" tekniği denir. M. Abi bunu tek başına çok güzel icra eder, zaten çoğu kazıda su pompası ve bidonlarla sistemi kendisi kurar. Bir kazı evindeki küvete su pompası bağlayıp tohum ayıkladığına dair söylentiler var, ben görmedim ama yapmış olması çok muhtemel.

İngilizce konuştuğu yetmezmiş gibi bir de şöyle bir huyu var; siz kazarken gelir bakar bakaaar, "20 santim daha inersen taban gelecek bak" der, gider. Hepimiz kazı stratejisini M. Abi'ye göre şekillendirmeyi öğrendik, zira taban gelir dediği yerden taban geldi hep.

Fotoğrafın çekildiği gece, kazı evimizin bahçesinde düğün vardı, sabahlara kadar halaylar falan. M. Abi kıyafetimin sadeliğini eleştirip belgelemek istedi, verdim makinayı eline, çekti.


Ben kesmedim, orijinali böyle. Kıyafetimi de savunacak olursam, temiz kalmış tek kostüm buydu. Ve aslında kulaklarımda da sallantılı küpeler var, elimden geleni yaptım ben o düğün için.

Neden kafam yok fotoğrafta, onu anlamak için de bir sonraki kareye bakıyoruz. Buyrun.


M. Abi ile aramızda boy farkı var, ciddi boyutlarda. Burda gene boylu poslu çıkmış. Makinayı göz hizasında tutunca da kafamı alamamış kareye. 2 ay falan güldük, cevap vermeye tenezzül etmedi kendisi. Üzerimde çok hakkı var, hastaneye yetiştirdi beni kaç kere, bazen de kendisi müdahale etti. Bir yandan cep telefonundan türkü indirip bir yandan da kafamdan aşağı soğuk su döküp ayaklarımı havada tuttuğu bir an var mesela, asla unutmayacağım.

Rutin asker ve polis kontrollerinde durdurulunca teypte Kürtçe kaset varsa usulca kapattığımız dönemlerden beri tanışıyoruz. Her seferinde "Bir daha öldürseler gelmem kazıya!" diye ayrılıp ertesi sene aynı kazıda karşılaşıyoruz. Böyle tuhaf ve hasarlı bir ailem var yani oralarda. Çok özlüyorum, ondan yazdım sanırım bu yazıyı.


June 5, 2013

hello.

saat sabahın 4'ü, yanlarım ağrıyor yemin ederim. öyle bi merhaba demek için yazıyorum.

geçtiğimiz günlerde anlaşıldı ki koşmam gereken anlarda gerizekalıya dönüşüyorum. barbar kocam, kalabalığın aksi yönünde koşarak saptığım bi çıkmaz sokağı turist rehberi gibi herkese gösteriyor, "buraya koştu" diye. nihayet bu gece kafama baret de taktılar. genel olarak koşmaktan hoşlanan biri de değilim zaten.

bu gecenin çoğunu sokaktan çöp toplayarak geçirdim. bi kısmını zıplayarak. bi kısmını şehrin semtleri arasında yürüyerek.

çok güzel, nazik ve komik insanlarla aynı şehirde yaşıyormuşum, onu farkettim. bi o kadar da tuhaf ve korkunç insan gördüm.

bu aşağıdaki çocuğu mesela, tanımıyorum ama gördüğüme çok memnun oldum. o da çöp topluyor. onun da kafasında komik bi şey var.


bu yazdıklarım, aradan zaman geçtikten sonra çok manasız olacak. olsun, biraz sayıkladım, gidiyorum. ektiğim domatesleri falan yazmak içimden gelince geri dönerim.


April 25, 2013

uzaklarda bi bekah

bekah, uzun zamandır takip ettiğim amerikalı bi blogger, "a well traveled woman" diye bi adet fotoğraflı tumblr, bi adet de blog yazıyor. tumblr'ında basit ve sakin hayatlar, güzel ev köşeleri, dumanlı dağlar ve elleriyle iş yapanlar falan var. blogu daha kişisel, kendi hayatını anlatıyor.

zamanla farkettim ki tek başına bi anneymiş bekah, 2 güzel oğlu var. bi miktar da köpeği. dikiş dikiyor, hayatını öyle kazanıyor yani. oğlanların babasına kırgın biraz, bazen okurken farkediyorum.

her sabah kalkıp tavuklarına bakıyor, bahçesinden meyve sebze topluyor, odun kırıyor, ekmek yapıyor, çocuklarla yürüyüşe çıkıyor ve kendine sürekli olarak sahip oldukları için şükretmeyi hatırlatıyor. "hayat kusursuz değil ama koşmaya değer bi yarış".

"bakın ne harika bi hayatım var" diye değil de "yataktan çıkamadım sabah, yapacak ne kadar çok iş var" diye yazdığı için okumaktan hoşlanıyorum. ara ara umutsuzluğa kapıldığı için, kendine moral verdiği için, hepimiz gibi.

bazen çocuklarına mektuplar yazıp bırakıyor bloguna. bi tanesini çok sevdim, şöyle diyor:

"umarım ikinizden biri ya da ikiniz de benden dikiş dikmeyi öğrenir. belki büyüyüp terzi ya da tasarımcı olup hep dikmeyi hayal ettiğim kıyafetleri siz dikersiniz. umarım biriniz marangoz olur ve ikiniz de ellerinizle ağır işler yapmaktan hoşlanmayı öğrenirsiniz. dövmeleriniz olsun, motorsiklete binin, adrenalin delisi olun. birbirinizi, hayatı, annenizi ve tanrıyı sanki son fırsatınızmış gibi sevin.
bütün kalbimle..
not: yaşlandığımda, balığa giderken beni de almayı unutmayın. ben her zaman gelmek isterim."

kucağında hep ya bi tavuk, bi çocuk ya da bi köpek olan, elleri çamur içinde bekah'yı tanımasam da seviyorum.