Kuş sesleri geliyor dışarıdan, başka da bir ses gelmiyor. Terasa çıkıp dolandım, komşuların bir kısmı teras ve balkon yıkamaya girişmiş, hava güneşli bugün. Ben de tohum biriktirdiğim kavanozu çıkaracağım, biraz akşamsefası filan olması lazım, ekmeye başlayayım yavaş yavaş.
Saksağanların bizim terasta bir zulası olduğundan şüpheleniyordum. Çünkü hem zırdeli bu kuşlar hem de bazen Kudi ağzında bir adet cevizle salona giriyor. Kendi kendine ceviz avlamasına imkan yok, saksağanların sakladığı yerden çalıyordur diye tahmin ediyordum. Geçen gün nihayet gözlerimle gördüm; bir saksağan, getirdiği yer fıstığını büyük saksılardan birinin içine, yaprakların arasına sokuşturuyordu, diğer bir saksağan da balkon demirine konmuş gözcülük yapıyordu.
Ben kuş olsam, iki tane ayımsı köpeğin yaşadığı bir terasta gıda biriktirmem ama saksağanlar bence biraz da işin heyecanını seviyor. Köpeklerin anında görebileceği ama asla ulaşamayacağı yerlere konuyorlar, dakikalarca laf atıyorlar, bizimkiler akıllarını kaçırıyor HAVHOAV diye. Saksağanlar insan olsa, yol kesip haraç toplarlarmış, sonra siz kaçarken arkanızdan kahkaha atarlarmış gibime geliyor.
Twitter'da leylekler geldi mi, Yaren ne oldu diye bakınırken Alper Tüydeş'i bulup takip etmeye başlamıştım bir süre önce. O kadar güzel kuş fotoğrafları koyuyor ki anlatamam. Bazı kuşları hayatımda ilk defa görüyorum. Gerçi nerede göreceğim bu kuşları, apartmanda oturan insanım, yerimden kıpırdamıyorum. Neyse, Alper Bey yerinden kıpırdıyor allahtan.
Sorsalar, herhalde Karayipler'de filan yaşıyordur derdim, meğer Samsun Kızılırmak Deltası'ymış. Saz horozuymuş, çok ürkekmiş, görüp fotoğrafını çekmek zormuş.
Sam Neill'i sever misiniz? Ay ben çok seviyorum, dizilerde filmlerde görünce seviniyorum, sanki aileden biri gibi. Küçük video çekmiş, şarkılı:
Müzikli şalanja atlayıvereyim, gecenin üçünde dinlediğim bir şarkı. Valla uzun zamandır dertli gece üç müzik dinlemeleri yaşamıyorum, feci şekilde uyuyor oluyorum o saatlerde. Eskiden şunu dinlerdim, allah düşürmesin yeniden oralara. Ama çok güzel şarkıdır:
Madem Michael Stipe'ı gördük, adı uzun olan şarkı için de şunu bırakayım, It's The End Of The World As We Know It (And I Feel Fine), hem manidar:
Urla'da enginar çılgınlığı başlamış, yani normalde bu ara enginar çılgınlığının başlaması lazımdı. Belediye bandosu biraz sokaklarda dolaşmış, enginar dağıtmışlar kapıya çıkanlara ve sepet sallayanlara. Enginar Festivali kalabalığından susmamacasına şikayet ettim hep, şu anda burnumda tütüyor o manyaklık.
Hayat normale dönünce yapılacak şeyler 3: Urla'da Ömre Bedel Lokantası'nda Ömür Hanım o gün ne pişirdiyse yemek, İrmik Hanım Patisserie'den lavantalı ve keçi sütlü dondurma alıp annemlerin bahçede yemek, adını bir türlü aklımda tutamadığım eski taş evden bozma barın açık avlusunda espresso martini içmek.
Gideyim kitap okuyayım, aklıma başka yapacak bir şey gelmiyor. Naapıyosunuz, iyi misiniz?
Showing posts with label urla. Show all posts
Showing posts with label urla. Show all posts
April 18, 2020
January 10, 2020
Kara Köpekler, Kuru Otlar Ve Diğer Şeyler
Çay koyayım diye mutfağa giderken koridorda kafamı sola çevirdim, göz göze geldik:
Bebekken de yatak yapardı kendine, hepsi yapıyor zaten. Ama yaşlandıkça sanki daha konforlu tasarımlar görmeye başladık gibime geliyor. Kıçının altındaki şey koca bir çift kişilik yorgan.
Siyah hayvanlara bir de arkadan ışık vurunca böyle kara lekeler gibi çıkıyorlar. Seçemiyorsanız ben yardımcı olayım, "Hayırdır?" diye bakıyor. Dokuz senelik ömrünü, sorgulayarak ve edebildiği her şeyi manipüle ederek geçirdi.
Annemin bir süredir aradığı bir kitap var, baskısı yok. Çok da yana yakıla aramıyor aslında ama bana dert oldu. Aklıma geldi, bir baktım ki Urla İlçe Halk Kütüphanesi'nde varmış kitap. Anneme haber verdim, "O kütüphane nerede acaba?" dedi. Yeri tabii bulunur da anlaşılan pek hayat emaresi yok kütüphanede. Annemin de kütüphane alışkanlığı yıllar içinde ölmüş bana kalırsa.
Neyse, geçen hafta Urla'da sağa sola giderken gördüm, sağlık ocağı olarak kullanılan binayı restore edip halk kütüphanesini buraya taşıyacaklarmış. Valla çok sevindim, bizim eve de acayip yakın hem. Şöyle güzel, eski bir Rum evidir:
Kasım 2020 diye vermişler işin bitiş tarihini, heyecanla bekleyeceğim. Burası o kadar işlek bir yeri ki Urla'nın. Bu cadde sağlı sollu kafe ve bar dolu, inanamayacaksınız ama deneysel füzyon mutfağı da var. Bu işlek turistik yerin göbeğindeki bu güzel binayı başka bir şey yapmayıp kütüphane yapacak olmalarına inanasım gelmiyor.
Ben de gerçekten tam bir sahtekar gibi kütüphane övüp duruyorum, hâlâ gidip bir kitap ödünç almışlığım yok Kızılay'daki kütüphaneden. Evden çıkmıyorum, çıkabilsem Kızılay'a gidip salça da alacağım. Ovacık Koop dükkânına güzel salça gelmiş, bitecek diye endişeler içindeyim. Neyse, kütüphane kullanmak 2020'de yapmayı umduğum şeylerden biri.
Bir diğer umudum da sabitfikirli bir sinir küpü olmayı bırakabilmek. Örnek veriyorum; Ada'nın bir ders için yazdığı final ödevi.
Yazıp yolladı, hızlıca okudum. Ödevde bir şey yok, yazmış çocuk naapsın. Geriye kalan her şeye sinirlendim. Önce ödevin konusuna sinirlendim; düşünün Osmanlı Tarihi dersi almışsınız, final ödevinizin konusu şu, "Osmanlı tarihini yazınız."
1000 kelimeyi geçmeyecekmiş ödev. 1000 kelime dediği şey, 2 sayfa filan ediyor. Bunlar zaten okuyan yazan bir nesil değil. Bu duruma da sinirleniyordum ama yapacak bir şey yok, kuşak farkı var. Bambaşka bir hayata doğdular ve öyle büyüdüler. Ama üniversite yahu bu.
Yani bu hoca 5 tane obje/eşya/alet bir şey koysaydı bunların önüne, deseydi ki "Birini seçin, tarih boyunca nereden nereye geldi bu obje, yazın" deseydi, bunlar bari biraz çalışmış, düşünmüş filan olacaktı. Hoca bunlardan bir sömestrelik dersi iki sayfayı geçmeyecek şekilde özetlemelerini istemiş.
Bu çocuklar aptal değil, neden aptallarmış gibi ödev veriliyor?
Tabii kendimi durduramadım, psikopat gibi hocayı filan da gugılladım gözlerimi kısarak. Neye yaradı bütün bunlar? Hiçbir şeye yaramadı. Bunu yapmayı bırakmak da yine 2020'de becermeyi umduğum şeylerden biri. Bu harlı sinir, lüzumsuz nefret, fil gibi kin gütmek filan insanı insanlıktan çıkarıyor.
İnternetlerden çeşitli kuru otlar sipariş ettim, kedi otu ve sarı kantaron çayları anksiyeteye iyi geliyormuş. Hızımı alamadım, bir de "İyi uykular çayı" aldım. Barbar kocam "Tam olarak neye endişeleniyorsun? Gelecek kaygısı mı?" diye sordu geçenlerde. Anksiyete deyince aklına anca gelecek kaygısı gelebildi.
Gelecek kaygısı da duyuyorum tabii, alt-kategorileri de var, hepsine ayrı endişeleniyorum. Hiçbir şey yoksa ortalıkta, gece kafamı yastığa koyunca "Dışarısı çok soğuk, evler soğuk, insanlar ne yapıyor bu soğukta, kediler köpekler ne yapıyor, o köpek videosu ne korkunçtu..." diye alıyor başını gidiyor. Yav ben hâlâ yüksek seslere dünyanın sonu gelmiş gibi sıçrıyorum, saniyesinde ter içinde kalıyorum. Ne bileyim, barbar kocam neden her şeye endişelenmiyor, buna da şaşırmıyor değilim.
Ay o arada kargo geldi, paketin üzerinde içindeki bütün otların listesi var. Keşke "BUHRAN VE BASUR TEHLİKESİ!!!" diye etiket yapıştırsalarmış, kargo şirketinde çalışan ve otlardan anlayan biri olsaydım meh meh diye gülerdim benim kargoyu görünce. Çoban çantası otu çayı komşular, poposal problemlere iyi geliyor diyorlar.
Gelmiyor da olabilir tabii. Bitkilere inanmakla inanmamanın tam ortasında duruyorum, çok inanmak istiyorum ama bir yandan da modern tıp diye bir şey var. Neyse.
Gidiyorum, iyi hafta sonları temenni ediyorum.
October 17, 2019
Mutenalaştırabildiklerimizden Misiniz?
Amme hizmeti kapsamında babamın bu haftaki yazısının düzeltmelerini yaptım. O arada bir de "Canım sen de hep Osmanlıca kelimeleri tercih ediyorsun!" diye fırça yedim. "Çözdüler"i "hallettiler" ile değiştirdim çünkü. Meseleyi çözmek yerine meseleyi halletmek daha güzel geliyor kulağıma, ne bileyim. 74 yaşında benden daha modern bir Türkçe konuşuyormuş, "Binaenaleyh, namütenahi, gayrı tabii" filan diyerek kapattım telefonu.
Önceki gün veterinere bir buçuk saat geç gittik. Çünkü barbar kocam varlığımızı unutmak suretiyle eve bir buçuk saat geç geldi, o arada sanayide ustalarla çay içiyormuş. Külüstür bir arabası var, sanayide abilerle topluyorlar. Bir buçuk saat hazırolda bekledik köpenklerle.
Koko'nun patisinin üzerinde bir kütle belirmişti, geçenlerde kütlenin üzerinde bir de yara çıktı. Veteriner almaya kalkar, uyuşturur filan, aç götürelim diye mama da veremedim gerizekalılara. Hazırolda ve aç bekledik yani. Hakikaten almaya karar verdi veteriner kütleyi, cumartesi yeniden götüreceğiz.
Benimkilerin fotoğrafını aramaya üşeniyorum, annemin ayısının bir fotoğrafını koyayım:
Çomar'ın önlenemez gürbüzlüğü. Ve dev meyve yarasalarıyla olası akrabalığı.
Dün eve yürürken gördüm, bir alt sokağımızda yeni bir yer açılıyor. Bu sefer gerçekten hepsi bir arada, "Organik kafe-market-yoga atölyesi". Yemin ederim uydurmuyorum, tabelasını asmışlar. Yemin ederim abartmıyorum, her üç apartmanın birinin zemin katında var bunlardan. Bu kadar her şeyi bünyesinde toplamışı yoktu, artık o da var çok şükür.
Peki bu kafe-market-yogacının yerinde eskiden ne vardı? Bakkal vardı. Normal mahalle bakkalı. Ecnebilerin gentrification, bizim mutenalaştırma, elitleştirme filan dediğimiz bu bok, mahalle hayatını mahvediyor. Anahtarcılar, tesisatçılar, berberler, bakkallar, yufkacılar dayanamıyor çünkü kiralar fırlıyor. Onların yerine ise benim gibi bir mahalle sakinin hiçbir işine yaramayacak ama mahalle dışından yemeye içmeye organik almaya yoga yapmaya gelecek insanları çekmek üzere bu yeni nesil işletmeler açılıyor. O insanlar yemeye içmeye organik yogaya arabaları ile geliyor, dağ tepe park etmiş araba doluyor. İşte köftecinin dumanı salonunuza giriyor, organik kafe gece 12'ye kadar açık kalıyor ve sohbetler evin içine doluyor. Bakkalla selamlaşırken bunlarla selamlaşamıyorsun çünkü hiç öyle bir hâlleri yok, bakkala anahtar bırakırken bunlara bırakamıyorsun çünkü kim olduklarını bilmiyorsun. Alışveriş yapayım diyorsun, bayat bir açmayı 10 liraya satıyorlar. Glutenli ama sevgiyle imal edilmiş açma, kalbinde bir yaraya, ilerleyen günlerde ise bir tür tek taraflı kan davasına dönüşüyor. (Ama tabelası çok şık bayat açmacının. Ve kız mühendisken bırakıp hayallerinin peşinden koşarak bu açmacıyı açmış. Evet, açmalar bayat. Ve tanesi 10 lira. Çünkü mühendisliğin bıraktığı boşluk 3 liralık açmayla dolacak değil.)
Bunun aynısı Urla'ya da oldu. Öncesinde Alaçatı'ya da olmuştu zaten. Şimdi gidip gezdiğiniz Urla'da Urlalı kalmadı, bütün kafeler mafeler organikçiler hep dışarıdan gelip bu işlere soyunmuş, para kazanmaya çalışan insanlar. Her şeyin fiyatı 10 katına çıktı, herkes turist, her şey maviye boyandı. Annem geçenlerde sokaktan eve girmek üzere bahçe kapısına meylettiğinde, kapının önünde poz veren karısının fotoğraflarını çeken adam anneme eliyle "gelme gelme!" yapmış. Güldüm dinlerken ama bir yandan da insanın sinirleri bozuluyor. Bahçe kapısında hiçbir numara yok, kapı maviye boyalı sadece, arka tarafta da biraz çiçek miçek var işte. Normal bahçe kapısı. O Instagramlar nasıl dolacak di mi?
Bu çıldırmışlığın altını çizen hadiselerin en nadide örneklerinden biri barbar kocamın manav macerası. Sebze meyve alayım diye çıktı evden güzel bir bahar günü, geri dönemedi. Annemlerin Urla'daki ev ile Malgaca Pazarı arasında uzun bir cadde var, normalde 5-6 dakika sürmüyor Malgaca'ya ulaşmak. Nihayet eve dönebildiğinde burnundan ateş çıkıyordu. Meğer cadde üzerindeki kafelerden birinde Ertuğrul Özkök şarap içiyormuş. İnsanlar durup Ertuğrul Özkök'ün şarap içmesini seyrettikleri için cadde tıkanmış, barbar kocam tıkanıklığın ortasında mahsur kalmış.
Allah sonumuzu hayretsin. Ki etmeyecek. Böyle şeylerin sonu iyi olmuyor. Geriye sadece posası kalıyor her şeyin.
Çok müspet bir yerlere vardım gene gerçekten, böylece bırakıp gideyim bari. Sabah hava kapalıydı biraz, bir ara gök gürledi filan, bir miktar alışır gibi oldum kışın geliyor olduğu gerçeğine. Çok soğuk olursa buralara ağlama hakkımı saklı tutarak gidiyorum, naapıyorsunuz bu güzel perşembe günü?
Önceki gün veterinere bir buçuk saat geç gittik. Çünkü barbar kocam varlığımızı unutmak suretiyle eve bir buçuk saat geç geldi, o arada sanayide ustalarla çay içiyormuş. Külüstür bir arabası var, sanayide abilerle topluyorlar. Bir buçuk saat hazırolda bekledik köpenklerle.
Koko'nun patisinin üzerinde bir kütle belirmişti, geçenlerde kütlenin üzerinde bir de yara çıktı. Veteriner almaya kalkar, uyuşturur filan, aç götürelim diye mama da veremedim gerizekalılara. Hazırolda ve aç bekledik yani. Hakikaten almaya karar verdi veteriner kütleyi, cumartesi yeniden götüreceğiz.
Benimkilerin fotoğrafını aramaya üşeniyorum, annemin ayısının bir fotoğrafını koyayım:
Çomar'ın önlenemez gürbüzlüğü. Ve dev meyve yarasalarıyla olası akrabalığı.
Dün eve yürürken gördüm, bir alt sokağımızda yeni bir yer açılıyor. Bu sefer gerçekten hepsi bir arada, "Organik kafe-market-yoga atölyesi". Yemin ederim uydurmuyorum, tabelasını asmışlar. Yemin ederim abartmıyorum, her üç apartmanın birinin zemin katında var bunlardan. Bu kadar her şeyi bünyesinde toplamışı yoktu, artık o da var çok şükür.
Peki bu kafe-market-yogacının yerinde eskiden ne vardı? Bakkal vardı. Normal mahalle bakkalı. Ecnebilerin gentrification, bizim mutenalaştırma, elitleştirme filan dediğimiz bu bok, mahalle hayatını mahvediyor. Anahtarcılar, tesisatçılar, berberler, bakkallar, yufkacılar dayanamıyor çünkü kiralar fırlıyor. Onların yerine ise benim gibi bir mahalle sakinin hiçbir işine yaramayacak ama mahalle dışından yemeye içmeye organik almaya yoga yapmaya gelecek insanları çekmek üzere bu yeni nesil işletmeler açılıyor. O insanlar yemeye içmeye organik yogaya arabaları ile geliyor, dağ tepe park etmiş araba doluyor. İşte köftecinin dumanı salonunuza giriyor, organik kafe gece 12'ye kadar açık kalıyor ve sohbetler evin içine doluyor. Bakkalla selamlaşırken bunlarla selamlaşamıyorsun çünkü hiç öyle bir hâlleri yok, bakkala anahtar bırakırken bunlara bırakamıyorsun çünkü kim olduklarını bilmiyorsun. Alışveriş yapayım diyorsun, bayat bir açmayı 10 liraya satıyorlar. Glutenli ama sevgiyle imal edilmiş açma, kalbinde bir yaraya, ilerleyen günlerde ise bir tür tek taraflı kan davasına dönüşüyor. (Ama tabelası çok şık bayat açmacının. Ve kız mühendisken bırakıp hayallerinin peşinden koşarak bu açmacıyı açmış. Evet, açmalar bayat. Ve tanesi 10 lira. Çünkü mühendisliğin bıraktığı boşluk 3 liralık açmayla dolacak değil.)
Bunun aynısı Urla'ya da oldu. Öncesinde Alaçatı'ya da olmuştu zaten. Şimdi gidip gezdiğiniz Urla'da Urlalı kalmadı, bütün kafeler mafeler organikçiler hep dışarıdan gelip bu işlere soyunmuş, para kazanmaya çalışan insanlar. Her şeyin fiyatı 10 katına çıktı, herkes turist, her şey maviye boyandı. Annem geçenlerde sokaktan eve girmek üzere bahçe kapısına meylettiğinde, kapının önünde poz veren karısının fotoğraflarını çeken adam anneme eliyle "gelme gelme!" yapmış. Güldüm dinlerken ama bir yandan da insanın sinirleri bozuluyor. Bahçe kapısında hiçbir numara yok, kapı maviye boyalı sadece, arka tarafta da biraz çiçek miçek var işte. Normal bahçe kapısı. O Instagramlar nasıl dolacak di mi?
Bu çıldırmışlığın altını çizen hadiselerin en nadide örneklerinden biri barbar kocamın manav macerası. Sebze meyve alayım diye çıktı evden güzel bir bahar günü, geri dönemedi. Annemlerin Urla'daki ev ile Malgaca Pazarı arasında uzun bir cadde var, normalde 5-6 dakika sürmüyor Malgaca'ya ulaşmak. Nihayet eve dönebildiğinde burnundan ateş çıkıyordu. Meğer cadde üzerindeki kafelerden birinde Ertuğrul Özkök şarap içiyormuş. İnsanlar durup Ertuğrul Özkök'ün şarap içmesini seyrettikleri için cadde tıkanmış, barbar kocam tıkanıklığın ortasında mahsur kalmış.
Allah sonumuzu hayretsin. Ki etmeyecek. Böyle şeylerin sonu iyi olmuyor. Geriye sadece posası kalıyor her şeyin.
Çok müspet bir yerlere vardım gene gerçekten, böylece bırakıp gideyim bari. Sabah hava kapalıydı biraz, bir ara gök gürledi filan, bir miktar alışır gibi oldum kışın geliyor olduğu gerçeğine. Çok soğuk olursa buralara ağlama hakkımı saklı tutarak gidiyorum, naapıyorsunuz bu güzel perşembe günü?
December 6, 2016
Hellö.
Ay bu yeni halini hiç sevmedim ben buranın, yeni yazı yazmak için nereye basacağımı aradım bir süre. NE GEREK VARDI BLOGGER??!
Her gün "Aaa şunu bloga yazayım" diye onlarca şey geçiyor aklımdan, nedense bir türlü oturamıyorum kompüterin başına. Geçtiğimiz haftaların akılda kalan hadiselerini yazayım bari.
Annemle babamın Ankara'daki evini boşalttık, eşyaları Urla'ya yolladık. Babamı da beni de göçerten bir faaliyet oldu bu; her sabah evden çıkıp gittim, akşama kadar eşya ayıkladım, çöpe attım, koli yaptım, taşıdım filan. Hatıralar geçidi tabii bir yandan, fotoğraflar, defterler, kuduz karneleri...
Eveth. Ama yani o çocukluğumuzdan itibaren bilinçaltımıza yerleşen kamu spotlarının bir faydası varmış. Önce sabunlu suyla yıkayın, sonra en yakın kuduz merkezine koşun. Kardeşim ısırıldığında kuduz merkezi Çinçin'deydi, sabahın 4'ünde maceralı bir seyahat olmuştu. Köpek kuduz değildi, benimki sürü protokolüne aykırı hareketlerde bulunmuş gecenin bir saati.
Bu arada çöplük prensesi Mara'yı kazasız belasız Almanya'ya yolladık. Yani kazasız belasız deyince hakkını vermiyor, bayağı bir mucizeler geçidiydi. Önce fotoğraf koyayım, Alman çayırlarında mutlu bir kütle:
Dertli bir iş yurtdışına evcil hayvan çıkarmak, 3 ay öncesinden çalışmaya başlamak gerekiyor. Pahalı da bir hayli. Ama becerdik. Uçuş günü her şey o kadar yolunda gitti ki inanamadım. THY görevlisi kızın kibarlığı ve tatlışlığı (Sevgili Emine, her dileğin gerçek olsun senin!), son anda hesapladığımızdan daha az para ödememiz, herkes 3 metre uzakta dururken Çorumlu Almancı bir çiftin Mara'yı yerlere yatırıp yarım saat mıncırması filan.
Çocuk sağlimen vasıl olunca rahatladık, annemle dedikodusunu yaptık:
Teyzelerimin ikisi de gurbetçi olduğundan tecrübemiz var yumuşak terlik ve valkmen konusunda. Annemle gıybetin de sağı solu belli olmuyor, tam hızımı almış edebiyat dünyasına çemkirirken araya fotoğraf soktu:
Ben hızımı alamamışım, hala yazıyorum. Annem Hakan Akkaya'yı çok kibar, efendi ve mütevazı bulmuş. Mahallenin çocuklarından sonra dükkanda çalışan elektrikçi abi ve çırağıyla da neşeyle fotoğraf çektirmiş. Resmen o uyuz Ege kasabasında senden benden renkli bir hayatı var annemin.
Hafta sonu 3 tane incecik kitap bitirdim, başka da bir şey yapmadım. Goodreads'de yenilen pehlivan misali her sene kendime ulaşamayacağım sınırlar koyuyorum, yılın bitmesine azıcık kalmış, anca 30 kitap okumuşum.
Muhtelif Evhamlar Kitabı'nı Sarıkafa verdi, ne zamandır bu kadar beğenerek öykü okumamıştım. Acıklı öyküler, ben uyarmış olayım. Ama kanırtmıyor, ders vermiyor, okuyanı aptal yerine koymuyor; pek güzel kurmaca öyküler. Tam olarak neyle karşılaştırıyorum bilmiyorum ama içimden klasik öyküler demek geliyor. Onu bitirip İntihar'ı okudum, gencecik bir yazarın intihar eden arkadaşının arkasından yazdıkları. Bir hayli de etkilendim, kalbimi sıkıştırdı ama gidenin arkasından dövünmek yerine o hayatın bende bıraktıklarını koruyup kollamaya meyilli biri olarak büyük bir saygıyla okudum. Peşinden de Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler. Adının vaad ettiği her şeyi verdi allah için, bu kitabı da sevdim. Gene acıklı öyküler, başka hayatlar, başka acılar. Tam da okumak istediğim gibiydi. Bu üçü arka arkaya hafta sonumu bir depresyon panayırına çevirdi, kendim ettim kendim buldum, naapıyım.
Gideyim biraz sebze alayım ya da zebze alayım, o da olur. Geçenlerde durduk yere "ARTIK BU EVE DIŞARDAN YEMEK SÖYLENMEYECEK!" diye halılarda yuvarlandım. Bence sağlığımızı filan düşündüğümden değil, et yiyen barbar kocamın önüne bir olasılıklar denizi serilirken bana sadece kaşarlı pide düşüyor. O yüzden üşenmeyip manava gidiyorum, gelsin pırasalar, gitsin kerevizler. Hem daha ucuz.
Dolarlarınızı bozduruyor musunuz? Herkesler dolar bozdurup memleketin birlik ve beraberliğine çimento dökerken benim payıma düşe düşe 1 manat düştü.
Kim kakaladı bilmiyorum ama ben dolaşımdan çıkardım, masanın üstünde duruyor, birbirimize bakıyoruz manatla. Bir gün kavgaya filan girersem "Bir manatlık adamsın ulan sen!" diye kafasına atacağım hasmımın.
Giderken şunu bırakayım, sabahtan beri delirmiş gibi bunları dinliyorum, İspanyol paça pantolonun üstüne çiçekli gömlek giyecek hale geldim, favorilerim uzadı. Anatolian Rock Revival ne güzel bir fikir olmuş, youtube kanalı şurada, neler neler var.
Küçüklerin gözlerinden, büyüklerin ellerinden, kedilerin ve köpenklerin kafalarının tepelerinden öperekten gidiyorum, arayı açmam, gene gelirim.
Her gün "Aaa şunu bloga yazayım" diye onlarca şey geçiyor aklımdan, nedense bir türlü oturamıyorum kompüterin başına. Geçtiğimiz haftaların akılda kalan hadiselerini yazayım bari.
Annemle babamın Ankara'daki evini boşalttık, eşyaları Urla'ya yolladık. Babamı da beni de göçerten bir faaliyet oldu bu; her sabah evden çıkıp gittim, akşama kadar eşya ayıkladım, çöpe attım, koli yaptım, taşıdım filan. Hatıralar geçidi tabii bir yandan, fotoğraflar, defterler, kuduz karneleri...
Eveth. Ama yani o çocukluğumuzdan itibaren bilinçaltımıza yerleşen kamu spotlarının bir faydası varmış. Önce sabunlu suyla yıkayın, sonra en yakın kuduz merkezine koşun. Kardeşim ısırıldığında kuduz merkezi Çinçin'deydi, sabahın 4'ünde maceralı bir seyahat olmuştu. Köpek kuduz değildi, benimki sürü protokolüne aykırı hareketlerde bulunmuş gecenin bir saati.
Bu arada çöplük prensesi Mara'yı kazasız belasız Almanya'ya yolladık. Yani kazasız belasız deyince hakkını vermiyor, bayağı bir mucizeler geçidiydi. Önce fotoğraf koyayım, Alman çayırlarında mutlu bir kütle:
Dertli bir iş yurtdışına evcil hayvan çıkarmak, 3 ay öncesinden çalışmaya başlamak gerekiyor. Pahalı da bir hayli. Ama becerdik. Uçuş günü her şey o kadar yolunda gitti ki inanamadım. THY görevlisi kızın kibarlığı ve tatlışlığı (Sevgili Emine, her dileğin gerçek olsun senin!), son anda hesapladığımızdan daha az para ödememiz, herkes 3 metre uzakta dururken Çorumlu Almancı bir çiftin Mara'yı yerlere yatırıp yarım saat mıncırması filan.
Çocuk sağlimen vasıl olunca rahatladık, annemle dedikodusunu yaptık:
Teyzelerimin ikisi de gurbetçi olduğundan tecrübemiz var yumuşak terlik ve valkmen konusunda. Annemle gıybetin de sağı solu belli olmuyor, tam hızımı almış edebiyat dünyasına çemkirirken araya fotoğraf soktu:
Ben hızımı alamamışım, hala yazıyorum. Annem Hakan Akkaya'yı çok kibar, efendi ve mütevazı bulmuş. Mahallenin çocuklarından sonra dükkanda çalışan elektrikçi abi ve çırağıyla da neşeyle fotoğraf çektirmiş. Resmen o uyuz Ege kasabasında senden benden renkli bir hayatı var annemin.
Hafta sonu 3 tane incecik kitap bitirdim, başka da bir şey yapmadım. Goodreads'de yenilen pehlivan misali her sene kendime ulaşamayacağım sınırlar koyuyorum, yılın bitmesine azıcık kalmış, anca 30 kitap okumuşum.
Muhtelif Evhamlar Kitabı'nı Sarıkafa verdi, ne zamandır bu kadar beğenerek öykü okumamıştım. Acıklı öyküler, ben uyarmış olayım. Ama kanırtmıyor, ders vermiyor, okuyanı aptal yerine koymuyor; pek güzel kurmaca öyküler. Tam olarak neyle karşılaştırıyorum bilmiyorum ama içimden klasik öyküler demek geliyor. Onu bitirip İntihar'ı okudum, gencecik bir yazarın intihar eden arkadaşının arkasından yazdıkları. Bir hayli de etkilendim, kalbimi sıkıştırdı ama gidenin arkasından dövünmek yerine o hayatın bende bıraktıklarını koruyup kollamaya meyilli biri olarak büyük bir saygıyla okudum. Peşinden de Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler. Adının vaad ettiği her şeyi verdi allah için, bu kitabı da sevdim. Gene acıklı öyküler, başka hayatlar, başka acılar. Tam da okumak istediğim gibiydi. Bu üçü arka arkaya hafta sonumu bir depresyon panayırına çevirdi, kendim ettim kendim buldum, naapıyım.
Gideyim biraz sebze alayım ya da zebze alayım, o da olur. Geçenlerde durduk yere "ARTIK BU EVE DIŞARDAN YEMEK SÖYLENMEYECEK!" diye halılarda yuvarlandım. Bence sağlığımızı filan düşündüğümden değil, et yiyen barbar kocamın önüne bir olasılıklar denizi serilirken bana sadece kaşarlı pide düşüyor. O yüzden üşenmeyip manava gidiyorum, gelsin pırasalar, gitsin kerevizler. Hem daha ucuz.
Dolarlarınızı bozduruyor musunuz? Herkesler dolar bozdurup memleketin birlik ve beraberliğine çimento dökerken benim payıma düşe düşe 1 manat düştü.
Kim kakaladı bilmiyorum ama ben dolaşımdan çıkardım, masanın üstünde duruyor, birbirimize bakıyoruz manatla. Bir gün kavgaya filan girersem "Bir manatlık adamsın ulan sen!" diye kafasına atacağım hasmımın.
Giderken şunu bırakayım, sabahtan beri delirmiş gibi bunları dinliyorum, İspanyol paça pantolonun üstüne çiçekli gömlek giyecek hale geldim, favorilerim uzadı. Anatolian Rock Revival ne güzel bir fikir olmuş, youtube kanalı şurada, neler neler var.
Küçüklerin gözlerinden, büyüklerin ellerinden, kedilerin ve köpenklerin kafalarının tepelerinden öperekten gidiyorum, arayı açmam, gene gelirim.
September 9, 2015
Hellö.
Sabah 8'de Kudi'nin aşağıdan geçen sokak köpeklerine havlamasıyla uyandım. Kendi de safkan sokö olan yavrumun bu hiddetli tepkisinden yola çıkıp "Aslında kendi cinsimizden nefret ediyoruz?!" diye zorla anoloji filan yapardım ama yapamıyorum çünkü Kudi istisnasız bütün köpeklere-çoğu çocuğa-bazı yetişkin insanlara havlıyor, sabah sabah üstünden iki tane kene söktüm, nerden baksanız bir köpek bu ve canım istemiyor hayvanlı hikaye anlatmak.
Canım buralara da yazmak istemedi bütün yaz, halbuki Urla'dan bildiririm diye planlamıştım. Bildiremedim. Tam kıçımı koymuştum, komşu çocuğunu yüzme kursuna götürüp getiriyordum, ufak ufak sayfiyeden nefret etmeye başlamıştım ki Suruç'ta o bomba patladı. Ben sanırım hala anlayamadım o gün ne olduğunu, ağlayamadım; içime de atamadım, tepki de veremedim. Suruç'tan bugüne kadar aynen bir tavuk gibi hayatımı sürdürdüm, bir yandan cümle alemin fikirlerini okudum. "Kardeşi kardeşe kırdırıyorlar"dan, "Hepimiz aynı gemideyiz"lerden falan önümü göremez oldum. Vasat kanaatlerden ve dandik köşe yazılarından en az kuduz cihat çağrıları kadar yıldım. Artık gerçekten bilmiyorum, o çocukların hesabı nasıl sorulur, hakları nasıl ödenir, neden meclisi falan yakmadık, bilmiyorum. Hep yazdım buraya, tek numaramız yılmamak, umudu kesmemek diye, artık bundan da pek emin değilim. Belki gerçekten de tünelin ucunda ışık mışık yok. Sadece tünel var.
Şu anda kendimi anca bir patates kadar akıllı hissettiğim için yazının rotasını tavukların gündelik hayatına kırıyorum buradan.
Baktım ki komşu çocuğu yüzme kursunu sevdi, ikinci ay için de kayıt yaptırdım. Aynı gün "Ben yüzmeyi öğrendim!" diye çıktı havuzdan, ertesi hafta da kurs saati sokakta dolanırken yakaladım. Yüzmeyi öğrendiği konusunda şüpheler içindeyim, olan benim 100 lirama oldu. Aynı esnada iki küçük kardeşinin bitli olduğunu farkettim, bir kere daha bitlenmek istemediğimden kapattım bu defteri. İnsan sevgimin sınırları çok dar.
Köpekli insan olmak, başkalarının köpek hikayelerini dinlemek manasına geliyor. Ve allah belamı versin ki daha bir kişiden "Benim de köpeğim var, yuvarlanıp gidiyoruz" ayarında bir şey duymadım. Şöyle başlıyor o kaçamadığınız sohbet; "Benim de köpeğim varDI...", şanslıysanız geleneksel "Bebeğimiz oldu, verdik", "Alerjim çıktı, verdik" hikayeleri dinliyorsunuz. Bunların çok büyük şok etkisi kalmadı artık şahsım üzerinde. Bu yazın en fantastik köpek hikayesi, evden içeri bakan doberman oldu. Birinden almışlar zavallı köpeği, eve sokmamışlar, hayvan da bütün gün ve gece evin etrafında dolaşıp camlardan içeri bakıp durmuş. O kadar rahatsız olmuşlar ki bu durumdan, köpeği yollamışlar.
Bebeği olunca evin köpeğini paketleyen insanlara "Yarabbi ne düz insanlarsınız!" diyemediğim gibi bunlara da hiçbir şey diyemedim, tek kabahati evin içine bakmak olan zavallıyı düşünüp duruyorum iki aydır. Evlerden paketlenen köpekler ordusu. İnanılmaz bir mucize olduğu sanılarak büyütülen bebekler ordusu. Çocuğu sarışın oldu diye allaha şükreden kadın gördüm bu yaz, arkadaşları da onaylıyordu. Arkadaşlarının bebekleri sarışın değildi.
Urla'da pek bir şey olmadı, günübirlik turistler geldi, gitti. 25 sene önce kiremit ve betonla inşa ettiğimiz "Eski Rum" evimizin önünde selfiler çekildi. Her yerde selfiler çekildi, fahiş fiyatlı zeytinyağları ve incirler satın alındı, "Arnavut kaldırımları deniz kokan Urla" filan yazıldı sosyal medyada selfilerin altına oysa ki Urla'da Arnavut kaldırımı yok ve en yakın deniz 4 kilometre uzakta. Neyse yani, anlayacağınız geçirdiğim vakit "tatil" kategorisine girmediği gibi herhangi bir rehabilitasyon etkisi de yaratmadı.
Kitap okudum, kitapların da çoğuyla münakaşa ettim. Bu yaz okuduğum en boktan kitap Frederike Geerdink'in "Roboski:Gençler Öldü"sü oldu. Bir şeyler öğrenirim sandım, Kürt sorununun temellerine bir gazetecilik yolculuğu olduğu yazıyordu üstünde. Tek öğrendiğim kadının vücudunda çıkan kırmızılıklar yüzünden Roboski'de uzun süre kalamadığı, köylülerle kaçağa gidemediği, aksanlı Türkçe'yi anlamadığı, Kürtçe'yi de pek anlamadığı falan oldu. Orta 1 seviyesindeki yakın tarih analizleri, darmadağınık cümleler, imla hataları filan da cabası oldu. 110. sayfada hala neden Kürt sorunu üzerine gazetecilik yaptığını açıklamaya çalışıyordu. 20 lira vermiştim kitaba, canım sıkıldı.
Ama arkadaşlarımı gördüm, deniz kenarında oturduk filan, iyi oldu. Annemle babamı da iki seneye yetecek kadar gördüm sanırım, bir yandan çanta toplarken bir yandan hala internetten işlerini hallediyordum. Annemle tahmin ettiğimden çok daha az kapıştık. Babam evdeki eşyaları hafifletmeye and içmiş, giderayak bir adet gazocağı ve bir adet 60 yıllık bavul kakalamaya çalıştı, eski bir omuz çantasını kabul ederek yırttım.
Neyse işte, geldim ben Ankara'ya. Yaz geçti gitti. Geçip giderken bana şu aşağıdaki gibi göründü.
İyi mi oldu, kötü mü bilmiyorum.
Canım buralara da yazmak istemedi bütün yaz, halbuki Urla'dan bildiririm diye planlamıştım. Bildiremedim. Tam kıçımı koymuştum, komşu çocuğunu yüzme kursuna götürüp getiriyordum, ufak ufak sayfiyeden nefret etmeye başlamıştım ki Suruç'ta o bomba patladı. Ben sanırım hala anlayamadım o gün ne olduğunu, ağlayamadım; içime de atamadım, tepki de veremedim. Suruç'tan bugüne kadar aynen bir tavuk gibi hayatımı sürdürdüm, bir yandan cümle alemin fikirlerini okudum. "Kardeşi kardeşe kırdırıyorlar"dan, "Hepimiz aynı gemideyiz"lerden falan önümü göremez oldum. Vasat kanaatlerden ve dandik köşe yazılarından en az kuduz cihat çağrıları kadar yıldım. Artık gerçekten bilmiyorum, o çocukların hesabı nasıl sorulur, hakları nasıl ödenir, neden meclisi falan yakmadık, bilmiyorum. Hep yazdım buraya, tek numaramız yılmamak, umudu kesmemek diye, artık bundan da pek emin değilim. Belki gerçekten de tünelin ucunda ışık mışık yok. Sadece tünel var.
Şu anda kendimi anca bir patates kadar akıllı hissettiğim için yazının rotasını tavukların gündelik hayatına kırıyorum buradan.
Baktım ki komşu çocuğu yüzme kursunu sevdi, ikinci ay için de kayıt yaptırdım. Aynı gün "Ben yüzmeyi öğrendim!" diye çıktı havuzdan, ertesi hafta da kurs saati sokakta dolanırken yakaladım. Yüzmeyi öğrendiği konusunda şüpheler içindeyim, olan benim 100 lirama oldu. Aynı esnada iki küçük kardeşinin bitli olduğunu farkettim, bir kere daha bitlenmek istemediğimden kapattım bu defteri. İnsan sevgimin sınırları çok dar.
Köpekli insan olmak, başkalarının köpek hikayelerini dinlemek manasına geliyor. Ve allah belamı versin ki daha bir kişiden "Benim de köpeğim var, yuvarlanıp gidiyoruz" ayarında bir şey duymadım. Şöyle başlıyor o kaçamadığınız sohbet; "Benim de köpeğim varDI...", şanslıysanız geleneksel "Bebeğimiz oldu, verdik", "Alerjim çıktı, verdik" hikayeleri dinliyorsunuz. Bunların çok büyük şok etkisi kalmadı artık şahsım üzerinde. Bu yazın en fantastik köpek hikayesi, evden içeri bakan doberman oldu. Birinden almışlar zavallı köpeği, eve sokmamışlar, hayvan da bütün gün ve gece evin etrafında dolaşıp camlardan içeri bakıp durmuş. O kadar rahatsız olmuşlar ki bu durumdan, köpeği yollamışlar.
Bebeği olunca evin köpeğini paketleyen insanlara "Yarabbi ne düz insanlarsınız!" diyemediğim gibi bunlara da hiçbir şey diyemedim, tek kabahati evin içine bakmak olan zavallıyı düşünüp duruyorum iki aydır. Evlerden paketlenen köpekler ordusu. İnanılmaz bir mucize olduğu sanılarak büyütülen bebekler ordusu. Çocuğu sarışın oldu diye allaha şükreden kadın gördüm bu yaz, arkadaşları da onaylıyordu. Arkadaşlarının bebekleri sarışın değildi.
Urla'da pek bir şey olmadı, günübirlik turistler geldi, gitti. 25 sene önce kiremit ve betonla inşa ettiğimiz "Eski Rum" evimizin önünde selfiler çekildi. Her yerde selfiler çekildi, fahiş fiyatlı zeytinyağları ve incirler satın alındı, "Arnavut kaldırımları deniz kokan Urla" filan yazıldı sosyal medyada selfilerin altına oysa ki Urla'da Arnavut kaldırımı yok ve en yakın deniz 4 kilometre uzakta. Neyse yani, anlayacağınız geçirdiğim vakit "tatil" kategorisine girmediği gibi herhangi bir rehabilitasyon etkisi de yaratmadı.
Kitap okudum, kitapların da çoğuyla münakaşa ettim. Bu yaz okuduğum en boktan kitap Frederike Geerdink'in "Roboski:Gençler Öldü"sü oldu. Bir şeyler öğrenirim sandım, Kürt sorununun temellerine bir gazetecilik yolculuğu olduğu yazıyordu üstünde. Tek öğrendiğim kadının vücudunda çıkan kırmızılıklar yüzünden Roboski'de uzun süre kalamadığı, köylülerle kaçağa gidemediği, aksanlı Türkçe'yi anlamadığı, Kürtçe'yi de pek anlamadığı falan oldu. Orta 1 seviyesindeki yakın tarih analizleri, darmadağınık cümleler, imla hataları filan da cabası oldu. 110. sayfada hala neden Kürt sorunu üzerine gazetecilik yaptığını açıklamaya çalışıyordu. 20 lira vermiştim kitaba, canım sıkıldı.
Ama arkadaşlarımı gördüm, deniz kenarında oturduk filan, iyi oldu. Annemle babamı da iki seneye yetecek kadar gördüm sanırım, bir yandan çanta toplarken bir yandan hala internetten işlerini hallediyordum. Annemle tahmin ettiğimden çok daha az kapıştık. Babam evdeki eşyaları hafifletmeye and içmiş, giderayak bir adet gazocağı ve bir adet 60 yıllık bavul kakalamaya çalıştı, eski bir omuz çantasını kabul ederek yırttım.
Neyse işte, geldim ben Ankara'ya. Yaz geçti gitti. Geçip giderken bana şu aşağıdaki gibi göründü.
İyi mi oldu, kötü mü bilmiyorum.
September 23, 2014
(9) Sevmem Sanıp Sevdiğim Bir Kitap
Gene kitap yanımda değil, biraz yalapşap olacak, kusura bakmayınız.
Arada bir bahsediyorum, Urla'daki ev diye, yazlık falan zannetmiyorsunuzdur umarım. Kasabanın içinde, en yakın denize çok uzak, bahçeli bir evdir.
Annemle babam her yaz, "Urla'daki evimize gidilecek, çok mutlu olunacak, 3.2.1." komutuyla annaneleri, babaneleri, kedileri ve beni arabaya yükleyip Urla'ya taşıdı. İlk bir-iki sene, ev hala yarı inşaat halindeydi fakat benimkiler o kadar heyecanlıydı ki sesimi çıkaramadım. Çimento torbalarına oturup babamın piknik tüpte yaptığı yağda yumurtaları falan yedim.
Benim bir türlü içim ısınmadı Urla'ya, 20 sene sonra ancak "Ev güzel de çevresi kötü" noktasına gelebildim.
Anlayacağınız kaçabildiğim her fırsatta kaçtım Urla'dan, kaçamadığım yazlardan biriydi, 1998 olması çok muhtemel, yanımda getirdiğim kitapları ve bir adet çarpı işi masa örtüsünü işlemeyi bitirdikten sonra benimkilerin kitaplıklarına dadandım. O kadar sıkılıyordum ki bir kamikaze gibi daldım kitapların arasına, kendimi daha fazla sıkıntıyla imtihan edeyim istedim.
Böyle başladım Nurullah Ataç'ın Günceleri'ni okumaya. Olaylar umduğum gibi gelişmedi. Sabahlara kadar okudum, yazdığı ne varsa okudum, ağzım kulaklarımda dolaştım ortalıkta.
Nasıl gıcık, nasıl inatçı allahım. Hayal meyal doğa gezintileri hakkında yazdıklarını hatırlıyorum, "Çayırsa çayır, dağsa dağ, ne lüzumsuz bir iş saatlerce dolanmak" diye isyan ediyordu ahhahhaha!
Açıp bakamadığım için kitaplara, internetten bakındım biraz. Ankara'da kış mevsimi, beni de aynen böyle üzüyor.
"2 Mart 1953
Neydi o dünkü kar! Durmamacasına yağdı. Önce bir keyif veriyor, sonra iç sıkıyor. Kitap bile okuyamadım, gözlerim hep penceredeydi: “Şu bir dinse!” diye bakıyordum. Ama o sessiz sessiz dökülüyor, hiç dinmeyecekmiş gibi geliyor insana. Hani Yahya Kemal Bey “Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.” diyor, sesi bir yana bırakın, doğru. Bin yıl sürecek sanılan bir sessizlik, bunaltıyor. Bugün de sokaklarda yürüyebilirsen yürü! Korkunçtur Ankara’nın donu! Kaldırımlarda buz, demir kesilir sanki. Düşünce de bir yandan can acısı bir yandan ötekinin berikinin gülmesi. Düşü-vermek beklenmedik bir şeymiş de onun için güldürürmüş. İnanmıyorum buna. Gülenler kötülüklerinden gülüyorlar. Kendileri de bilmiyorlar belki yüreklerinin kötü olduğunu, ama var içlerinde kötülük, bir kimsenin bir yanı acıdı diye gülüyorlar. Ben düşmedim, yavaş yavaş, dikkatli dikkatli yürüdüm. Öyle yürümek, canımızın pek kıymetli olduğunu düşünmek de insanı kendi gözünde gülünç ediyor."
Arada bir bahsediyorum, Urla'daki ev diye, yazlık falan zannetmiyorsunuzdur umarım. Kasabanın içinde, en yakın denize çok uzak, bahçeli bir evdir.
Annemle babam her yaz, "Urla'daki evimize gidilecek, çok mutlu olunacak, 3.2.1." komutuyla annaneleri, babaneleri, kedileri ve beni arabaya yükleyip Urla'ya taşıdı. İlk bir-iki sene, ev hala yarı inşaat halindeydi fakat benimkiler o kadar heyecanlıydı ki sesimi çıkaramadım. Çimento torbalarına oturup babamın piknik tüpte yaptığı yağda yumurtaları falan yedim.
Benim bir türlü içim ısınmadı Urla'ya, 20 sene sonra ancak "Ev güzel de çevresi kötü" noktasına gelebildim.
Anlayacağınız kaçabildiğim her fırsatta kaçtım Urla'dan, kaçamadığım yazlardan biriydi, 1998 olması çok muhtemel, yanımda getirdiğim kitapları ve bir adet çarpı işi masa örtüsünü işlemeyi bitirdikten sonra benimkilerin kitaplıklarına dadandım. O kadar sıkılıyordum ki bir kamikaze gibi daldım kitapların arasına, kendimi daha fazla sıkıntıyla imtihan edeyim istedim.
Böyle başladım Nurullah Ataç'ın Günceleri'ni okumaya. Olaylar umduğum gibi gelişmedi. Sabahlara kadar okudum, yazdığı ne varsa okudum, ağzım kulaklarımda dolaştım ortalıkta.
Nasıl gıcık, nasıl inatçı allahım. Hayal meyal doğa gezintileri hakkında yazdıklarını hatırlıyorum, "Çayırsa çayır, dağsa dağ, ne lüzumsuz bir iş saatlerce dolanmak" diye isyan ediyordu ahhahhaha!
Açıp bakamadığım için kitaplara, internetten bakındım biraz. Ankara'da kış mevsimi, beni de aynen böyle üzüyor.
"2 Mart 1953
Neydi o dünkü kar! Durmamacasına yağdı. Önce bir keyif veriyor, sonra iç sıkıyor. Kitap bile okuyamadım, gözlerim hep penceredeydi: “Şu bir dinse!” diye bakıyordum. Ama o sessiz sessiz dökülüyor, hiç dinmeyecekmiş gibi geliyor insana. Hani Yahya Kemal Bey “Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.” diyor, sesi bir yana bırakın, doğru. Bin yıl sürecek sanılan bir sessizlik, bunaltıyor. Bugün de sokaklarda yürüyebilirsen yürü! Korkunçtur Ankara’nın donu! Kaldırımlarda buz, demir kesilir sanki. Düşünce de bir yandan can acısı bir yandan ötekinin berikinin gülmesi. Düşü-vermek beklenmedik bir şeymiş de onun için güldürürmüş. İnanmıyorum buna. Gülenler kötülüklerinden gülüyorlar. Kendileri de bilmiyorlar belki yüreklerinin kötü olduğunu, ama var içlerinde kötülük, bir kimsenin bir yanı acıdı diye gülüyorlar. Ben düşmedim, yavaş yavaş, dikkatli dikkatli yürüdüm. Öyle yürümek, canımızın pek kıymetli olduğunu düşünmek de insanı kendi gözünde gülünç ediyor."
İstememiş arkasından methiyeler düzülmesini, ağıtlar yakılmasını, ağıtlardan tiksindiğini yazmış. "Kaybettik, yitirdik" denmesin, "Öldü" densin istemiş. İlla ki arkasından iyi bir şey yazmak isteyen olursa iki yıl beklemelerini, iki yıl sonra hala yazmak istiyorlarsa o zaman yazmalarını tavsiye etmiş. Bu şekilde yazarlarsa ölçüyü aşırmazlarmış.
Büyülü gerçeklik gibi, Nurullah Ataç'ınki de nalet gerçeklik, o kadar beğeniyorum ki anlatamam. Nerdeyse 60 sene olmuş öleli, gönül rahatlığıyla methettim, gidiyorum.
October 8, 2013
Ev Yapımı Akıllı Telefon ya da Babam Otobüs Canavarıymış
Annemle oturduk, babam da yan tarafta boş bir koltuk buldu. Bir ara kafamı çevirdiğimde babamı yanda gördüğünüz halde buldum. Meğer evden çıkmadan gazetelerden okumak istediği yazıları kesip iç cebine yerleştiriyormuş. Okudukça da atıyormuş. Kalınca bir dürüm halinde gazete kesiği. Bütün yolu böyle gitti.
Sanırım babam kendine bir nevi akıllı telefon yapmış.
Akşam Urla'ya dönerken toplu taşıma böyle sevimli değildi, bütün yolu ayakta gittik ailece. Babam sürekli otobüsün arkalarına o kocaman sesiyle bağırarak insanları ilerlemeleri konusunda taciz etti. Benimle birlikte hiç tanımadığımız sarışın bir kızı da önüne katarak otobüsün ortalarına kadar itelemeyi başardı. En sonunda "BABA NE ZAMAN TUTUNACAK BİR YER BULSAM ELİMDEN ALIYORSUN, YAŞAM ALANI BIRAKMADIN BANA!" diye ağladım, sarışın kız "Ay beni de sürdü amca, nasıl geldim anlamadım buraya?!" dedi.
Urla dolmuşuna binmeyi başardık ama babamın enerjisi tükenmedi. Önünde ayakta duran kızın çantasına taktı, "Açık mı bu? Çantan açık kızım. Açık gibi bak. Ağırsa bana ver." diye, kız çantasını vermediği gibi "Açık değil, tasarımı öyle." dedi. Babam ikna olmayınca da demonstrasyon yapmak zorunda kaldı. Açık değilmiş çantası, bütün dolmuş ahalisi olarak anladık, rahatladık.
O gün ben gece yarısına doğru köpeklerle yattım, babam peynir yiyip bulmaca çözüyordu mutfakta.
Annem aradı biraz önce, bayramda Urla'ya gidecekmişim, hepberaber otobüsle dolmuşla Karaburun'a gidecekmişiz. Hayatım gözlerimin önünden film şeridi gibi geçti, "Hı hı" deyip kapattım telefonu. Çekilecek çilem varmış.
October 7, 2013
Urla Havadisleri
Gittim Urla'ya ve dün döndüm. Natürmort zamanı gelmiş, annemin nar ağacının da fotoğrafını çekecektim, unuttum. Yanda bahçenin mamüllerini görmektesiniz.
Hava soğukça ama güneşli ama rüzgarlı ama bir tuhaftı. Vaktimi gazete okuyarak, köpekleri severek, peynir yiyerek, annemin peşinden Urla'nın çeşitli yerlerine sürüklenerek geçirdim.
Annem, ekmek fırınlarından birinin köşesinde sadaka taşı bulmuş, onu gösterdi ve ben onun da fotoğrafını çekmedim çünkü ekmek alıyorum diye aklımı kaçırmıştım. Artık başka zaman bahsedeceğim bundan mecburen.
Barbar kocam apar topar Ankara'ya döndü, babası kalp krizi geçirdi çünkü. Hala yoğun bakımda tutuyorlar, durum "Bakalım. Bekliyoruz"dan öteye geçemedi henüz. Türk tebabetine güvenmekten başka yapabileceğimiz bir şey yok. Dualar, dualar.
İçimizdeki tek şoför Ankara'ya dönünce Kahve'nin yeni evine taşınması da mümkün olmadı. Bu yeni talip nedense bir araba bulup gelip alamıyor hayvanı bir türlü, ben biraz tuhaf olduğunu düşünüyorum oğlanın. Şüpheler, şüpheler.
Netice itibariyle Kahve'yi, annemlerin köpeğine yapışmış uyurken bıraktım. Tabi ki babanemden kalan oymalı kabusların kanepesinde. Bu arada sokağa kaçıp ölü bir kuş buldular, eve sokmaya çalıştılar, Kahve yemeye kalktı ve bütün gün kustu falan, daha fazla bahsedemeyeceğim sanırım bundan. Böyle masum uyurken hatırlayalım en iyisi bu gerizekalıları.
Annemin kedileri komando hayatı yaşıyor, köpeklerin gazabından kaçmaya ve mama saatinde ortalığa çıkmaya evrilmişler. Aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz Grek esintili Hobbit kulübesi aslında hobi alanı olarak tasarlanmıştı evin bahçesinde, sonra depo oldu, en sonunda da kedi evi haline gelmiş. İçinde mama kapları, minderler, kutular falan var.
Damdaki kedilerden sağdakinin adı Duygu, soldaki Geberik. Geberik, yıllardır kronik bir solunum yolları enfeksiyonuyla yaşayıp etrafına salyalar ve tükürükler saçıyor, bir türlü iyileşmediği gibi ölmüyor da. Duygu'nun adı neden Duygu hatırlamıyorum. Diğer kediler arasında Sürmeli, KeytMos, Arabişko, Pastel falan var. Hepsinin adını bilmiyorum ben, annem soyağaçlarını biliyor.
Dönerken çantama bir adet kek kalıbı (onların fırınına sığmıyormuş), taramam için bir adet eski fotoğraf (silinmeye başlamış çünkü) ve bir adet de keten gömlek (onlar giymiyormuş) sıkıştırdılar, öyle kalkıp geldim. Gelecek planlarım içinde zaman zaman delirsem de annem ve babamla daha çok vakit geçirmek var. Mesela annemin "Ay saça çok iyi geliyor, bak dene bir!" diye elime tutuşturduğu bıttım (bıttim?) sabunuyla duşa girdiğimi, tam kafamı sabunlamışken sıcak suyun bittiğini, dakikalarca haykırdığım halde beni duymadıklarını, en sonunda o halde merdivenin başına kadar gidip aşağıya anırdığımı, annemin gelip hiçbir şey yapamamasını, babamın "Kız çıplak" diye banyoya girmeyi reddetmesini, "Baba havlu var üstümde, ne bu yeni demokrasi paketi mi?!" diye ağlamamı, annemin beni iterek kullanılmayan banyoya sokmasını, orda örümceklerle yıkanmamı falan hep unutabilirim. Aile böyle bir şey.
Hava soğukça ama güneşli ama rüzgarlı ama bir tuhaftı. Vaktimi gazete okuyarak, köpekleri severek, peynir yiyerek, annemin peşinden Urla'nın çeşitli yerlerine sürüklenerek geçirdim.
Annem, ekmek fırınlarından birinin köşesinde sadaka taşı bulmuş, onu gösterdi ve ben onun da fotoğrafını çekmedim çünkü ekmek alıyorum diye aklımı kaçırmıştım. Artık başka zaman bahsedeceğim bundan mecburen.
Barbar kocam apar topar Ankara'ya döndü, babası kalp krizi geçirdi çünkü. Hala yoğun bakımda tutuyorlar, durum "Bakalım. Bekliyoruz"dan öteye geçemedi henüz. Türk tebabetine güvenmekten başka yapabileceğimiz bir şey yok. Dualar, dualar.
İçimizdeki tek şoför Ankara'ya dönünce Kahve'nin yeni evine taşınması da mümkün olmadı. Bu yeni talip nedense bir araba bulup gelip alamıyor hayvanı bir türlü, ben biraz tuhaf olduğunu düşünüyorum oğlanın. Şüpheler, şüpheler.
Netice itibariyle Kahve'yi, annemlerin köpeğine yapışmış uyurken bıraktım. Tabi ki babanemden kalan oymalı kabusların kanepesinde. Bu arada sokağa kaçıp ölü bir kuş buldular, eve sokmaya çalıştılar, Kahve yemeye kalktı ve bütün gün kustu falan, daha fazla bahsedemeyeceğim sanırım bundan. Böyle masum uyurken hatırlayalım en iyisi bu gerizekalıları.
Annemin kedileri komando hayatı yaşıyor, köpeklerin gazabından kaçmaya ve mama saatinde ortalığa çıkmaya evrilmişler. Aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz Grek esintili Hobbit kulübesi aslında hobi alanı olarak tasarlanmıştı evin bahçesinde, sonra depo oldu, en sonunda da kedi evi haline gelmiş. İçinde mama kapları, minderler, kutular falan var.
Damdaki kedilerden sağdakinin adı Duygu, soldaki Geberik. Geberik, yıllardır kronik bir solunum yolları enfeksiyonuyla yaşayıp etrafına salyalar ve tükürükler saçıyor, bir türlü iyileşmediği gibi ölmüyor da. Duygu'nun adı neden Duygu hatırlamıyorum. Diğer kediler arasında Sürmeli, KeytMos, Arabişko, Pastel falan var. Hepsinin adını bilmiyorum ben, annem soyağaçlarını biliyor.
Dönerken çantama bir adet kek kalıbı (onların fırınına sığmıyormuş), taramam için bir adet eski fotoğraf (silinmeye başlamış çünkü) ve bir adet de keten gömlek (onlar giymiyormuş) sıkıştırdılar, öyle kalkıp geldim. Gelecek planlarım içinde zaman zaman delirsem de annem ve babamla daha çok vakit geçirmek var. Mesela annemin "Ay saça çok iyi geliyor, bak dene bir!" diye elime tutuşturduğu bıttım (bıttim?) sabunuyla duşa girdiğimi, tam kafamı sabunlamışken sıcak suyun bittiğini, dakikalarca haykırdığım halde beni duymadıklarını, en sonunda o halde merdivenin başına kadar gidip aşağıya anırdığımı, annemin gelip hiçbir şey yapamamasını, babamın "Kız çıplak" diye banyoya girmeyi reddetmesini, "Baba havlu var üstümde, ne bu yeni demokrasi paketi mi?!" diye ağlamamı, annemin beni iterek kullanılmayan banyoya sokmasını, orda örümceklerle yıkanmamı falan hep unutabilirim. Aile böyle bir şey.
July 22, 2013
Yıllar Sonra Kumsalla İmtihanım, Ekstradan Yavru Kedi
Geçenlerde denize girdik biz, ben 3 sene, barbar kocam da 6 sene sonra ilk defa. Yazları ya denize uzak yerlerde kazıdaydım ya da evde tez yazmakla yazmamak arasında vicdan azabıyla yuvarlanıyordum. Neyse, yüzebilmek mümkünmüş.
Yıllar içinde kemik torbasından tombulluğa terfi ettim, o arada bikiniden mayoya da terfi etmem gerekti. Kurumayan bir şeymiş mayo.
Ayakta durup kendimi kurutmaya çalışırken bir yandan da kocam the barbarian'a heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyordum. Sonra bir baktım beni gömmeye başlamış. Ne zaman su kenarı bir yere gitsek "Girsene, bir gir çık bence, girsen girersin, ooo valla bak!" deyip durur, en sonunda arkadaşlarımız niyeti bozduğuna karar verip beni uyarmıştı "Bu kadar ısrarın arkasında kesin bir plan var." diye. Burdan size de sesleniyorum, ortadan kaybolursam su kenarlarında arayın beni.
Daha önce yazmıştım, annem Urla'da öksüz yetim kedi yavrusu buldu diye. Büyümüş ve haydutluğun sınırlarını zorluyor her gün biraz daha. Uyuyan köpeklerin kulaklarını dişliyor, kapıların arkasında pusuya yatıp gelen geçene saldırıyor, hem kedi hem köpek maması yediği yetmezmiş gibi bir de kahvaltı masalarına dadanıyor. Pirinç kadar dişleriyle çiftli ekmek çalmaya çalışırken gördüm. Çalabilse nereye götürecekti merak ediyorum.
Annem adını isabetli bir şekilde "Canavar Cenifır" koymuştu, zerre umrunda değil adı falan. Şahsı hakkında sarfettiğim en kibar ünlem "seni küçük vampir!" oldu, öbürlerini yazamam, utanıyorum. Gece yatakta kitap okurken yatakla duvar arasından füze gibi fırlayıp kafama indi, hala düşündükçe sinirlerim bozuluyor.
3-5 günlükken kucağımıza düştü, iki köpekle büyüdü. Ne insandan korkuyor, ne köpeklerden. Trafikti arabaydı, en ufak bir fikri yok. Bu sebeplerle sokağa geri dönmesi mümkün değil, mecbur bir formül yaratıp hane halkına katacağız. Bakalım, kısmet.
Bir fotoğrafını daha koyup gidiyorum, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Bildiğiniz taciz bu.
Yıllar içinde kemik torbasından tombulluğa terfi ettim, o arada bikiniden mayoya da terfi etmem gerekti. Kurumayan bir şeymiş mayo.
Ayakta durup kendimi kurutmaya çalışırken bir yandan da kocam the barbarian'a heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyordum. Sonra bir baktım beni gömmeye başlamış. Ne zaman su kenarı bir yere gitsek "Girsene, bir gir çık bence, girsen girersin, ooo valla bak!" deyip durur, en sonunda arkadaşlarımız niyeti bozduğuna karar verip beni uyarmıştı "Bu kadar ısrarın arkasında kesin bir plan var." diye. Burdan size de sesleniyorum, ortadan kaybolursam su kenarlarında arayın beni.
Daha önce yazmıştım, annem Urla'da öksüz yetim kedi yavrusu buldu diye. Büyümüş ve haydutluğun sınırlarını zorluyor her gün biraz daha. Uyuyan köpeklerin kulaklarını dişliyor, kapıların arkasında pusuya yatıp gelen geçene saldırıyor, hem kedi hem köpek maması yediği yetmezmiş gibi bir de kahvaltı masalarına dadanıyor. Pirinç kadar dişleriyle çiftli ekmek çalmaya çalışırken gördüm. Çalabilse nereye götürecekti merak ediyorum.
Annem adını isabetli bir şekilde "Canavar Cenifır" koymuştu, zerre umrunda değil adı falan. Şahsı hakkında sarfettiğim en kibar ünlem "seni küçük vampir!" oldu, öbürlerini yazamam, utanıyorum. Gece yatakta kitap okurken yatakla duvar arasından füze gibi fırlayıp kafama indi, hala düşündükçe sinirlerim bozuluyor.
3-5 günlükken kucağımıza düştü, iki köpekle büyüdü. Ne insandan korkuyor, ne köpeklerden. Trafikti arabaydı, en ufak bir fikri yok. Bu sebeplerle sokağa geri dönmesi mümkün değil, mecbur bir formül yaratıp hane halkına katacağız. Bakalım, kısmet.
Bir fotoğrafını daha koyup gidiyorum, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Bildiğiniz taciz bu.
May 14, 2013
canavar cenifır ve kahve
bi gece kalmalığına urla'ya gittim yanıma arkadaşımı da alıp. yaz gelmemiş ama kış gitmiş ama hava ısınmış mı n'oolmuş, bi tuhaftı.
bu aşağıdaki yavruyu mahallenin çocukları getirmiş, sokakta tek başına debelenirken bulmuşlar.
geldiğinde 1 haftalık olduğunu tahmin ediyoruz, şimdi 5 haftalık olması lazım. biberonla falan besleniyor 2 saatte bi. sağlıklı görünüyor bayağı, annem adını cenifır koymuş, canavar ile kafiyeli olarak. annemi arayıp ne yapıyor diye sordum biraz önce, "abileriyle bahçede koşturuyor" dedi. abileri kudi ve kahve'yle tuhaf bi şekilde yuvarlanıp gidiyorlar.
kahve'yle gençsel fotoğraf çekeyim dedim, pek muvaffak olamamışım. kahve memnun hayatından, sarmaşıkların üstünde yuvarlanıyordu. bahçede pek bitki kalmamış bu yuvarlanmaların neticesi olarak.
bi ara da babaanemden kalma oymalı kabusların kanepesinde uyurken yakaladım. babaanem görse kalp krizi geçirirdi herhalde.
cenifır'ın bi videosunu çektim, arka ayağını ne yapacağını bilemez vaziyette saçmalarken. urla'da durumlar böyle.
bu aşağıdaki yavruyu mahallenin çocukları getirmiş, sokakta tek başına debelenirken bulmuşlar.
geldiğinde 1 haftalık olduğunu tahmin ediyoruz, şimdi 5 haftalık olması lazım. biberonla falan besleniyor 2 saatte bi. sağlıklı görünüyor bayağı, annem adını cenifır koymuş, canavar ile kafiyeli olarak. annemi arayıp ne yapıyor diye sordum biraz önce, "abileriyle bahçede koşturuyor" dedi. abileri kudi ve kahve'yle tuhaf bi şekilde yuvarlanıp gidiyorlar.
kahve'yle gençsel fotoğraf çekeyim dedim, pek muvaffak olamamışım. kahve memnun hayatından, sarmaşıkların üstünde yuvarlanıyordu. bahçede pek bitki kalmamış bu yuvarlanmaların neticesi olarak.
bi ara da babaanemden kalma oymalı kabusların kanepesinde uyurken yakaladım. babaanem görse kalp krizi geçirirdi herhalde.
cenifır'ın bi videosunu çektim, arka ayağını ne yapacağını bilemez vaziyette saçmalarken. urla'da durumlar böyle.
October 1, 2012
urla, çok acayip bi yersin
anneme kart atmıştım, dün arayıp bahçede 8 parça halinde bulduğunu söyledi. niye bahçede yahu diye düşündüm bikaç saniye, sonra posta kutularının çalındığını hatırladım. benim gördüğüm urla böyle bi yer, bahçe duvarından posta kutunuz çalınır, evin numarası çalınır (evet evet, o saçma sapan teneke plakadan bahsediyorum), kapıya sıkıştırılan kartpostalı yırtıp bahçeye atıverirler. bunları deneyimlemek için urla'nın içinde oturmak gerekiyor, yoksa haftasonları iskele'de katmer falan yerken hayat çok güzel. allah insanı yaban kasaba hayatıyla sınamasın, çok fena.
bu aşağıdakileri son gelen posta yığınından seçtim.
geçen haftanın en beğendiğim kartı. mucha'nın la fleur'ü almanya'dan geldi.
bu da son zamanların en perişan kartı, endonezya'dan 28 ağustos'ta başladığı yolculuğu bi kaç gün önce bitti. çok hırpalanmış yollarda. ama volkanik kayalar, yeşil sakin sular, insan daha ne ister hayattan?
bu aşağıdakileri son gelen posta yığınından seçtim.
geçen haftanın en beğendiğim kartı. mucha'nın la fleur'ü almanya'dan geldi.
sarı kafalar rusya'dan.
August 22, 2012
eski şeyler
çağatay bey'in eski şeylere merakı aklıma getirdi, yazayım dedim. annemlerin urla'daki evinin bahçesinden bütün urla'nın beklediği gibi küp küp altın çıkmadı ama tabak çanak kırıkları, bi takım metal ıvır zıvır çok çıkıyor. atamadı annem bunları, "insanların tabakları, çatalları bak bunlar, ay canım canım" diye sevdi, en sonunda da bahçedeki deponun bi duvarında sergilemeye başladı.
bildiğiniz gibi urla'nın mübadele öncesi bi rum nüfusu vardı, bazen dedelerinin evini aramaya geliyor insanlar, çok acıklı hikayeler. geçen yaz annem bahçe kapısından bakan 4 tane kafa görünce koşup yakalamış, "aaaa alllaaaaşkına, vallahi olmaz, kalimeraaa" diye içeri almış, çaylar limonatalar sonrası, bu aşağıya fotoğrafını koyacağım tabak kırıklarını da göstermiş. bazılarının çöpü, başkaları için çok şey ifade edebiliyor.
camlar, porselenler.
bi başka tabak çanak grubu.
bunlar da metaller. çiviler, kulplar, saplar, at nalları.
bildiğiniz gibi urla'nın mübadele öncesi bi rum nüfusu vardı, bazen dedelerinin evini aramaya geliyor insanlar, çok acıklı hikayeler. geçen yaz annem bahçe kapısından bakan 4 tane kafa görünce koşup yakalamış, "aaaa alllaaaaşkına, vallahi olmaz, kalimeraaa" diye içeri almış, çaylar limonatalar sonrası, bu aşağıya fotoğrafını koyacağım tabak kırıklarını da göstermiş. bazılarının çöpü, başkaları için çok şey ifade edebiliyor.
camlar, porselenler.
bi başka tabak çanak grubu.
bunlar da metaller. çiviler, kulplar, saplar, at nalları.
May 30, 2012
iyi kalpli kudi, satanik bilezik. falan.
biz gene urla'daydık haftasonu, gene yağmurlar seller falan, tek başıma bi kilo şambali yedim galiba. bu sefer koko'yu götürmedik, dolayısıyla annemin köpeğini doyasıya mıncırma fırsatımız oldu.
eski sokak-yeni ev köpeği, iyi kalpli ve ürkek kudi aşağıda.
içli içli bakar kudi. püsküüt verirsiniz, yemez, zor günler için bahçeye gömer. tenis topu aldım oynayalım diye, onu da gömmeye kalktı. kışa hayırlısıyla ankara'ya geliyor, çok şımartacağız herhalde.
urla'da her ayın son pazar günü antika pazarı kuruluyor, fotoğraf çekemedim ama bi adet bilezik aldım. param yoktu, annemi rehin bırakıp eve koştum. conan uyuyordu, kaldırdım, elinden paraları pençe atarak aldım. koşa koşa geri döndüm, aklım çıktı başkası alır diye. öyle bi tutkuyla istedim bileziği yani. conan bu halimi garip, dolayısıyla bileziği de satanik ve masonik buldu, "sana başka şeyler yapmanı da söylüyor mu bileziğin, mesela gece kalkıp evi kundaklamak gibi ahahhahhaha" diye eğlendi. şu da bilezik, iki koç başı var kenarlarında. sanırım hiç çıkarmayacağım.
döndük ankara'ya, önemli bi işim vardı, yarına ertelendi, bi hallolsun onu da yazacağım. şu anda en önemli işim sanırım bu masayı toplamak, neden bi türlü toplamıyorum anlamıyorum. annemden bi adet de tablo kaptık bu sefer, conan onu da usulca masama iliştirmiş, kıpırdayacak yer kalmadı.
fotoğrafta saklı oyuncak ayıyı görebiliyor musunuz?
eski sokak-yeni ev köpeği, iyi kalpli ve ürkek kudi aşağıda.
içli içli bakar kudi. püsküüt verirsiniz, yemez, zor günler için bahçeye gömer. tenis topu aldım oynayalım diye, onu da gömmeye kalktı. kışa hayırlısıyla ankara'ya geliyor, çok şımartacağız herhalde.
urla'da her ayın son pazar günü antika pazarı kuruluyor, fotoğraf çekemedim ama bi adet bilezik aldım. param yoktu, annemi rehin bırakıp eve koştum. conan uyuyordu, kaldırdım, elinden paraları pençe atarak aldım. koşa koşa geri döndüm, aklım çıktı başkası alır diye. öyle bi tutkuyla istedim bileziği yani. conan bu halimi garip, dolayısıyla bileziği de satanik ve masonik buldu, "sana başka şeyler yapmanı da söylüyor mu bileziğin, mesela gece kalkıp evi kundaklamak gibi ahahhahhaha" diye eğlendi. şu da bilezik, iki koç başı var kenarlarında. sanırım hiç çıkarmayacağım.
döndük ankara'ya, önemli bi işim vardı, yarına ertelendi, bi hallolsun onu da yazacağım. şu anda en önemli işim sanırım bu masayı toplamak, neden bi türlü toplamıyorum anlamıyorum. annemden bi adet de tablo kaptık bu sefer, conan onu da usulca masama iliştirmiş, kıpırdayacak yer kalmadı.
fotoğrafta saklı oyuncak ayıyı görebiliyor musunuz?
May 17, 2012
urla
urla'dan bahsedeyim diyorum biraz.
ben 20 yıl önce kandırıldım annem ve babam tarafından, "ay urla çok güzel, balıkçı kasabası, sen seversin" diye. kandırılmam şöyle oldu; ben kendimi bildim bileli yazları bodrum'da geçirdik biz, farilya (şimdi gündoğan diyorlar) diye bi köyde, balıkçı malıkçı denince benim aklıma orası gelmişti. urla'nın da iskelesi var, balıkçılar falan, ama bizimkiler evi içeri diktiler, kasabanın göbeğine.
urla'ya ilk ayağımı bastığım gün travma da bana bastı, kahvenin önünde kocaman bi yaban domuzu yatmakta ve caddeye kanamaktaydı. o gün bugündür de urla'ya aram düzelmedi pek.
bana urla'da fotoğraf çek deyince böyle şeyler çekiyorum.
3 milyor adet mobilet gezer urla'nın sokaklarında, bi ara topluyorlardı ama anlaşılan vazgeçmişler. boktan beton binalar, moloz, urla gerçeği bu.
ama tabi bi de böyle köşeler var, tarihi dokusu sebebiyle sit alanıdır urla. "ama neden betonlar var o zaman?" diyor olabilirsiniz, ben de bilmiyorum.
olayların ennn başında annemle babam eski bi rum evi almaya kalktılar, evin sahibiyle anlaştılar, tapuya gitmek üzere evden çıkarken adam arayıp "ya ben düşündüm, ucuz fiyat verdim size, şu kadar olsun" (fiyatı 2ye katlayan bi rakamdan bahsediyor) dedi. annem sinirinden ağladı, babamın kaşı gözü attı falan, gene de peki dediler fiyata. bikaç hafta sonra gene tapu yolunda ev sahibi "başka isteyenler de var evi, şu rakama anlaşalım" (burda fiyat gene katlanıyor tahmin edersiniz ki) deyince ortalık karıştı, ailece lanetledik adamı. ev çok güzeldi çünkü. tabi ki başka isteyen falan yoktu evi, içi dökülüyordu, restorasyon istiyordu, koruma kuruluyla uğraşmak gerekiyordu her adımda. o ev yıllarca durdu öyle ta ki bikaç sene önce urla müzik akademisi olana kadar, yolunuz düşerse bakın, zafer caddesi üzerinde. annem hala çok üzülür, ara ara gidip içini gezer evin. resimlerini koyayım.
bi de link vereyim, restorasyonuyla ödül aldı çünkü bu ev, şurdan okuyabilirsiniz başından neler geçmiş. bizim maceramız ise sadece temelleri kalmış bi rum evi ve arsasını satın alarak kendi evimizi kendimiz yaparak devam etti. uzun süre direndim gitmemek için, sonunda pes ettim, bilmiyorum belki yaşlandıkça direncim düşmüştür. benim için bi nevi "teslimiyet müzesi"dir yani o ev, kendini bırakıp bikaç hafta kalınca rehabilitasyon gibi bile oluyor. sonra gene yazarım urla ve ev meselelerini.
ben 20 yıl önce kandırıldım annem ve babam tarafından, "ay urla çok güzel, balıkçı kasabası, sen seversin" diye. kandırılmam şöyle oldu; ben kendimi bildim bileli yazları bodrum'da geçirdik biz, farilya (şimdi gündoğan diyorlar) diye bi köyde, balıkçı malıkçı denince benim aklıma orası gelmişti. urla'nın da iskelesi var, balıkçılar falan, ama bizimkiler evi içeri diktiler, kasabanın göbeğine.
urla'ya ilk ayağımı bastığım gün travma da bana bastı, kahvenin önünde kocaman bi yaban domuzu yatmakta ve caddeye kanamaktaydı. o gün bugündür de urla'ya aram düzelmedi pek.
bana urla'da fotoğraf çek deyince böyle şeyler çekiyorum.
3 milyor adet mobilet gezer urla'nın sokaklarında, bi ara topluyorlardı ama anlaşılan vazgeçmişler. boktan beton binalar, moloz, urla gerçeği bu.
ama tabi bi de böyle köşeler var, tarihi dokusu sebebiyle sit alanıdır urla. "ama neden betonlar var o zaman?" diyor olabilirsiniz, ben de bilmiyorum.
olayların ennn başında annemle babam eski bi rum evi almaya kalktılar, evin sahibiyle anlaştılar, tapuya gitmek üzere evden çıkarken adam arayıp "ya ben düşündüm, ucuz fiyat verdim size, şu kadar olsun" (fiyatı 2ye katlayan bi rakamdan bahsediyor) dedi. annem sinirinden ağladı, babamın kaşı gözü attı falan, gene de peki dediler fiyata. bikaç hafta sonra gene tapu yolunda ev sahibi "başka isteyenler de var evi, şu rakama anlaşalım" (burda fiyat gene katlanıyor tahmin edersiniz ki) deyince ortalık karıştı, ailece lanetledik adamı. ev çok güzeldi çünkü. tabi ki başka isteyen falan yoktu evi, içi dökülüyordu, restorasyon istiyordu, koruma kuruluyla uğraşmak gerekiyordu her adımda. o ev yıllarca durdu öyle ta ki bikaç sene önce urla müzik akademisi olana kadar, yolunuz düşerse bakın, zafer caddesi üzerinde. annem hala çok üzülür, ara ara gidip içini gezer evin. resimlerini koyayım.
bi de link vereyim, restorasyonuyla ödül aldı çünkü bu ev, şurdan okuyabilirsiniz başından neler geçmiş. bizim maceramız ise sadece temelleri kalmış bi rum evi ve arsasını satın alarak kendi evimizi kendimiz yaparak devam etti. uzun süre direndim gitmemek için, sonunda pes ettim, bilmiyorum belki yaşlandıkça direncim düşmüştür. benim için bi nevi "teslimiyet müzesi"dir yani o ev, kendini bırakıp bikaç hafta kalınca rehabilitasyon gibi bile oluyor. sonra gene yazarım urla ve ev meselelerini.
May 14, 2012
çok acil bildiriyorum
urla'dayım, babamın turkcell vınn'ını kanırtıyorum. hava da hiç tatil havası değil, çoraplarımı dizime kadar çektim, oturuyorum.
son 2 günün mühim hadiselerini ANNEM ortak paydasında aktarıyorum. anneler günü yazısı yazmaya üşeniyorum zira.
köpeği annemlere kakalayıp kaçtık conan'la dün. urla iskele'de çiğ börek yemeye çıkıp kendimizi karaburun'da bulduk. ANNEM arayıp "terkedilmiş rum köyü var, çok güzel, oraya gidin" deyince, gittik salak gibi. bize bi patlak tekere maloldu. köyde de rum evi bulamadık. yaşlıca bi kadın çöp atıyordu, tuhaf tuhaf baktı bize.
karaburun'da çay bahçesine oturduk, manzaralıydı. bakınız manzara;
urla'ya döndüğümüzde ANNEMle babamın köpekleri (bizimki ve onlarınki) kaderleriyle başbaşa bırakıp evden tüymüş olduklarını farkettik. arayıp sorunca "haaa biz arkadaşlarımızla buluştuk, nar suyu-votka içiyoruz tralala laaa" dediler. bi süre aç oturup beğendik abi lokantası'na gittik.
deniz börülcesi, şevketi bostan, baklalı enginar. çok güzeldi yemekler, urla'ya gelirseniz gidin muhakkak. ANNEM bizi kaale almadı ama beğendik abi'de çok iyi davrandılar bize. aile sıcaklığı vardı yani.
bu ANNEM;
bizi "bi domates alalım" diye pazara sokup arabanın arkasını begonvillerle doldurdu, bana da yarım kilo kalpli şeker aldı. kocam "5 liraya kanser almayı başarmışsınız" deyip havalara baktı.
bunlar şekerler;
bunlar da ANNEMin gülleri;
böylece gidiyorum ben, herkes yattı, köpekler tepemde dikiliyor. salı günü dönmüş olurum ankara'ya, zira daha ne kadar çiğ börek yiyebilirim bilmiyorum.
son 2 günün mühim hadiselerini ANNEM ortak paydasında aktarıyorum. anneler günü yazısı yazmaya üşeniyorum zira.
köpeği annemlere kakalayıp kaçtık conan'la dün. urla iskele'de çiğ börek yemeye çıkıp kendimizi karaburun'da bulduk. ANNEM arayıp "terkedilmiş rum köyü var, çok güzel, oraya gidin" deyince, gittik salak gibi. bize bi patlak tekere maloldu. köyde de rum evi bulamadık. yaşlıca bi kadın çöp atıyordu, tuhaf tuhaf baktı bize.
karaburun'da çay bahçesine oturduk, manzaralıydı. bakınız manzara;
urla'ya döndüğümüzde ANNEMle babamın köpekleri (bizimki ve onlarınki) kaderleriyle başbaşa bırakıp evden tüymüş olduklarını farkettik. arayıp sorunca "haaa biz arkadaşlarımızla buluştuk, nar suyu-votka içiyoruz tralala laaa" dediler. bi süre aç oturup beğendik abi lokantası'na gittik.
deniz börülcesi, şevketi bostan, baklalı enginar. çok güzeldi yemekler, urla'ya gelirseniz gidin muhakkak. ANNEM bizi kaale almadı ama beğendik abi'de çok iyi davrandılar bize. aile sıcaklığı vardı yani.
bu ANNEM;
bizi "bi domates alalım" diye pazara sokup arabanın arkasını begonvillerle doldurdu, bana da yarım kilo kalpli şeker aldı. kocam "5 liraya kanser almayı başarmışsınız" deyip havalara baktı.
bunlar şekerler;
bunlar da ANNEMin gülleri;
böylece gidiyorum ben, herkes yattı, köpekler tepemde dikiliyor. salı günü dönmüş olurum ankara'ya, zira daha ne kadar çiğ börek yiyebilirim bilmiyorum.
Subscribe to:
Posts (Atom)